Şampiy10
Magazin
Gündem

‘35 yaşın altında işsizlik oranının yüzde 32 olması Türkiye’nin en büyük sorunu’

TÜGİAD Başkanı Lütfü Küçük, krizin en büyük etkisinin istihdamda yaşandığını belirterek, “Şu anda Türkiye’de 35 yaşın altında işsizlik yüzde 32... Olan oldu. 35 yaş altı nüfus en çok verim alınacak yaş grubudur. Bu yaş grubunda işsizliğin bu oranda olması en büyük sorunu şu anda Türkiye’nin” dedi. Krizin Türkiye’yi teğet geçmeyeceğini en başından söylediklerine dikkat çeken Küçük, yatırım için güvenli ortamın sağlanması ve yabancı yatırımcıların gelmesi için IMF ile anlaşılması gerektiğini vurguladı

Lütfü Küçük, Türkiye Genç İşadamları Derneği’nin (TÜGİAD) Başkanı. Otomotiv yan sanayi alanında faaliyet gösteren şirketi Avrupa’nın ikinci büyük üretcisi durumunda. Kendisiyle Odakule’deki TÜGİAD ofisinde buluştuk. Doğu Karadenizli sanayici bir ailenin oğlu olan Küçük, Londra’da eğitim aldıktan sonra İngiltere’de gıda, lojistik ve dış ticaret alanlarında çeşitli firmalarda çalışmış. Daha sonra otomotiv yan sanayi alanında faaliyet gösteren firmasını İngiltere’de kurmuş. Türkiye’ye dönünce de kardeşiyle otomotiv ve döküm sektöründe üretim ve ihracat konularında yatırımlar yaparak aile şirketleri olan EKU Fren Kampana ve Döküm A.Ş.’yi geliştirmiş. EKU Fren, bugün kendi dalında Avrupa’nın ikinci büyük şirketi. Küçük, Avrupa’daki ilk 10 otomobil üreticisinden 7’siyle çalıştıklarını söylüyor.

* Sanayici bir ailedensiniz. Fren parçaları konusunda uzmanlaştığınız bir şirketiniz var. Bu uzmanlaşma nasıl oldu?

10 yıldır bu konuda uzmanız. Dökümcülüğün yanı sıra kendimizi fren parçaları üreten bir firma olarak konumlandırdık. 2.5 yıl önce TAYSAD Organize Sanayi Bölgesi’nde kurduğumuz tesis Avrupa’nın alanında en büyük tesisi. Ben Türkiye’ye dönüp işe başladığımda şirketimizdeki 16’ncı bordrolu çalışandım. Gelişmeleri iyi okuduk, yalnızca dökümcü olarak kalmamak gerektiğini görerek planlama yaptık. Her yıl büyüdük.

* Bu kriz en çok otomotiv sektörünü etkiledi. Siz krizden ne oranda etkilendiniz?

Çok etkilendik. Bizim şirketimizin üretiminin yüzde 85’i ihraç ediliyor. Otomotiv sektöründe ciddi daralma var. Avrupa’nın ilk 10’undaki otomotiz firmalarının 7’siyle çalışıyoruz. Düzenli olarak onlara ürün veriyoruz. Avrupa yüksek teknoloji talep ediyor. Orjinal ekipmana üretim yaptığımız için farklı bir ligdeyiz. Ama çok etkilendik. Aracı üreten firmalarla, bir de yenileme pazarıyla çalışıyoruz. Aşınan, eskiyen parçaların da kendi içinde bir pazar büyüklüğü var. Ticari araçlarda yüzde 80 üretim kaybı, bize yüzde 35 olarak yansıdı. Piyasa yüzde 80 geri çekilirken biz bunu firma olarak yüzde 35 hissettik. Kötünün iyisi durumundayız. Temmuz-Ağustos ayında eski seviyemizin yüzde 20 gerisinde kaldık. Eylül ayı daha iyi geçti. Toparlanma süreci başladı. Şubat ayına kadar iyileşme devam eder ama yine söylüyorum bu tahminlerin hepsi kötünün iyisi.

* ’Bir daha eskisi gibi olmayacak’ diyenlerden misiniz? Hayır. Büyüme Doğu’dan geliyor. Otomotiv ve ticari araç piyasasına ciddi talep olacak. Doğu’daki nüfus artışı ve endüstrileşme çok net otomobil talebi getiriyor. İnsanların hayat standartları da artacak. Aşırı bir kapasite fazlası doğmuştu otomotiv sektöründe. Otomotiv sektörü bunu belli zamanlarda üretiyor. Çünkü otomotiv tesisleri çok büyük yatırımlar. Kademeli bir büyüme süreci var. Türk sanayisi de Doğu Avrupa’nın ve bu bölgenin en çok çeşitli sanayi üretimini yapıyor. Otomotiv sektörünün elinde şu anda 4 aylık stok var, bu 30 güne çekilmeli. Bu çekilme olduğunda sanayi üretimi başlar.

* Bu kriz Türkiye’ye çok büyük bir işsizler ordusu kattı. Otomotiv sektörü de bu alanda başı çekti.

Evet ne yazık ki biz de şirketimizde vardiya düşürdük, işçi çıkarmak zorunda kaldık. İyileşme sürecinde bir performans ölçümü yapılacaksa bunlardan biri istihdamdır. İstihdamda pozitif bir iyileşme üretemeyen başarılı olamaz.

* Krizin teğet geçmediğinin en önemli göstergesi işsizlik oranları...

Şu anda Türkiye’de 35 yaşın altında işsizlik yüzde 32. Olan oldu. 35 yaş altı nüfus en çok verim alınacak yaş grubudur. Bu yaş grubunda işsizliğin bu oranda olması en büyük sorunu şu anda Türkiye’nin.

* TÜGİAD’ın kaç üyesi var?

670. Üyelerin 3’te 2’si İstanbul’da.

* Siz kriz süresince üyelerinizle nasıl bir yol izlediniz, üyelerinizi nasıl yönlendirdiniz?

Biz kriz süresince olağanüstü performans gösterdik. 2008’in Haziran ayında üyelerimiz ticari merkezlere yöneldi. Karşılıklı ticaretin gelişmesi için çalışmalar yapmaya başladılar. Almanya, Hollanda, İtalya’ya gidildi. Biz orada o anki ticari koşullar iyi olmasına rağmen negatif kırılmanın geldiğini gördük. Kriz başlamadan piyasalarındaki daralmayı gördük. Ben otomotiv piyasasına kilitlenmiştim. Bizim yurtdışında çalıştığımız firmalar ciddi öngörülerde bulundu. Biz o dönemde mal yetiştiremiyorduk ama sorgulamaya başladık. Ciddi bir kriz beklentisi vardı. Otomotivde 6 ay ilerisini kesin görürdük, ikinci 6 ayı da takribi görürdük. Ve bizim o dönemde siparişlerimiz 3 aya, sonra 2 aya çekildi. Biz komisyonlar vasıtasıyla araştırmalara başladık. Ağustos’ta dalgalanma oldu, Eylül ayında ciddi düşüş oldu. Biz erken okumuştuk krizi.

