Şampiy10
Magazin
Gündem

Gıda intolerans testlerinin gerçek yüzü

Gıda intoleransı testleriyle vücudun hangi besinlere tahammül edemediği bulunamaz ve bunlardan uzak kalarak obeziteden kronik yorgunluğa, kabızlıktan migrene, romatizmadan sedefe hiçbir hastalık da iyileştirilemez.

Gıda intoleransı“, “besin duyarlılığı“ veya “gıda hassasiyeti” testleri gibi adlarla bilinen testler son senelerde adeta moda oldu. Bu testleri üreten birçok firma var ve bunlar çoğu zaman da o firmaların adlarıyla anılıyor. Bir damla kan alınarak yüzlerce yiyeceğe karşı IgG sınıfından antikorlar ölçülüyor ve o yiyecekler o kişide hangi hastalık varsa onun sebebiymiş gibi gösteriliyor. Oysa bu testlerde herhangi bir yiyeceğe karşı oluşan bu antikorların belirlenmesi o kişinin o yiyecekle karşılaştığı ve bağışıklık sisteminin onu yabancı bir protein gibi algıladığı anlamına geliyor.

Hayati yiyeceklere “sakıncalı“ damgası!

Gıda tolerans testleri gereksiz para ve zaman kaybına yol açması ve kafa karışıklığı yaratması yanında zararlı da olabilir. Yüzlerce yiyeceğe karşı yapılabilen bu testlerde sağlıklı yaşamak için yenmesi şart olan mayalar, soğan, sarımsak, domates, maydanoz, tere, roka, fındık, ceviz, balık, yoğurt, peynir, zeytin, tereyağı, kahve, çay gibi yiyecek ve içecek “sakıncalı“ çıkabilir. Bu gıdaların yasaklanması işe yaramadığı gibi tam aksine beslenme bozukluğu ve hastalıklara da davetiye çıkarır.

Bir yiyeceğe karşı IgE aracılıklı anafilaksisi olan birinde IgG normal bulunduğu için o yiyeceğin yenmesine izin verilerek kişi zorla anafilaksiye de itilebilir. Neredeyse her gün alerjik bir hastalığı olan kişilerle karşılaşan bir hekim olarak bugüne kadar bir tek kişiden bile bu testi istemediğimi hatırlatmak isterim.

Bu testlerin işe yaradığını ispat edecek yeterli bilimsel delil yoktur ve bunlar zaten hiçbir üniversite hastanesinde de yapılmamaktadır. Dünyanın alerji ve immünoloji ile ilgili önde gelen bilim kuruluşlarından hiçbiri ve hiçbir bilimsel kılavuz gıda entoleransının belirlenmesinde bu testleri tavsiye etmiyor. Üstelik de bu testlerin fiyatı birkaç yüz dolar civarındadır.

Antikor varlığı hastalık demek değil

Antikor varlığı, o besine karşı bir entoleransı yani tahammülsüzlüğü, alerjiyi veya hipersensitiviteyi yani aşırı duyarlılığı göstermez, vücudun o yiyecekle karşılaştığını ortaya koyar.

Bu bir fizyolojik cevaptır. Herkeste yediği gıdalara karşı IgG sınıfından antikorlar üretilebilir ve bu antikorların kandaki seviyesi genlere ve diyete göre değişir. Bu antikorlar sağlıklı çocuk ve erişkinlerde gıda ile ilgili belirtilerin olup olmamasından bağımsız olarak sıklıkla tespit edilebilir.

IgG antikorlarının varlığı bir hastalığı değil sadece vücudun o yiyecekle karşılaştığını gösterir. Bu testlerden çıkan sonuçlara göre o gıdaların diyetten çıkarılmasıyla iyileşenlerde esas sebep bu hastalara aynı zamanda işlenmiş şeker, tahıl, trans yağlar yani “hazır gıdaların” yasaklanmış olmasıdır.

Kontrollü besin yükleme testiyle anlaşılır

Gıda intoleransı diye bir klinik tablo elbette var ve çok yaygın olduğu ve giderek de arttığı kanaatindeyim ama bu tabloların ortak bir mekanizması yoktur. Mesela “laktoz intoleransının” sebebi bağırsaklarda laktaz enzimi eksikliğidir ve bunu gıda entoleransı testi ile göstermek mümkün değildir. Gıda intoleransını göstermenin en basit yolu, doğru ve detaylı olarak “gıda ve semptom günlüğü“ tutulmasıyla beraber şüpheli yiyeceğin diyetten çıkarılması (eliminasyon) ve tekrar diyete sokulmasıdır. Teşhis için altın standart metot ise çift-kör plasebo kontrollü besin yükleme testidir.

Gelelim neticeye

Gıda intoleransı testleriyle vücudun hangi besinlere tahammül edemediği bulunamaz ve bunlardan uzak kalarak obeziteden kronik yorgunluğa, kabızlıktan migrene, romatizmadan sedefe hiçbir hastalık da iyileştirilemez. Bu testlerden mucize bekleyen hastalar, parasını ve sağlığını riske atmasın.

Yazının devamı...

Şeker kokain gibi bağımlılık yaratıyor

Obezite adeta bir salgın bir hastalık gibi tüm dünyayı tehdit ediyor. Dünyadaki obezlerin sayısı 640 milyonu geçiyor. Obezite eğilimi bu şekilde sürdüğü takdirde 2025’de erkeklerin yüzde 18’i,kadınların ise yüzde 21’inin obez sınıfına girecekleri hesaplanıyor.

Türkiye obezite sırlamasında ilk ona giriyor ve daha şimdiden SGK harcamalarının üçte biri obezite ve diyabete gidiyor. Ülkemizde son senelerde en hızlı gelişen, “müşterisi” en hızlı artan bilim dalının bundan 20 sene önce kimsenin adını bile duymadığı “obezite cerrahisi” olması durumun bizim için de ne kadar vahim olduğunun açık bir belgesi.

Obezite çılgınca artıyor

Modern tıp obezitedeki çılgın artışı yakından takip ediyor ama sıra obezitenin önlenmesine gelince fazla sesi çıkmıyor. Bunların defterinde “önleyici tıp” yok, “koruyucu tıp” yok. Erken teşhis var, ilaç var, aşı var, ameliyat var. Obezitedeki bu çılgın artışın sebepleri içinde başta geleni modern tıbbın “üç ana üç ara öğün, günde 5 porsiyon meyve, hazır gıda ve layt ürün teşviki, şekeri masum gösterirken sağlıklı yaşamanın olmazsa olmazları yumurtayı, tereyağını, kırmızı eti yasaklayan” yanlış beslenme tavsiyeleridir.

Şeker beynin haz merkezini uyarıyor

1967’de New England Journal Medicine’de yayınlanan şeker ve kalp hastalıkları arasındaki ilişkinin küçümsenerek doymuş yağlara iftira atılan makalenin şeker endüstrisi tarafından Harvard’lı bilim adamlarına 50 bin dolar karşılığı yazdırıldığı ortaya çıktı. Endüstrinin iç yazışmalarının incelenmesinde de diş çürüklerinin en önemli sebebinin şeker olduğunun gizlendiği ve suçun bakterilere yüklendiği belgelendi. Oysa sağlıklı ve uzun yaşamak, hastalıklardan korunmak için ilave şekere hiç ihtiyacımız yok. Şeker beynin haz merkezini uyarıyor, kokain ve morfin gibi bağımlılık yaratıyor, şekere alışan artık yemeden yapamıyor.

Senede 184 bin kişi hayatını kaybediyor

51 ülkeden 600 binden fazla insan üzerinde yürütülen çalışmada, gazoz, kola, buzlu çay, enerji içecekleri gibi şekerli meşrubatın tüm dünyada her sene 184 bin kişinin ölümüne yol açabileceği bildirildi. Bu, obeziteyle ilgili hastalıklara bağlı her 100 ölümden birinin şekerli meşrubat yüzünden gerçekleştiği manasına geliyor.

İsveçli bilim adamlarının araştırması da her gün 2 kutu veya daha fazla tatlandırılmış meşrubat içenlerde kalp yetersizliği görülme ihtimalinin yüzde 23 daha fazla olduğunu gösteriyor.

Hangi üründe ne kadar şeker var?

Kutu kola: 10 küp şeker

Enerji içeceği: 6,5 küp şeker

Meyveli yoğurt: 6,5 küp şeker

Yoğurt: 2 küp şeker

Kuruyemiş barı: 6 küp şeker

1 litre meyve suyu: 18 küp şeker

1 dilim beyaz ekmek: 2 küp şeker

1 kutu ketçap: 20 küp şeker

1 kutu mayonez: 15 küp şeker

1 poğaça: 5 küp şeker

1 simit: 4 küp şeker

1 kase mısır gevreği: 2 küp şeker

100 gram beyaz peynir: 6 küp şeker

2 dilim tost: 1 kesme şeker

1 paket cips: 7 kesme şeker

1 tabak kuru fasulye: 6 kesme şeker

1 tabak pilav: 8 kesme şeker

Hazır gıda (Pizza, makarna, vb): 23 kesme şeker

1 tabak patates kızartması: 11 kesme şeker

Yazının devamı...

Aç kal uzun yaşa

Son senelerde yapılan birçok araştırma, günde iki defa beslenmenin insanları birçok hastalıktan koruduğunu ortaya koyuyor...

Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan Japon bilim adamı Yoshinori Ohsumi’nin çalışmaları, “uzun süreli açlığın” insanların sağlıklı olmaları ve birçok hastalıktan korunmalarında ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gözler önüne serdi. Ohsumi, uzun zamandan beri otofaji yani hücrelerin kendi kendilerini yemeleri konusunda çalışmalar yapıyordu. Bir çeşit geri dönüştürme mekanizması olan otofaji hücreleri artık ihtiyaç duymadığı maddelerden temizliyor, bunların yararlı kısımlarının ise tekrar kullanılmasını sağlıyor. Otofaji, yaşlanmayı geciktirdiği gibi obeziteden kansere, enfeksiyondan Parkinson’a kadar birçok hastalığı önlüyor.

Son senelerde yapılan araştırmalar da, günde üç ana üç ara öğün yerine, iki defa beslenmenin hastalıklardan koruduğunu ortaya koyuyor.

Avcı - toplayıcıdan modern insana evrim

Taş Devri’nde “avcı-toplayıcı” olarak adlandırılan insanların sürekli yiyecek bulmaları mümkün değildi ve bu sebeple de yiyecek bulduklarında bolca yerler, olmadığında ise aç kalırlardı. Yiyecek arama ve avlanmaları çok ciddi fiziki aktivite gerektiriyordu.

Geç- Yontmataş Devri'nin karakteristiği olan bu “ziyafet-açlık” ve “hareket-istirahat” dönemlerinin avcı-toplayıcıların metabolizmalarının düzenlenmesiyle ilgili genlerin belirlenmesinde önemli etkisi olduğu düşünülüyor. Avcı-toplayıcıların açlık dönemlerini atlatabilmeleri için besinlerin alımı ve kullanımını düzenleyen genlere 1962’de “tasarruf genleri” adı verildi.