Ekonomik kriz döneminde komşularımızı keşfettik

* Krizi erken okumanın nasıl bir yararı oldu size?

Bir şeyi incelerken alternatifleri de fark ettik. Türkiye dünyada komşularıyla olan ticareti GSMH’na oranı en düşük ülkelerden biri. Türkiye komşularıyla ticaret olanaklarını kullanmıyor. Ortak sınırlarımız olan ülkelerle minimum ticaret yapıyoruz. Nasıl oluyor da bu kadar küçük pay oluyor? Nedenleri araştırdık. Tamamıyla ilgisizlikten kaynaklanıyor. İran’la ambargo dışında yapılacak bir ticaret alanı var. Aslına bakarsanız ambargoyla bizim ilgimiz yok. İran çok çeşitli ihtiyaçları olan, ticari hacmi çok büyük bir ülke. Neticede en önemli faktör ilgisizlikti.

Seri ziyaretler yaptık

Sanayideki konumlandırmamızla biz tamamen gelişmiş ülkelere yüzümüzü dönmüşüz, kimse de dönüp İran’a bakmamış. ‘İran endüstrisinin ne tür ihtiyaçları var’ diye kimse bakmamış. Sonra program yaptık. Bir seri ziyaret gerçekleştirdik.

* Nerelere gittiniz?

Son 18 ayda 5 kez İran, 2 kez Mısır’a, 3’er kez Ukrayna, Rusya’ya ve Gürcistan’a gittik. 2 kez de Azerbaycan’a gittik. Civar ülkelerle ne yaparız diye baktık, raporladık. İran’la olan ticaretimizi bir yıl içinde 2 katına çıkarabileceğimizi düşündük. Hatta bunları Cumhurbaşkanımız Sayın Gül’le de paylaştık. Enerji sektörü dışında söylüyorum, enerji hariç ticari hacmimiz 1 milyar civarındaydı. Kısa zamanda bu ticaret hacmi 2 milyar dolar seviyesine geldi. 670 üyemiz var, bunlar 400 bin istihdam yaratır, 18 milyar dolar ithalat yapar, 16 milyar dolar da ihracat yapar. Bu rakamlara bakarsanız nasıl bir tetikleyici rolümüzün olduğu görülür. İran’ı ele alınca kısa zamanda ciddi yol aldık. İlk gidişimizde 3.5 milyon euroluk siparişle döndük. ’Merhaba’ dedik ve bu siparişleri aldık. Yüz yüze görüşmek de önemli. İran’da bize sempati duyuyorlar. Pazar var, ortak din var, ciddi sempati var, Türk dizilerini bizim kadar izliyorlar. Çaba gerekiyor yalnızca. Bugüne kadar bu ülkelerle gerekli önemi vermememiz bizim hatamız.

Hükümet IMF ile anlaşmalı rakamlar bunu gösteriyor

* IMF ile anlaşma sağlanmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz çok uzun zamandır IMF ile anlaşma yapılması gerektiğini, bunun Türkiye’ye fayda sağlayacağını düşünüyoruz. Bu işin bilimsel bir tarafı var. IMF ile anlaşma güven ortamı sağlıyor. Yabancı sermaye için bu çok önemli. Biz bu konuyu çok irdeledik. Hakikaten IMF ile anlaşılmalı, rakamlar da bunu gösteriyor. ’Kriz bizi teğet geçemeyecek’dedik biz. Ciddi yara alacağımız ortadaydı. İhracatımızın yüzde 60’ını Batı Avrupa’ya yapıyoruz. Avrupa daralırken bizim etkilenmemiz mümkün değildi. Kendi iç ekonomimizi hareketlendirmek için de IMF ile anlaşma gerekli dedik. Hindistan ve Çin tamamen direksiyonu iç piyasaya çevirdi. Türkiye iç piyasayı hareketlendirecek refleksi geç gösterdi. IMF ile anlaşmak akreditasyon sorununu da ortadan kaldıracaktır. Yabancı yatırımcı her şeyden önce istikrarlı ortam ve gelecekle ilgili ekonomik paketlerin net olmasını ister. Regüle edilmiş ortam ister. Küt diye frene bastı yabancı yatırımcı.

Yazının devamı...

GÜLER SABANCI: Hayatımdaki kahraman babaannem Sadıka Hanım

Bu yaz başı Sabancı Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı, Avrupa Birliği Konseyi Genel Sekreteri Javier Solana’nın başkanlığını yaptığı jüri tarafından ‘Raymond Georis Yenilikçi Filantropist Ödülü’ne layık görülmüştü. Bu ödül ile Sabancı Vakfı, Avrupa’nın en önemli filantropi ödülü listesine Türkiye’den giren ilk vakıf olmuştu. İnsanların hayatlarında gerçekten fark ve değişim yaratabilen kurum ve kişilere veriliyor bu ödül.

Dün Sabancı Vakfı’nın bu yolda ilerleyişine bir kez daha tanıklık ettik. Bu kez Sabancı Vakfı, Türkiye’de fark yaratanları bulmak için kolları sıvamış. Başarılı televizyoncu arkadaşımız Cüneyt Özdemir’in yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği ‘Fark Yaratanlar’ adlı program 4 Ekim’de CNN Türk ekranlarında başlayacak.

32 haftalık program

Türkiye’nin farklı köşelerinde yüzlerce fark yaratan isimsiz kahraman olduğuna inanıyorum. Doğrusu, toplantı sırasında eğitim, kültür, sağlık, gençlik projeleri, istihdam yaratmak gibi konularda çevrelerinde fark yaratan isimler de aklıma geldi.

Sabancı Vakfı Genel Müdürü Hüsnü Paçacıoğlu ve vakıf yöneticilerinden Zerrin Koyunsağan’ın verdiği bilgileri özetlemek gerekirse, 35 yıllık vakıf bugüne kadar 33 binin üzerinde öğrenciye burs vererek birebir insanların hayatını değiştirdi. Bugüne kadar tam 39 eğitim kurumu, 17 öğrenci yurdu, 17 öğretmenevi, 9 sağlık kurumu, 32 kültür 5 de spor tesisi yaptılar.