Bu genler, yiyeceğin bol olduğu dönemde yiyeceklerin toplanması ve işlenip iskelet kasında “glikojen” ve “yağ” olarak depolanmasını, açlık dönemlerinde ise kullanılmasını mümkün kılıyordu. Bu genlere sahip olanlar nesillerini devam ettirirken yoksun olanların nesilleri bitiyordu...

Modern insan hem hareket etmiyor hem devamlı yiyor

Genlerimiz özellikle son 50-100 senede kesin olarak aynı kaldı ama çevremiz ve beslenme özelliklerimiz çok farklılaştı. Modern insan, her zaman “bol yiyeceğe sahip” ve üstelik bunlara ulaşması için “hareket etmesi de neredeyse hiç gerekmiyor”. Bu durum, genomumuz ve içinde yaşadığımız çevre arasında büyük bir dengesizliğe sebep oluyor. Yiyecek bolluğu ve fiziki aktivite azlığının, evrimsel olarak programlanmış biyo-kimyasal süreçleri saf dışı bırakarak “obezite” ve “tip 2 diyabet” gibi metabolik bozuklukların ortaya çıkmasına yol açtığı düşünülüyor. Taş Devri insanın hayatta kalması ve neslini sürdürmesini sağlayan “tasarruf genleri modern insanı hasta ediyor”.

Uzun süreli açlığın etkileri

Uzun süreli açlığın sağlığa olan birçok müspet etkileri var:

BİR: İnsülin ve leptin duyarlılığı ve mitokondri enerji etkinliği artıyor. Bu, hastalıkları ve yaşlanmayı geciktiriyor.

İKİ: Grelin seviyeleri azalıyor. Açlık hormonu grelinin azalması yeme isteğini azaltıyor.

ÜÇ: Oksidatif stres azalıyor. Hücrelerdeki oksijen radikalleri birikiminin azalması protein, lipit ve nükleik asitlerin oksidasyondan zarar görmesini önlüyor.

DÖRT: Aralıklı açlık stres, yaşlanma ve hastalıkla mücadele eden genlerin etkinliğini artırıyor.

BEŞ: Vücudun glikojen depolarını metabolize etmesi için 6-8 saat gerekiyor ve vücut ancak bundan sonra yağ yakmaya başlıyor. 16 saat süre aç kalınması yağ yakımını hızlandırıyor.

ALTI: İnsan büyüme hormonu (HGH) salgısı artıyor. HGH, yağ yakılmasını sağlayan bir hormon.

Günde en az 10 bin adım!

Genlerimizi değiştirmemiz şimdilik mümkün değil ama bunları pek âlâ aktive edebiliriz. Yapmamız gereken iki önemli şey var: Hareket ve açlık!

Hareket etmeliyiz: Taş Devri insanı yiyecek aramak ve elde etmek için kan-ter içinde kalıyordu. Bizim böyle bir şeye ihtiyacımız olmaması hareket etmemize engel olmamalı, günde en az 10 bin adım atmak şart!

Arada aç kalmamız lâzım: Taş Devri insanları ellerinin altında sürekli yiyecek olmadığı için “zorunlu” açlık dönemleri yaşıyorlardı. Bizim bol yiyeceğimiz olması bunları sürekli yememizi gerektirmiyor. Aç kalalım ki yokluk günleri için depoladığımız yağları yakabilelim.

Yazının devamı...

Hijyen takıntısı hasta ediyor

Son senelerde bilinçli olarak beyinlerimize sanki tüm mikroplar hastalık yaparmış şeklinde bir “algı” yerleştirildi. Biz erkek milleti genelde pasaklı olduğumuz için bu tür korkutmalara hiç de aldırış etmiyoruz ama kadınlarımız hijyen konusunda çok hassaslar. Hijyenik olma ideal anneliğin kriterleri arasına girdi. “Hijyenik annelerin” sayısı katlanarak artıyor. Bunu takıntı haline getirmiş olanlar hatta hastalık derecesinde yaşayanlar bile var. Bu korkutmaların amacı bir takım temizlik ve kişisel bakım ürünlerinin satışını artırmaktan başka bir şey değil. Bunlar yokken insanlar hem pis değillerdi hem de daha sağlıklıydılar. Kanserden kalp krizlerine kadar tüm hastalıklar bu hijyen ürünleriyle başladı.

Mikroplar hastalık yapmaz mı?

Mikroplar elbette hastlık yapar. Ama durduk yere de mikroplardan korkmanın anlamı yok. Vücudumuzda yani ağzımızda, derimizde ve büyük çoğunluğu da bağırsaklarımızda olmak üzere kendi vücut hücrelerimizin 10 misli fazla miktarda trilyonlarca bakteri bulunuyor. Sağlıklı olmak hastalıklardan uzak kalmak için bu mikropların bilhassa da bağırsaklarda yaşayanların türleri ve miktarları çok önemli.

Sezaryenle doğanlarda alerji daha fazla

Temizlik teorisini doğrulayan pek çok delil var. Mesela, astım sezaryenle doğan bebeklerde daha fazla görülüyor. Çünkü normal yolla doğan bebek annenin doğum kanalında bulunan ve bağışıklığı kuvvetlendiren mikropları alırken sezaryen doğumlarla steril şartlarda dünyaya gelen bebekler ilk mikropları deri teması ve hastanedeki yüzeylerden alıyor. Astım ve diğer alerjik hastalıklara kalabalık ailelerin çocuklarında daha az rastlanıyor; çünkü, çok kardeşi olan, kalabalık bir ailede büyüyen bebekler daha çok mikrop alıyor ve daha fazla enfeksiyon geçiriyorlar. Aynı şekilde, doğduğu günden itibaren evinde kedi, köpek gibi hayvan beslenen çocuklarda da alerjik hastalıkların görülme oranı daha az, zira bebek evdeki hayvanlarda bulunan bakterilerle karşılaşıyor.

Apartman çocukları daha kolay hastalanır

Büyük şehirlerde doğan ve apartman dairelerinde tertemiz bir ortamda büyütülen çocuklar ise kolayca alerjik hastalıkların pençesine düşüveriyor. Üstelik bu yavrular kızamığa, boğmacaya, çocuk felcine, hepatite ve sayısız hastalığa karşı aşılanıyor. Azıcık ateşleri çıksa, biraz burunları aksa, boğazları kızarsa hemen antibiyotikler veriliyor. Böyle tertemiz büyütülen çocukların bağışıklık sistemleri mikroplarla karşılaşmadıkları için kendine, savaşacak yapay düşmanlar arıyor. Tutuyor, evdeki tozlara, küflere, polenlere mikropmuş gibi davranıyor, onlara anormal tepkiler gösteriyor. İşte, bağışıklık sisteminin kimseye zararı olmayan maddelere karşı gösterdikleri tepkileri alerjik hastalıklar oluyor.

Alerjik hastalıkların sebebi

Dünyanın gelişmiş ülkelerinde artan astım gibi hastalıkların sebebi aşırı temizlik ve titizlik. "Hijyen teorisi" olarak bilinen görüşe göre, bu durumdan bebeklerin ilk döneminde çok temiz ortamlarda büyütülmeleri ve mikroplarla çok az karşılaşmaları sorumlu tutuluyor. Özellikle hayatın ilk yıllarında geçirilen enfeksiyonlar çocuğu rahatsız etse de, faydaları da var. Çocuğun bağışıklık sistemi bu enfeksiyonlar sayesinde virüslerle, savaşmayı öğreniyor. Bebek çok mikropla karşılaşmıyorsa bağışıklık sistemi güçlenemiyor alerjik hastalıklar ortaya çıkıyor.

Yazının devamı...

Kalbin yeni korucuyuları; çiğ sarımsak yemek, düzenli seks yapmak, yeteri kadar uyumak

Kardiyolog Johannes Hinrich von Borstel’in, ‘En önemli organımızın bilinmeyen hikâyesi’ isimli kitabında sağlıklı bir kalbe sahip olmanın sırları anlatılıyor...

Almanya’da Marburg Philipps Üniversitesi’nde çalışan kardiyolog Johannes Hinrich von Borstel’in, ‘En önemli organımızın bilinmeyen hikâyesi’ isimli kitabı piyasaya çıkar çıkmaz en çok satan kitaplar arasına yerleşti. Borstel kitabında dünyanın birçok ülkesinde bir numaralı ölüm sebebi olan kalp hastalıklarından uzak kalmak için doktora ve ilaca gerek olmadığını vurgulayarak doğru hayat tarzı ile sağlıklı bir kalbe sahip olmanın sırlarını anlatıyor. İşte, kitaptan herkesin faydalanabileceği bir çoğuna benim de katıldığım tavsiye ve uyarılar…

Orgazm sırasında 50 çeşit kimyasal salgılanıyor

Cinsel ilişki sırasında salgılanan hormonların kalp-damar sağlığını koruyucu etkileri var. Orgazm sırasında 50 farklı kimyasal madde salgılanıyor. Bunlardan biri sevecen fiziki temasla tetiklendiği için sarılma hormonu olarak da bilinen “oksitosin”. Oksitosin, kan basıncını düşürüyor, yaraların iyileşmesini hızlandırıyor ve stresi de azaltıyor. Yabancı biriyle değil sevilen biriyle olan münasebet kalp için daha iyi çünkü gerçek sevgi daha fazla oksitosin salgılanmasına sebep oluyor.

Michigan State Üniversitesi tarafından 2 bin 200 kişi üzerinde yapılan araştırmada düzenli cinsel hayatları olan ve ilişkilerinde tam doygunluğa ulaşan ve zevk alan 50 yaşın üzerindeki kadınların tansiyonlarının ve kalp hastalıkları risklerinin daha düşük olduğu belirlendi. Cinsel münasebet sırasında salgılanan faydalı hormonlardan biri de kalp hızı ve kan basıncını düşürücü etkileri olan endorfin. İltihap giderici etkisi olan östrojen ve kolesterol seviyelerini düşüren testosteron da seks sırasında artış gösteriyor.

Kalp hastalığı olanların seks yapması doğru mu?

Koroner damarların daralmasına bağlı ağrıları bulunan, yeni kalp krizi geçiren veya kalp ameliyatı olanlar cinsel aktiviteden huzursuzluk duyabilirler ama bunların gerekli tedavilerden 4-6 hafta sonra normal cinsel hayatlarına dönmelerinde bir sakınca yoktur. Ulm Üniversitesi tarafından 500’den fazla kalp krizi geçiren kişi üzerinde yürütülen çalışmada cinsel temasın sıklığı ve gelecekteki kalp problemleri arasında bir münasebet tespit edilmedi. Bu bilgilere göre seksin kalp için iyi bir egzersiz olduğu söylenebilir.

Sevilen biriyle olan ilişki daha iyi çünkü fazla oksitosin salgılanmasına sebep oluyor.