Vakıf, uyguladığı hibe programlarıyla da farklılık yakaladı. Türkiye’nin 30 farklı ilinde hibe programları yürütülüyor.

Güler Hanım yapmak istediklerini, “Bu programla fark yaratan kişileri görünür kılacağız. Her şeyi devletten beklemeyelim. İnsanların hayatına fark yaratmak hedefini koyalım. 1994 yılında Sabancı Üniversitesi’ni kurmak için yola çıktığımızda da hedefimizi fark yaratmak ve insanlara dokunmak olarak koymuştuk. Çünkü dokunduğunuz yerde fark yaratırsınız” diyerek anlattı.

Cüneyt Özdemir’le aynı okuldan mezunuz. İletişim fakültelerinde bize bir gazeteci için ‘kötü haber aslında iyi haberdir’ diye öğretildi. Bunu dün Cüneyt hatırlattı ve “Kötü haberleri iyi haber olarak görme devri bitiyor. İnsanlara ilham verecek, insanlara insanlığa borcu olduğunu hissettirecek insanları çıkaralım, gösterelim istedim. Bu program böyle bir niyetten doğdu” diyerek özetledi ‘Fark Yaratanlar’ programını...

Bu toplantı sırasında Güler Hanım’ın hayatında fark yaratan ismi de öğrendik: Babaaannesi Sadıka Sabancı. “Herkesin hayatında isimsiz kahramanlar vardır. Babaannem benim hayatımda böyle bir insan. Toplumda yaptıklarıyla fark yaratanlar var. Türkan Saylan böyle bir kadındı” dedi Güler Hanım.

‘Fark Yaratan’ olduğunu düşünenler ya da önerisi olanlar www.farkyaratanlar.org adlı siteye adaylık başvurusu yapabilecek, önerilerini sunabilecek. Yurttaş katılımı, sağlık, çevre, eğitim, ekonomik gelişme konuları başlık olarak seçilmiş. Aralarında Ayşen Özyeğin, Ümit Boyner gibi isimlerin de olduğu bir jüri programa katılacakları seçiyor. 32 hafta sürecek olan programda her hafta yeni bir fark yaratanın hikayesini izleyeceğiz.

Ömer Koç’un Berlin’deki Çağdaş Türk Sanat Merkezi

Mustafa Koç ve Ali Koç’un İstanbul Bienali üzerine sohbet etmek için verdiği yemekte ailenin sanata en düşkün üyesi Ömer Koç yoktu. Ama onun yokluğunda çağdaş sanat üzerine yaptıklarından epeyce konuştuk. Ömer Koç’un elinin hep üzerinde olduğu Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nin sergileri malum. Aylar önce galerinin misafir ettiği Şükran Moral’ın Aşk ve Şiddet adlı sergisi hafızamdan hiç çıkmıyor.

Türkiye’deki güncel sanatın yurtdışında da tanıtılması açısından önemli bir adımın bundan 2 yıl önce Ömer Koç tarafından atıldığını Koç Holding İletişim Koordinatörü Oya Ünlü Kızıl söyledi. Berlin’de Vehbi Koç Vakfı çatısı altında TANAS adlı bir galeri açılmış. Berlin’deki Hamburger Bahnhoff Müzesi’nin arka sokağında Tanas Çağdaş Sanat Merkezi... www.tanasberlin.de adresinden de baktım. İlginçtir, bu merkezin tanıtımı için bugüne kadar Türkiye’de bir çalışma yapılmamış. TANAS’ta şu ana kadar yer alan Türk çağdaş sanatçıları Nilbar Güreş, Canan Şenol, Aydan Mürtezaoğlu, Bülent Şangar’ın eserleri şu günlerde İstanbul Bienali’nde de sergileniyor.

Ömer Koç son zamanlarda çağdaş Türk sanatçıların eserlerini topluyor, Beyoğlu’nda yeni yer arandığını da duydum. Kimbilir belki Berlin’den sonra Türkiye’de de bir TANAS açılır, belki de yepyeni bir çağdaş sanat mekanı kurulur.

Yazının devamı...

215 arabam, 10 bin lastiğim gitti Allah’tan çalışanıma birşey olmadı

Türkiye’nin en büyük servis ağının kurucusu Abdürrahim Albayrak, İstanbul’daki selde en zor günlerini yaşayan isimlerden biriydi. Şirketi Altur, selden çok büyük zarar gördü. Ayamama Deresi’ne 200 metre uzaklıktaki şirketin zararını 215 araba, 10 bin lastik olarak özetleyen Albayrak, “Çok sayıda aracımız var kiralık, onların lastikleri buradaydı.

Boyalar, yağlar, yedek parçalar, 2 adet araba boyama fırını vardı. Hepsi bozuldu. Akla gelebilecek her şey gitti ama Allah’ın sevdiği kuluyum, can kaybı olmadı. Arabanın 2010-2011 modeli var ama insanın yok” diye konuştu.

Türkiye’nin en büyük servis ağının, Altur’un kurucusu Abdürrahim Albayrak, geçtiğimiz hafta hayatının en zor günlerini yaşadı. Galatasaray camiasının en renkli kişiliklerinden biri olan Abdürrahim Albayrak’ın şirketi de sel felakatinden büyük hasar gördü. Servis ağının yanısıra Volkswagen marka binek ve ticari araç bayii olan Albayrak’ın şirketi Ayamama Deresi’ne 200 metre uzaklıkta. Sel felakatinin başladığı dakikalarda binada 600 çalışanıyla birlikte olan Abdürrahim Albayrak’la konuştum.

* Çok geçmiş olsun. Gördüğüm kadarıyla kısa zamanda toparlanmış bina...

Çok büyük bir felaket yaşadık. Biz 6 günde bu kadar toparladık, inan 15 günde bu kadar toparlayamazdı kimse. Sel felaketinin başladığı andan itibaren ben personelime cesaret verdim. O dakikaları anlatmam mümkün değil. Herkes merdivenlerde, herkes koşuyor, dışarıda insanlar kaçıyor, arabalar, otobüsler sele kapılmış... O gece personele moral olsun diye şirketin son 2 katına elektrik verdirdim. Altur yazılarını açtırdım. O saatlerde dışarıda bekleyenler de vardı. Alkış koptu. İnsanlar şirketin ayakta olduğunu gördü.

* Binanın alt katları, tamirhane bölümü sular altında kaldı, dışarıdaki araçlar sulara kapıldı. Bütün her şey gidiyor diye düşündünüz mü? Neler hissettiniz?