Her gün çiğ sarımsak yiyin

“Sebze ve meyvelerde bulunan fitokimyasalların hem kalbi koruyucu etkilerinin olduğunu hem de bunların ilaçlar gibi yüksek dozlarda alınmasının mümkün olmadığını” vurgulayan Borstel, özellikle zencefili soğan ve sarımsağı tavsiye ediyor.

Bu yiyecekler kanı incelterek kan akımının daha iyi olmasını, kalbe ve diğer dokuların daha iyi kan gitmesini sağlıyor.Her gün bir bardak suyla içilen bir çay kaşığı zencefil veya 2-3 çay kaşığı rendelenmiş sarımsağın kan basıncını azaltıcı tesiri var. Araştırmalara göre, günde 100-200 gram yani bir iki baş soğan yenmesi enflamasyonu baskılıyor. Soğan ve sarımsağın kötü kokusu karşı cinsi etkileyebileceği için bu yiyecekleri her iki tarafın da tüketmesi doğru olur.

Yeteri kadar uyuyun ama aşırıya kaçmayın

Uykusuz geceler kalp hızını ve kan basıncını ve enflamasyonla ilgili kimyasalları artırarak kalbi zorluyor. Warwick Üniversitesi uzmanları tarafından gerçekleştirilen araştırmada gece 6 saatten az uyuyanlarda ve uyku düzeni bozuk olanlarda kalp krizi riskinin yüzde 48 ve felç riskini ise yüzde 15 fazla olduğu ortaya çıktı.

Uykusuzluk stres kaynağıdır ve kalbi hızlandıran ve uzun vadede kalp ağrısı ve kalp yetersizliğine yol açan adrenalin salgısını artırır. Bununla beraber çok fazla uyumak da iyi değildir. Günde 9 saatten fazla uyuyanlarda kalp krizi riski yüzde 50 daha fazla. Uyku düzensizlikleri vücut iç saatini etkileyerek tip 2 diyabet riskini artırıyor. İdeal uyku süresi 7 saattir.

Kolesterol hapından daha etkili ve emniyetli uygulamalar

Tüm dünyada kalp krizi ve felçlerin önlenmesi için kullanılan ama hem etkinliği hem de emniyeti çok tartışmalı olan kolesterol hapları (statinler) yerine çok basit uygulamalar var. Mesela Florida Atlantik Üniversitesinin bir araştırmasında dişleri düzenli olarak fırçalamanın enflamasyonu, kalp krizi ve felç riskini statinler kadar azaltabileceği gösterildi. Zeytinyağı, kuruyemiş ve balıktan zengin Akdeniz Diyeti de kalp hastalıklarından koruyor.

Gelelim neticeye

Ben de kalp krizi ve felç, kanserler, obezite, diyabet, astım-alerji, egzama, depresyon, Alzheimer, osteoporoz ve diğer tüm kronik hastalıkların önemli ölçüde yanlış hayat tarzından kaynaklandığına inanıyorum. Hasta olmamak için doktora, hastaneye, ilaca aşıya ihtiyacınız olmadığını, tüm meselenin “adam gibi yaşamak” olduğunu unutmayın, keyfinize bakın.

Yazının devamı...

İkinci bir beynimiz var

Bağırsak mikrobiyotası, dünyaya geldiğimizde vücudumuzda olmayan bir organ ama doğumun üçüncü gününden itibaren oluşuyor. Bu organ kişinin kimlik kartı gibi düşünülebilir.

VVarlığını yeni fark ettiğimiz kalp, akciğer, böbrek, beyin veya dalak gibi bir “organımız” var. Bu yeni organın diğerlerinden en önemli farkı anne karnında iken bu organa ait tek bir hücre bile bulunmaması ve dünyaya geldikten sonra gelişmeye başlaması. Bu, öyle ufak tefek bir organ da değil. Onlarca trilyon hücreden oluşuyor, ağırlığı da iki kilogramı buluyor. Bu yeni organın adı “bağırsak mikrobiyotası”.

Bağırsaklar ikinci beyin unvanını hak ediyor

Bağırsak mikrobiyotası o kadar önemli bir organ ki buna “ikinci beyin” ismini teklif edenler bile var ve hiç de haksız değiller. Beyin ve bağırsaklar fetüste benzer hücrelerden gelişirler; zamanla bir kısmı merkezi sinir sistemini oluşturmak üzere farklılaşırken bir kısmı da bağırsaklardaki sinir sistemini oluşturur. Beyin ve bağırsaklar birbirine “vagus” adı verilen sinirle bağlıdır ve her iki organ birbirlerine bu sinir aracılığı ile çeşitli uyarılar gönderirler. Bağırsaklar ve beyin arasındaki etkileşim aslında herkes tarafından bilinir. Heyecanlandığımız zaman karnımızın ağrıması, sinirlenince midemize kramplar girmesi gibi ama bağırsaklardan beyine uyarılar gitmesi veya bağırsakların beyni etkilediğine dair bilgiler çok sınırlıdır. Depresyon ve anksiyete gibi hastalıkların bazı hastalarda şişkinlik, gaz, ağrı, dışkılama bozuklukları gibi mide-bağırsak şikâyetlerinden sonra belirmesi de bağırsak-beyin etkileşimine ait örneklerdir.

Mutluluk hormonu kaynağı

Beynimizde olduğu gibi bağırsaklarımızda da nöronlar yani sinir hücreleri var. Bağırsaklarda bulunan bu nöronlardan bazıları beyinde de bulunan ve halk arasında “mutluluk hormonu” adıyla bilinen “serotonin” sentez ediliyor. İşin ilginç tarafı ruh halimizin kontrolünde, depresyon ve agresyonda rolü olan serotoninin bağırsaklarda beyinden daha fazla bulunuyor.

Bağırsak mikrobiyotası nedir?

İnsan vücudunda 100 trilyon hücre bulunduğu tahmin ediliyor; bundan 10 misli fazla miktarda mikrop da vücudun deri, ağız, vajina, bağırsaklar gibi çeşitli bölgelerinde yerleşmiş bulunuyor. Bu mikroplar bulundukları yerlere göre daha önce o bölgenin “florası” olarak adlandırılırdı; flora yerine artık “mikrobiyota” tabiri kullanılıyor. “Bağırsak mikrobiyotası” dendiği zaman bağırsaklarımızda yaşayan tüm mikropları anlıyoruz.Bağırsak mikrobiyotasında en azından 1000 farklı türden bakteri ve bunlara ait 3 milyondan fazla gen (insan genlerinden 150 misli fazla) bulunuyor ve bunların ağırlığı iki kilogramı buluyor.

Bağırsak mikrobiyotası bir organ olarak kabul ediliyor

Bağırsak mikrobiyotasının vücudun çeşitli fonksiyonlarının yerine getirilmesindeki vazifeleri onun ayrı bir “organ” olarak kabul edilmesine neden oluyor. Bu, dünyaya geldiğimizde sahip olmadığımız bir organ. Bebek anne karnında steril bir ortamda gelişir ve ilk mikropları dünyaya gelirken annenin doğum kanalından, vajinasından, derisinden, memesinden ve soluduğu havadan alır. Bağırsak mikrobiyotası, doğumun üçüncü gününde bebeğin beslenme şekline göre değişir. Anne sütü emen bebeklerin bağırsak mikrobiyotasına “bifidobakteriler” hâkim olur. Üç yaşına gelindiğinde bağırsak mikrobiyotası artık belirlenmiş ve erişkinlerinkine benzer bir hâle gelmiştir; ve bu ömür boyu sürer.

Kişinin kimlik kartı gibi

Bağırsak mikrobiyotası, parmak izi, retina gibi kişilere özgü bir kimlik kartı olarak da görülebilir. Diyetteki ögelere geçici veya sürekli olarak alışkanlık kazanır: Değişikliklere uyum sağlasa da dengesi özel durumlarda bozulabilir; buna “disbiyosiz” denir. Bu, fonksiyonel ve enflamatuar bağırsak hastalıkları, alerjiler, obezite ve diyabet ile ilişkilendirilir. Prebiyotik, probiyotiklerin bağırsak mikrobiyotasına müspet etkileri vardır. Faydalı mikroplar için besin olan prebiyotikler, bu mikropların üreme ve aktivitesini artırıp, fonksiyonlarının daha iyi olmasını sağlar. Yoğurt, kefir, turşu gibi fermente yiyeceklerde bulunan probiyotikler bağırsak mikrobiyotasının dengesini ve çeşitliliğini sağlarlar.

Yazının devamı...

100 sene yaşamak için 15 ipucu

Ünlü şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı “Yaş 35, yolun yarısı eder” demiş ama insan ömrü giderek uzuyor, şairin hesabı şaşıyor. 122 yaşında hayatı kaybeden Jeanne Calment isimli Fransız kadını istisna kabul etsek de dünyanın birçok ülkesinde artık kadınlar 80, erkekler 75 yaşına erişiyorlar. Bu hafta dünyaca ünlü bilim dergisi Nature’da yayınlanan bir araştırmaya göre de insanların 115 sene yaşamaları mümkün. Buna göre “Yaş 70, yolun yarısı gitmiş” demek yanlış olmaz...

Kadınlar erkeklerden uzun yaşıyor

İstatistiklere göre 100 yaşını geçen her dört kişiden üçü kadın sadece biri erkek. Bunun esas olarak her iki cins arasındaki biyolojik ve genetik farklılıklarla ilgili olduğu düşünülüyor. Kadın ve erkeklerin sosyal, kültürel, çevresel bakımlardan değişik şartlara maruz kalmaları da önemli olabilir. İşte bu farklar nedeniyle, koroner kalp hastalıkları, hipertansiyon, kanser, KOAH gibi hastalıklar erkeklerde daha fazla görülüyor ve daha ölümcül seyrediyor. Bu hastalıkların sigara ve alkol kullanımı, şişmanlık, stres gibi erkeklerde daha fazla rastlanan risk faktörleriyle ilgili olduğunu hatırlamakta yarar var.

Kışın doğanlar daha şanslı

Amerika’da yapılan bir araştırmada, ocak ve kasım aylarında doğanların yaşama şanslarının nisan-haziran döneminde doğanlardan yüksek olduğu belirlendi. Burada da mevsim farklılıklarına uygun olarak hayatın ilk aylarında maruz kalınan enfeksiyonlarının, alerjenlerin, hava şartlarının etkileri üzerinde duruluyor. Benzer sebeplerle insanların doğdukları çevrenin şartlarının da yaşama süresinin belirlenmesinde rolleri olabilir.

Nitekim 100 yaşını geçenlerin çoğu büyük şehirlerde değil, çiftliklerde ve köylerde yaşayan ve doğal beslenen insanlar ise uzun yaşama bakımından diğer kardeşlerinden iki misli fazla şansa sahip yaşama süresini etkileyebileceği akla ve mantığa çok uygun geliyor.Nitekim 100 yaşını geçenlerin çoğu büyük şehirlerde değil, çiftliklerde ve köylerde yaşayan ve doğal yiyeceklerle beslenen insanlar.