Çölde gibisin. Çaresizlik içinde ekibinle bir şeyler yapmaya çalışıyorsun. Bu binanın altında 5 bin metrekare 2 kat var ve iki kat tamamıyla sular altındaydı. 10 tane su çekme motoru aldık, o motorları buraya getirdik ve suları çekmeye başladık. Tamirhane tamamıyla su altında olduğu için çok korkuyordum.

* ’Personel sular altında kaldı’ diye mi?

Evet. Kaç bin ton su oldu artık bilemiyorum. Alt katlarda 180 kişi çalışıyor. Nasıl bir şey biliyor musun, görmeden anlatılacak gibi değil. Biraz önce ne hissettiniz? dedin. Ben Rize çocuğuyum. Dere kenarında büyüdük. Orada da sel olurdu ama bu başka bir şey. Çığ gibi. Bir deniz patladı. Yağmur suyu birikmiş filan değil. Arabalar birbirine vuruyor, TIR’ları biliyorsun. Havaalanının ana damarı sular altında. 48 saat kapalıydı yol. Her yer harabeye döndü. Çığlıklar, insanların kaçışı felaketti.

Yukarılardan toplana toplana gelen arkası bitmeyen bir su. Biz Ayamama Deresi’ne 200 metre uzaklıktayız. Bize dereden değil anayoldan su geldi.

3 gün uyuyamadım

* Sizin binanıza da sığınanlar oldu değil mi?

Evet. İnsanların bağırması beynimin içinde. Çaresiz biçimde insanların arabalarını bırakıp kaçması, çaresizlik içinde koşuşturmalar... Derenin içinde biri gözümün önünde gitti, bir şey yapamadım. 3 gün uyumadım, o adamın sesi kulağımda hep, hâlâ uyuyamıyorum. Araba yolu deniz olmuş, korkunç bir renk. Bence buradan görünen manzara Haliç’ten büyüktü. Rengi korkutucuydu ve sürekli akıyor, durmuyordu.

* Bir yardım aldınız mı?

Bir profesör arkadaşım var, ilaç verdi.

* Sizi televizyonda izledim. Kimseyi suçlamıyorsunuz. İhmal yok mu?

Hiç kimseyi suçlamamak lazım. Birden oldu. Biz burada çok yağmur gördük. Burada yeni arabalarımıza zarar veren dolular gördük, bu başka bir şeydi.

* Yol daha önce kapansa, TIRparkı boşaltılsa...

Allahıma şükürler olsun bu bir saat sonra olsa ölü sayısı 10 kat fazla olurdu. İnsanlar yeni binaya girmişti. Yolda olsalardı çok fena olurdu. Altur’da 8 bin kişi çalışıyor ama bu binada 600 kişi var. Hepsi hızla merdivenlere koştu, üst katlara çıkabildiler. Çevredeki bütün binalarda herkes perişandı. Silahlı Kuvvetler’den Allah razı olsun, 1.100 kişiyi helikopterle kurtardılar.

* Kaç saat sonra yardım alabildiniz?

Akşam saatlerine doğru. Buraya kimse giremedi, yalnızca helikopterler vardı. Daha sonra itfaiye girebildi. Balıkadamlar çok çalıştı. Kaçacak bir yer de yok. Her taraf da su içinde. Tutunacak dalın yok. Bugün burada 2 ceset bulundu. İnsan boyu çamur var hâlâ. TIR’ları, otobüsleri alt üst eden sel her şeyi götürdü. Bizim buraya sabah erkenden gelen arkadaşlarım vardı. Sahura kalkıp geliyorlardı, onlar işe girmemiş olsalardı büyük felaket olurdu. Buradan 3 gün su çektik. 3’üncü gece sudan kimse çıkmayınca dünyalar benim oldu. İnsanlar ekmek kazanmak için geliyorlar işe, buraya ekmek kazanmak için gelen birini tabutta eve göndermek kadar zor bir şey olamaz. Birine bir şey olmadı.

* Kaç araba vardı?

125 yeni araba vardı. Arabaların toplamı da 215’di. Hasar gören, pert olan 215 araba oldu. 10 bin oto lastiği pert oldu. Bizim çok sayıda aracımız var kiralık, onların lastikleri buradaydı. Boyalar, yağlar, yedek parçalar vardı. 2 adet araba boyama fırını vardı. Onlar su gördü ve bozuldu. Akla gelebilecek her şey gitti. Samimi ve net söylüyorum, Allahın sevdiği kuluyum can kaybı olmadı burada. Düşmanıma dahi böyle bir gün nasip etmesin Allah.

Personelim aşılandı

* Kaç yıldır bu binadasınız?

Biz 15 yıldır bu binadayız.

* Daha önce su basmış mıydı?

Hayır. Hatırlarsın, Sabah’ın eski binasını su bastığı dönemi. O yağmur şimdiki gibi değildi. Bu otobanı kapatacak kadar büyük bir sudan bahsediyoruz. Görmeden anlamak mümkün değil. Psikolojim bozuldu.

* Kadir Topbaş’la görüştünüz mü? Bundan sonra ne yapılacak?

Aradı, geldiler. Vali Bey de geldi. Burada 10 bin belediye işçisi vardı. Tüm İstanbul’un makineleri buradaydı. Ama o kadar çok şey vardı ki yolda, ben bu yolun bir daha düzeleceğini düşünemezdim. 2 gün içinde topladılar yolu. Ben bir tanker tuttum su çekmek için. Günde 4 bin lira aldı.

* Vurgunculuk bu sanırım...

Vurgunculuk, normalde bu fiyatta olur mu? Her yer fare doluydu. Dün bütün personel aşılandı. İki gündür aşılar yapılıyor. Bina ilaçlanıyor. Sonradan acısı çıkmasın.

* Malum ekonomik krizin en çok etkilediği sektörlerden biri otomotiv. Siz işçi çıkardınız mı kriz döneminde? Bundan sonra çıkaracak mısınız?

Biz hiç işçi çıkarmadık. Ben çalışanımı severim. 32 yıllık şirketim. Benimle 30 yıldır çalışan vardır. Ben emekli olana bile ’Git’ demem, kendisi isterse gider. Yolsuzluk, hırsızlık yapmadıysa benimle birlikte olur. Vefa başka bir şeydir. Onlar benim için kalktı sabahları, benim daha zengin olmam için çalışmışlar. Bir şoförüm yüzmeyi bilmiyor arabanın üzerine çıkmış, yüzmeyi bilen bir şoför atladı suya, ikisi birden gidecek diye korktum, Allah’tan botla kurtardılar ikisini de.

Mesut Yılmaz moral vermek istedi, 4.5 saat havada kaldı

Abdürrahİm Albayrak, selden sonra birçok dostunun aradığını, ziyarete geldiğini anlattı. Bunlardan biri eski başbakanlardan Mesut Yılmaz... Albayrak, “Mesut Yılmaz, felaketle mücadele ettiğimiz dakikalarda helikopterle bize moral vermeye gelmek istedi. 4.5 saat havada kaldı. Ancak izin alamadı. Çünkü askeri helikopterler sürekli Atatürk Havaalanı’yla irtibatlıydı, çok yoğundu hava trafiği, Mesut Bey’in helikopterinin bizim binaya inmesine izin vermediler. Sağolsun Mesut Bey gibi çok dostumuz aradı. Ziyarete geldi. Kolay unutulacak bir felaket değil” dedi.


Kravatlı yağmacılar vardı sele kapılsam ceketimi alıp gidecekler sandım

* Burada çok da yağma oldu? Siz şahit oldunuz mu?

Üzüntü verici, insanlığın yüz karası. İnanılmaz çirkin insanlar yağmacılık yaptı. Kravatlı adamlar, yanında bir kadın, çocukları yağmacılık yapıyorlar. Adamların çoğu organize geldi. Çok fenaydı. Kravatlı adama, ’Utanmıyor musun?’ diye bağırdım. Tabak çanak taşıyorlardı.

* Polisler gelmedi mi?

Polisler geldi. Motorlu genç polislere bile kafa tuttular. Polisler biber gazı sıkıyor, onlar kafa tutuyor. Gözleri dönmüş, hain insanlar. Din, iman, vicdan yok. ’Sen kimse seni görmüyor sanıyorsun, yukarıda Allah seni görüyor’ diye bağırdım, umursamadılar. Allah korusun sele kapılıp gitsem, üzerimdeki kıyafetleri alır giderler, diye düşündüm. Biz kısa zamanda iletişim sistemimizi düzelttik, elektiği yaptırmak istedik. Trafoya kablo giriyor çıkış yok. Hırsızlar bütün kabloları çalmış. Trafonun kablolarını bile çalmışlar. Sel felaketinden felaket olan insanlığın iflas etmesiydi.

* Vali ve belediye başkanıyla bunları paylaştınız mı?
Dün İstanbul’un yöneticileriyle iftar yaptık. ’Şu yağmacılardan birilerini yakalayın da ibret olsun’ dedim.

* Sigortalı değil mi burada her şey?

Evet ama o da para. Bunca mal gitti. Milli servet gitti. Biz Novartis’e yeni arabalar hazırlamıştık, herkesin adı ve soyadına göre plakalar almıştık. Türkiye’de bu arabalardan yok. 2010 model, kısıtlı var piyasada. Onların da tümü gitti. Ama tekrar ediyorum, hiç önemli değil. Arabanın 2010-2011 modeli var ama insanın yok.

Yazının devamı...

Demet Sabancı Çetindoğan ZTV’yle dershaneye gidemeyenlere umut oldu


“11’inci sınıf öğrencisiyim, izleyebildiğim kadar izliyorum sizi. Yürüme güçlüğü çektiğim, fiziksel koşullar uygun olmadığı için dershaneye gidemiyorum...”

Bu satırlar İzmir’den Ece adlı bir kızın Demet Sabancı Çetindoğan’a gönderdiği mektuptan kısa bir alıntı.

“Sizin kanalınız ODTÜ Makine Mühendisliği’ni kazanmamda çok etkili oldu. İlk 2000’e girdim. Tüm hocalara teşekkür ederim...” Bu satırlar da Koray adlı öğrencinin Demet Sabancı Çetindoğan’a gönderdiği e-mailden.

Demet Sabancı Çetindoğan, bundan 2 yıl önce kurdu ZTV’yi. Tekstildeki 20 yıllık deneyiminden sonra medya sektörüne girdi. Şimdi aynı zamanda MediaSa Yönetim Kurulu Başkanı.

ZTV bir eğitim kanalı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatında yer alan tüm dersler var ZTV’de.

Yalnızca sınavlara hazırlanan öğrenciler için değil aynı zamanda dil öğrenmek isteyenler için de bir fırsat ZTV.

Demet Sabancı Çetindoğan, bu işi bir sosyal sorumluluk projesi olarak görüyor: “Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri eğitimde fırsat eşitliği. ZTV gelir düzeyiniz ne olursa olsun televizyon karşısına geçtiğinizde bir tıkla ulaşabileceğiniz bir kanal” diyor.

Geçtiğimiz dönem üniversite sınavlarına ZTV’den hazırlananlar arasında ilk 2000’e girenler var. Tıp Fakültesi’ni kazananların olduğunu kendilerine gelen mektuplardan öğrendiklerini anlatıyor Demet Hanım mutlulukla...

ZTV’yi hem uydudan hem de D-Smart’tan izlemek mümkün. Ayrıca www.ztv.com.tr internet adresinden de tüm derslere ulaşabiliyorsunuz.

Yeni öğretim sezonu başlarken duyurulur.



2 yaşındaki kızımın tercihi Opet

Bundan 5 yıl kadar önce Opet’in ’Temiz Tuvalet’ kampanyasıyla ilgili yazı hazırlamıştım. O dönemde öğretmenlikten ayrılan Fikret ve Nurten Öztürk Opet’i kurmuştu ve sahipleri konumundaydı.

Bu kampanya için 6 milyon dolar harcamışlardı. Çok ciddi biçimde ‘temiz tuvalet’ eğitimi veriyorlardı. Temiz tuvalet kriterlerine uymayanları da bayilikten alıyorlardı.

18 yaşından beri araba kullanıyorum, biri bana bugüne kadar “Benzin istasyonunu neye göre seçiyorsun?” diye sorsa, “İşimle ev arasında olan, marketi de bulunan” filan derdim. Gerçi artık neredeyse tüm istasyonlarda market var ama her market de aynı değil. Ama artık “Kesinlikle Opet” diyorum.

Kızım Ela 2 yaş 4 aylık. Mayıs ayından beri tuvaletini söylüyor. Artık evden dışarı adım atarken planladığım şeylerden biri nerede tuvalete girebileceğimiz. Bu yaz sık sık arabayla seyahat ettik. İstanbul’dan Bodrum’a uzanan uzun seyahatlerimiz oldu. Başlarda Ela’nın tuvaleti geldiğinde her yerde duruyorduk ama deneme yanılma yoluyla tuvalet konusunda tek adresimizin Opet olabileceğini gördük. Genelde benzin istasyonlarında tuvaletler dışarıda. Opet’in tuvaletlerine ise marketlerden giriliyor. Bu büyük fark yaratıyor. Havalandırması iyi. Her zaman temiz.