Çok çocuklu ailelerde ilk doğan kız çocuğun 100 yaşını geçme ihtimali diğer kız kardeşlerine göre üç kat yüksek. İlk doğan erkek çocuk ise uzun yaşama bakımından diğer kardeşlerinden iki misli fazla şansa sahip.

Tek çare iyimserlik...

Pittsburgh Üniversitesi tarafından 100 bini aşkın 50 yaş ve üzerindeki kadında yapılan araştırma iyimserlerin daha uzun ömürlü olduklarını gösteriyor. Cinsiyetimizi, nerede doğacağımızı vs belirlemek elimizde olmadığına göre iyimserlik eldeki tek çare...

Kitap kurtlarına da iyi haberlerim var

Yale Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmada günde en az yarım saat kitap okuyanların hiç kitap okumayanlara göre iki sene uzun yaşadıkları ortaya çıktı. “Kitap okumak neden hayatı uzatıyor” sorusuna kesin ve net bir cevap vermek mümkün değil. Bana göre daha çok kitap okumak daha sağlık bir hayat tarzı ile ilişkili olabilir; mesela çok kitap okuyanlar daha iyi besleniyor olabilirler.

Gerçi, kitap oturarak okunduğuna göre kitap okuyanların daha uzun süre hareketsiz kaldıkları düşünülebilir ve bunun hiç de sağlıklı bir şey olmadığı ortadadır ama bu, elbette okumaya meraklı olanların yeteri kadar hareketli olmadıkları manasına da gelmez. Ben asıl hangi tür kitapların okunduğunu merak ettim: Bilimsel veya politik kitaplar mı, tarih mi, gezi mi, bilim kurgu mu, polisiye mi, aşk mı, sağlık mı ya da başa bir tür mü?

100 sene yaşamak için ipuçları

Kanser, kalp krizi, diyabet gibi tüm kronik hastalıkların yüzde 50’si beslenmeyle ilgili. Rafine şeker, un ve trans yağlardan kısaca hazır gıdalardan uzak durun. Günde 5 gram tuzu geçmeyin.

Düzenli egzersiz yapanların daha uzun yaşadığını artık herkes biliyor. Bunun için en uygun sporlar düzenli yürüyüş ve yüzme.

Gecede ortalama 6-7 saat uyuyun. 8 saatten fazla ve 4 saatten az uyuma yaşama süresini kısaltıyor. Öğle vakti yarım saati geçmeyen uyku (siesta) çok yararlı.

Her gün öğle vakti 15-20 dakika güneşlenin.

Mutlu bir evlilik de uzun yaşamanın anahtarlarından. Birden fazla evlenenlerin beklenenden erken öldükleri aklınızda olsun.

Düzenli cinsel hayat da uzun yaşama şansını artırıyor. Seks stresi azaltıyor.

Çok çocuğu olanlar da uzun yaşıyorlar. Çocuk ve torunlar mutluluğu ve yaşama motivasyonunu artırıyor.

Anne ve babanıza, akrabalarınıza yakın olun, onlarla sık sık görüşün.

Gülün. Gülmek bir taraftan stres hormonlarının düzeyini azaltıyor, diğer taraftan vücudun tabii savunma mekanizmalarını ve bağışıklığı güçlendiriyor.

Araba kullanmayın. Yürüyün veya bisiklete binin.

Fazla kilolardan bir an önce kurtulun. Obezite, hem kalp hastalıkları hem de bazı kanserler için risk yaratıyor.

Hangi yaşta olursanız olun, yeni bir şey öğrenmeye bakın. Mesela bir müzik aleti çalın veya yeni bir dil öğrenin.

Sigara ve alkol içmeyin. Her gün yeşil çay için.

Düzenli olarak ibadet edenler daha uzun yaşıyorlar.

Mümkünse şehirde değil köyde hiç değilse kasabada yaşayın.

Yazının devamı...

En iyi grip aşısı grip geçirmektir

Grip mevsimi geldi çattı. Peki grip aşıları ne kadar işe yarıyor? Unutmayın grip aşılarının “Ya tutarsa” diyerek göle maya çalmaktan farkı yok.

Farkında mısınız bilmem, artık geçmiş yıllarda olduğu gibi “İlle de grip aşısı yaptırın” diye başımızda davul çalınmıyor çünkü grip aşılarının üreticilerinin ileri sürdüğü gibi koruyucu olmadığı net olarak ortaya çıktı. Tıp âleminin tavsiyelerini emir kabul ettiği ünlü Hastalık Kontrol Merkezi (CDC) bile en mükemmel aşı olduğunu savunduğu zayıflatılmış canlı grip aşılarının geçen sene sadece yüzde 3 etkili bulunması üzerine bu aşıların yapılmasını yasaklamak zorunda kaldı. Alabama Eyaleti Halk Sağlığı Bürosu müdürü Dr. Jim McVay’ın “Grip aşısı yaptırmakla buruna su fışkırtmak temelde aynı şey” sözleri grip aşılarının sadece birer ticari ürün olduğunu çok güzel anlatıyor.

Grip aşılarının etkili olması zaten teorik olarak da mümkün değil. Birincisi, bir önceki senenin virüslerinden hazırlanan aşıdaki virüsle salgın yapan virüsün tıpatıp aynı olması büyük bir tesadüfü icap ettiriyor zira grip virüsleri sürekli olarak yapılarını değiştiriyorlar. İkincisi, aşılama ile sadece antikor yapımı sağlanıyor ve üstelik de bunlar birkaç ay sonra kayboluyor. Oysa gripte asıl mühim olan hücresel bağışıklık ama aşıların bunu uyarma özelliği yok. Üçüncüsü aşı hazırlanırken bile virüsün yapısı değişebiliyor. Neticede, aşıdaki virüsle salgın yapan virüsün aynı olması bile hiçbir işe yaramıyor.