Ela, tuvalete adım atmaz öncelikle kokudan, “Anne mis” ya da “Anne pis” diyor. Pis dediğine zaten giremiyoruz. Malum zamane çocukları zehir gibi, şimdilerde Ela Opet’i görünce “Anne duralım” diyor. Tuvaleti gelmese de önce markette bir tur atıp, ardından da temiz olduğunu bildiği tuvalette ellerini ve yüzünü yıkıyor.

Bir benzin istasyonu nasıl fark yaratır? diye sorsalar, artık yanıtım, ‘tuvaletiyle’ olur!

Yazının devamı...

Mustafa ve Ali Koç özgür düşünceye destek olmakta kararlı

Geçtiğimiz hafta bir radyo programında, “İnsan neyle yaşar?” diye soruyorlar. Tahmin edeceğiniz gibi, bu soru için ilhamı İstanbul Bienali’nden almışlar. Yanıtlar şöyle: Güvenle, huzurla, sevgiyle, umutla, parayla, ekmekle, çocuklarının sevgisiyle, arkadaşlarıyla, dostlarıyla, işine duyduğu aşkla...

Ya büyük şirketler neyle yaşar? Şöyle bir sıralama yapabiliriz: Para ve insan yönetme becerisiyle, iyi bir kurumsal yapıyla, iyi yönetim anlayışıyla, cesur girişimlerle, iyi bir stratejik planla, risk almayı bilmekle, doğru yerde ve zamanında yatırım yapma becerisiyle...

Önceki gün bugüne kadar ana sponsoru olmayan İstanbul Bienali’ne 10 yıl boyunca (2016’ya kadar) sponsor olan Koç Holding’in Başkanı Mustafa Koç, Ali Koç ve İletişim Koordinatörleri Oya Ünlü Kızıl’la biraraya geldik. Biliyorsunuz, iki yılda bir yapılan İstanbul Bienali’nin bu yılki teması “İnsan neyle yaşar?” Mustafa Koç, “Neden 10 yıllığına sponsor oldunuz?” sorusuna, kısa ve net bir yanıt verdi: “Özgür düşüncenin yerleşmesine öncülük etmek için...”

Hiç alışık değiliz. Büyük şirketlerin çağdaş sanatı bu anlayışla desteklemesi bizim için pek tanıdık değil. Gerçekten, İKSV’nin müzik, caz festivallerinin sponsorları varken şimdiye kadar uluslararası bianelin ana sponsoru yoktu. Çünkü bu alan riskli. Mustafa Koç, “Risk büyük getiri demektir” diyor. Çağdaş sanat hem içerik açısından riskli, hem de sanat çevrelerinde güncel sanatın büyük şirketler tarafından desteklenmesini işin özüne aykırı bulunlar çok.

Mustafa Koç, bu riskin farkında olduklarını işaret ederken, “Riski kaldırabilecek özgüvene sahip olmak lazım” diyor. Oya Ünlü Kızıl, rönesans döneminde 3-4 ailenin sanata yaptıkları katkıları anımsatıyor.

Ali Koç, küratörün kendilerine söylediğini aktarıyor: “Kamusal alandaki hizmetleri vergi verenler desteklemeli... Güncel sanat ancak bu yolla tabana yayılabilir.”

Ali Koç, sermayenin güncel sanatı desteklemesini eleştirenleri sağlıklı bulduğunu anlatırken, konu çağdaş sanatı anlamaya da geliyor. Ve bizlere “Gezdiniz mi sergi alanlarını diye soruyor?” Herkes farklı yanıtlar veriyor.

Yıldızlar ABD uydusu

Ali Koç, bizlere sormaya devam ediyor: “O yerdeki kırmızı kağıtları gördünüz mü, onlar ne biliyor musunuz? İstanbul’un gökyüzünü gösteren fotoğraflar ne biliyor musunuz?” Kırmızı kağıtlar Türkiye’de yapılan kadın hakları ihlallerini simgeliyormuş. Arkalarında ihlaller yazıyor. Bu yılki bienalde, kadın ve çocuk hakları ve sığınmaevleriyle ilgili yapıtlar gerçekten de çok dikkat çekiyor. Gökyüzüne gelince, ilk bakışta “Gökyüzünde yıldızlar” der geçersiniz ama öyle değil. Koç, “Gördüğünüz yıldız değil, hepsi birer ABD uydusu” diyor. İşte çağdaş sanat böyle bir şey. Farklı bir yerden bakmayı, uzun uzun düşünmeyi sağlıyor. Ve bu sene Koç Holding’in ana sponsorluğunun üç ayağı bence çok önemli. Çünkü gençleri ve çocukları çağdaş sanatla buluşturuyorlar. Sıralamak gerekirse; Üniversite öğrencileri sergileri bedava gezebiliyorlar, 6-14 yaşları arasındaki çocuklar sanat atölyelelerine katılabiliyorlar. 1.000 kadar çocuğun bu etkinliklere katılması bekleniyor. Koç Holding’in 2006 yılından beri yürüttüğü Meslek Lisesi Memleket Meselesi adlı sosyal sorumluluk projesinin bir ayağı da bienale taşınmış. Bu da 15 bin öğrencinin modern ve çağdaş sanatla tanışması demek.

Bu arada sohbet sırasında, “Siz buradasınız, sanatla çok ilgili olduğunu bildiğimiz Ömer Bey nerede” diye sormadan da duramıyoruz. Ve Mustafa Koç’tan Ömer Koç’un geçtiğimiz hafta bienali izlemeye gelen yabancı gazetecilere evinde davet verdiğini öğreniyoruz. Bizim masadaki sohbet zaman zaman elimizde olmadan ekonomiye, hatta biraz da siyasete kayıyor. Ali Koç’a masada hakemlik görevi düşüyor, hepimizi tembihliyor, “Aman bienalin dışına çıkmayalım.”

‘Ben olsam kürsüye çıkarırdım’

Bienalin açılışında protesto gösterileri de vardı. Direnistanbul Grubu sanatın sermaye tarafından desteklenmesini protesto etti. Ali Koç, “Bunları sağlıklı eleştiriler olarak görüyoruz. Ben orada açılış konuşmasını yapsaydım, o arkadaşların temsilcilerine de söz verir, söylediklerini kürsüden söylemesini isterdim” dedi.

Bu yıl bienale 150 bin ziyaretçi bekleniyor. Bu yıl bienalin yan etkinlikleri de çok fazla. Galerilerde müthiş sergiler var. Sarkis’in sergisinde kuyruk vardı. Bunlar Türkiye için çok güzel gelişmeler. Ve başa dönersek, büyük şirketler sanata, kültüre ve gençliğe yatırımlar yaşarlar...

Yazının devamı...

‘Gerçekten yüzde 70 indirim yapan şirket bir yıl sonra batar’

Türkiye’de sezon başında yüzde 30-50, sezon ortasında yüzde 70 indirim yapıldığını ve bunun tüketicilerin kafasında soru işaretleri yarattığını söyleyen Desa Deri’nin patronu Melih Çelet, “Türkiye’de markalar çok güçlü değil. Bu yapıda doğru fiyatla çıkıp yüzde 70 indirim yapıyorsan, bu bir sene sonra senin iflasını vermen demektir. Gerçek fiyatla bu kadar indirim yapmak mümkün değil” dedi.

Desa Deri’nin patronu Melih Celet 37 yıl önce kurdu Desa Deri’yi. Bugün ayakkabıdan çantaya, giyimden mobilya derilerine genişleyen bir ürün yelpazesi var. Gucci, Prada ve Louis Vuitton gibi markaların da üreticisi Desa. Pegasus, Atlas Jet gibi havayolu şirketlerinin uçaklarının deri koltuklarını da Desa yapıyor. Desa derideki yenilikleri takip eden değil, deride yenilikler yapan bir marka.

Melih Celet Türkiye’yi ilk tasarım deri çantayla tanıştıran kişi olarak da biliniyor. Aslında eczacılık fakültesinde okumuş. Eşi de aynı fakülteden. Gaziantep’li bir ailenin oğlu. Pamuk tarlaları ve çırçır fabrikaları arasında büyümüş. Hiç eczacılık yapmayı düşünmemiş, hayali dünyayla iş yapmakmış.

Melih Celet işe Şile ve buldan bezinden ürünlerin pazarlanmasıyla başlamış. Kapalıçarşı’da bir süre tekstil işiyle ilgilendikten sonra Amerikalı bir üretici sayesinde deri işine adım atmış. Amerikalı işadamının sipariş etmek istediği çantayı üretme çabası sonucunda deri sektörüne giren Celet, kısa zamanda aldığı büyük siparişlerle büyümüş. ’O dönemde telefonda 45 dakika hat beklediğimi bilirim. Yıldırım arama isterdik, bir gün sonra telefon bağlanırdı’diye anlatıyor. Bir röportajında ’o dönemde yakalansaydık kaçakçı olacaktık, yakalanmadık, ihracatçı olduk’demiş.

Melih Celet’le Desa’yı ve global krizin perakende sektörüne etkilerini konuştuk. Celet, bana göre çok doğru bir noktaya işaret ediyor. Kriz döneminde stokları eritmek için yapılan indirimler tüketicilerin de kimyasını bozmuş durumda. Ürünlerin gerçek fiyatlarının yüzde 70 düşeceğine, markaların bu rakamlarla da kazandığına inandık. Sezon başladı, indirimler de başladı. Nereye kadar? Tüketici kandırılıyor mu? Gerçekten fiyatlar yüzde 30, yüzde 50 sonra da yüzde 70 düşüyor mu? Yoksa artık markalar nasılsa indireceğiz diyerek fiyatlarını şişiriyor mu?

Buraya gelirken (Nişantaşı Desa mağazası) Nişantaşı vitrinlerine baktım. Bir şekilde indirim var. Yaz sezonu indirimleri devam ediyor, yeni sezon için de kampanyalar var. Son 2 saatte cep telefonuma 4 ayrı markadan bu hafta sonu için sezon ürünlerinde indirim haberleri geldi. Ne oluyor? Artık indirimsiz ürün satmak mümkün değil mi? Gerçekten de bu ürünler indirimli mi, yoksa fiyatlar yüksek tutulup sonra indirim yapılıyormuş gibi mi yapılıyor?

Türkiye’de markalar çok güçlü değil. Marka değerimiz çok yüksek değil. Bu yapıda doğru fiyatla çıkıp yüzde 70 indirim yapıyorsan, bu bir sene sonra senin iflasını vermen demektir. Gerçek fiyatla bu kadar indirim yapmak mümkün değil. Ben perakende sektörünün ’eder fiyatla’sezona başlamasını kaybetmemek lazım, diye düşünüyorum. Tüketiciler de normal durumda ’bu mal en fazla yüzde 20-30 iner’diye bilmeli. Şimdi sezon başında yüzde 30-50’ler, sezon ortasında da yüzde 70 indirim yapılıyor. Bu tüketicilerin kafasında soru işaretleri yaratıyor.

Güven kırılıyor.

Gelecek açısından eder fiyat politikası çok önemli. Vitrinlerimize koyduğumuz ürünlerimizin fiyatlarını iki kere düşünüp koymalıyız.

2008 kötü geçti. Sektör krize stoklarla yakalandı, o stokları eritmek için de indirimler yapıldı. Toparlanamadı mı çoğu marka?

2008 kötü geçti. Hepimiz kötü yakalandık. Etiketler değişti, müşterinin alım gücü değişti, moraller bozuktu. Artık toparlanan bir dünya ekonomisi içindeydiz. Biz de toparlanıyoruz ülke olarak. Tüketici güveni gelmeye başladı. Önümüzde bayramlar var, alışveriş hızlanacak, ancak dediğiniz gibi bir hafta içinde iki promosyon düşüncesiyle hareket etme tüketicinin güvenini kırıyor. Samimi söylüyorum, indirim yapacaksan yap ama gerçekten yap. Öteki türlüsünü yakıştıramıyorum. Bunun ilerde hepimize zararı olacak. Eder fiyat doğruluğunu sanırım aklı selim olan herkes görecek. Promosyonlar soru işareti oluşturmamalı tüketicilerin aklında. Tüketici ’Yarın bu adamlar fiyatı daha da indirir’diye düşünmemeli. Eskiden indirirmin de zamanı vardı, Şubat’ta, Temmuz’da yapardık indirimimizi. Şimdi sezona indirim sloganıyla girersen ne yaparsın? Bire 10 kâr marjıyla mı çıktılar sezona?

Bu kriz müşterimin krizi

Tüketiciler kandırılıyor, diyeceğim.

Dediğim gibi bizlerin tüketici güvenini sarmamamız lazım.

2008 kriziyle ilgili yorumlarda şöyle diyenler var: ’Al at, al at, tüket daha fazla tüket dönemi bitti. Artık başka bir dünya var.’Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Siz ne düşünüyorsunuz, gerçekten de tüketim çılgınlığının sonu geldi mi?