Risk grubunda yer alan kişilerin aşı olmasının da hiçbir anlamının olmadığı kolayca anlaşılabilir. Gripten zarar görme riskiniz arttıkça aşıdan fayda görme ihtimaliniz de buna paralel azalır. Sağlıklı insanı korumaktan aciz bir aşının bağışıklık sistemi baskılanmış bir kişiyi bırakın korumasını bunlarda aşıya antikor cevabı almak bile mümkün olmayabilir.

Bence asıl önemlisi de grip aşılarına aslında aşı denerek diğer aşılara ayıp ediliyor olması. Çünkü aşılar bir veya bazen birkaç doz yapıldıktan sonra insanları o mikroplara karşı ömür boyu koruyan uygulamalardır. Oysa modern tıbba göre grip aşılarının 6 aylıktan itibaren her sene tekrarlanması gerekiyor, bazı yıllar iki kere yapılması bile istenebiliyor. Ortalama ömür 80 seneye yaklaştığına göre bir insanın sadece grip için 100 kere aşılanması gibi tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. Böyle bir uygulamaya aşı demek ne kadar doğru karar sizin, bana göre aşı yaptırmanın “Ya tutarsa” diyerek göle maya çalmaktan farkı yok. İnsanları gripten çok iyi koruyan bir aşı var ki o da grip geçirmek. Grip geçiren insanlarda ömür boyu kalıcı olan ve üstelik de mutasyona uğrayan virüslere karşı da koruma sağlayan bir bağışıklık meydana gelir.

Haftanın yemişi: Hünnap

100 gramında 79 kcal olan hünnapın vitamin dağılımı yüzde 5 A vitamini, yüzde 17 B vitamini türevleri ve yüzde 83 C vitamini şeklindedir. Potasyum, demir, manganez, magnezyum, fosfor, kalsiyum, çinko ve sodyum mineralleri açısından zengindir. Hünnabın rahim ağzı ve meme kanseri hücrelerinin canlılığını baskıladığını gösteren araştırmaları da hatırlatırım.

Tereyağı kalp hastalığı yapmıyor diyabeti azaltıyor

15 ülkede 636 bin kişi üzerinde yapılan 9 çalışmanın analizinde günde bir yemek kaşığı tereyağı tüketilmesinin kardiyovasküler hastalıkları, koroner kalp hastalıklarını, felçlerle ilişkili olmadığı gibi diyabet riskini azaltabileceği ortaya çıktı.

Araştırma medyada “Tereyağı aklandı” diye yer aldı. Tereyağı kirli değildi ki aklansın. Burada marketlerde satılan ve üzerinde “tereyağı” yazan margarinlerden bahsetmiyorum. Gerçek tereyağı ilkel metotlarla yapılan köy tereyağıdır. Köy tereyağı zeytinyağı ile beraber en sağlıklı yağdır ve bırakın sağlığa zararlı olmasını yenmemesi sağlığa zararlıdır. Kronik hastalıkların esas sebebi tereyağı veya kolesterol değil, şekeri, trans yağlar ve işlenmiş hububattır, yani hazır gıdalardır.

Bağışıklığımızı nasıl destekleriz?

Neredeyse her gün “Doktor Bey, bağışıklık sistemini nasıl güçlendirebiliriz? Hangi ilacı alalım, ne yiyelim ne içelim?” sorularıyla karşılaşıyorum. Küçük çocukları çok sık hastalanan anneler mucize bir ilacın, sihirli bir vitaminin, harika bir besin desteğinin adını öğrenmek arzusuyla yanıp tutuşuyorlar. Bunlar genellikle öyle herkesin bildiği şeylerin değil de, kimsenin bilmediği gizemli bir formülün veya adı duyulmadık bir bitkinin peşindeler. Peki, o zaman bağışıklık sistemini nasıl koruyabiliriz?

Allah büyük çoğunluğumuza mükemmel bir bağışıklık sistemi vermiştir. Bizim onu güçlendirmemize gerek yoktur. Biz sağlıklı insanların yapmaları gereken bağışıklık sistemini kuvvetlendirmek değil onu desteklemek ve zarar veren etkenlere karşı korumaktır.

Bunlara dikkat!

-Bağışıklık sisteminin en büyük düşmanlarının başında ilaçlar gelir. Kendiliğinizden ve gelişigüzel ilaç kullanmayın. Birçok hastalığın ilaç almadan da kendiliğinden geçtiği, en büyük ilaç israfının modern tıptan kaynaklandığı aklınızda olsun.

-Bağışıklığı kuvvetlendiren mucize bir yiyecek veya içecek olmadığını bilin. Mayalı, lifli, işlenmemiş gıdaları makul miktarda ve günde iki öğün tüketin. Haftada 1-2 kere taze balık yiyin. Tereyağı ve zeytinyağından şaşmayın. Soğan, sarımsak, her türlü ot sofranızda eksik olmasın.

-Tüm işlerinizi kendiniz yapın, gideceğiniz yerlere yürüyerek gidin, yazın denize girin ama deli gibi spor yapmayın.

-Öğle vakti yarım saat güneş banyosu yapın.

-Düzenli uyku vücudumuzu enfeksiyonlara karşı güçlendirir. Her gün ortalama 8 saat tam karanlıkta uyuyun. Mümkün olduğu kadar hep aynı saatlerde yatağa girin. Erken yatın, erken kalkın.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.