Dünyada hiçbir şey eskisi olamayacak. Buna ben de inanıyorum. Her şeyin değeri 1’e 10 olmuştu. Sanal bir dünya yaratılmıştı. Biz de daha yeni öğreniyorduk 1 liranın nasıl 10 lira gibi kullanılacağını ve dünyada kriz patladı. Hep birileri kazanır birirleri kaybederdi. Ben bu krizde kazançlı olan var mı bilmiyorum. Çok büyük servetler el değiştirdi. Birleşmeler yaşandı. Birçok şey yeniden yapılanacak. Bu çok farklı bir kriz.

Nasıl tanımlarsınız?

Aslına bakarsanız ben bu tanımlamayı daha önce yaptım. ’müşterimin krizi’dedim. Hatta siz de oradaydınız, hatırlarsınız. Bodrum’da TÜSİAD’ın Toplantısı’na Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Ngozi Okonjo-Iweala da katıldı. Toplantıya giderken uçakta yan yana düştük. Ben kendisini tanımıyordum. Önümde Tuncay Özilhan, diğer yanda Ahmet Eren, arkamda da Ahmet Çalık vardı. Elinde raporlar okuduğunu görünce, ’Siz nereden geliyorsunuz?’diye sordum. Sohbet etmeye başladık. ’Ben sizin toplantınıza geliyorum’dedi. Sohbet Kemal Derviş’e kadar uzandı. O da bana, ’Bu krizi nasıl tanımlarsın?’diye sordu. Ben bunu ’Müşterimin krizi’diye tabir ediyorum dedim. Sonra toplantıdaki konuşmasına benim bu sözümü ekledi. ’Uçakta yanımda sizden biri vardı, çok güzel özetled. Evet bu müşterimin krizi’dedi.

Türkiye sizce bu krizden daha az yara alarak çıkabilir miydi? İşsizlik malum arttı, reel sektör kötü durumda...

Türkiye bu krizde fırsat kaybetti. Biz büyüyerek çıkabilirdik. Çünkü fianansal yapımız o gün için çok sağlıklıydı. Ama 1 yıl sonra aynı sağlamlıkta olmayacak, bunu herkes biliyor. Ama dile getiremiyor. Reel sektördeki sıkıntı, daralan ekonomideki problem bankacılık sektörüne yansıyacak. Yavaş yavaş etkileyecek. Bankacılık 5 aydır Merkez Bankasının dramatik faiz indirimleriyle durumu kurtardı. Biz reel sektörün önünü açmalıydık. Dünyadaki bütün iktisat kurallarının tartışıldığı bir dönemdeyiz. Yok oldu çoğu kural. Biz Türkiye olarak da artık denk bütçe ve tasarruftan bahsetmemeliyiz.

Türkiye tasarruf yapamaz

Neden?

Bana göre tasarruf lüks Türkiye için. Tasarrufu parası olan yapar. Parası olmayan adamın ne tasarrufu olur? Benim bir liralık harcamamı 2 lira yapmam lazım.

Yeni reklamı beğendiniz o zaman...

Evet, Akın Öngör, Yaman Törüner, Deniz Gökçe, Meliha Okur...Geç bile kalındı bence böyle bir reklam için. Bence Merkez bankası para basmalıydı. Kanın akışını sağlamak lazım, kadavra olarak çıkmamak lazım krizden. ÖTV indirimi verildi, bir hafta sonra araba stokları bitti, biz kimi finanse ettik? Avrupalı üreticiyi ve Çin’i. Oradan geldi bu arabalar. Bazı şeylerde ileriyi düşünmek lazım. Belki hükümetin IMF anlaşmasına ihtiyacı yok ama reel sektörün var. Çalışmayan insan nüfusu hızla yükseliyor. Yatırımlar kesildi, durdu. Sıkıntılı duruma doğru gidiyoruz. 3 ay içinde yatırım yapıp borsada yüzde 100’den fazla kâr eden yabancılar var. Bundan sonra ne olur? Biz reel sektör olarak kötü dönemdeyiz. Alışveriş eski hızına gelmedi. 2010’a kadar dayanmamız lazım.

GERÇEK BÜYÜMEYİ ÖZAL SAYESİNDE YAKALADIK

Melih Çelet, 1970’lerde ihracat ağırlıklı çalıştıklarını, Özal döneminde ise serbest ortam oluşunca gerçek büyümeyi, Ar-Ge’yi öğrendiklerini anlattı. Çelet, şöyle devam etti: “Rahmetli Özal Türkiye’ye çok katkılar yaptı. Getirdikleri götürdüklerinden çok fazlaydı. Onun döneminde serbest bir ortam oldu, bizler de süratle iş yaptık. Desa hızla büyüdü. 1972’de yurtdışına endeksliydik. Yüzde 80 ihracat yapardık. Gerçek büyümeyi yüzde 1982’den sonra yakaladık. Deriyle yapılabilecek her şeyi yaptık. Ar-Ge’yi öğrendik. Deri yaşayan bir varlık. Hep nefes alıyor. Mezbahada ölmüş ürünü alıp can veriyorsunuz, lifler nefes almaya devam ediyor. Keyifli bir meslek bu. Bunla yapılabilecek işlerin sonu yok. Çamaşır makinesinde yıkanır hale geldi deri. Bence insana da en çok yakışan ürün.”

4 mağaza kapattık 10 mağaza açtık, ciro aynı kaldı, kârlılık düştü

2008’i Desa nasıl geçirdi?

Kârlılık boyutu ayrı, ciro ayrı. Ciro aynı yerde kaldı önceki yıla göre ama kârlılık düştü. Döviz bazında bakınca bazı zamanlar çok büyüdük, bazı zamanlar da küçüldük. TL bazında aynı ciroyu sağladık.

Mağaza kapattınız mı?

4 mağaza kapattık, 10 mağaza açtık. Yanlış yatarımları kapattık, vizyonu olmayan alışveriş merkezlerinden çıktık, yenileri açtık.

Kaç mağazanız var şu anda?

62 Desa mağazası, 6 Donna Karan, 7 de Desa Go var.

Yurtdışında mağazanız var mı?

Londra’da var. Yaknda Londra’da bir mağaza daha açacağız.

Orada işler nasıl gidiyor?

Krizden onlar da etkilendi ama sterlin düştü, İtalyanlar bile alışverişe Londra’ya geldi. Çok kozmopolit bir şehir Londra. Arap turistlar çok tercih ediyor, çok da alışveriş yapıyorlar. Yurtdışında bir yeni mağazamızı da cidde’de açtık. 10 gün oldu. Ramazan dolayısıyla gece 10’da açılıyoruz.

Sabaha kadar çalışıyor.

Gidişata göre sıkıntı artacak

Ekim ve Kasım aylarında sıkıntının artacağı konuşuluyor uzun zamandır... Sizde böyle mi düşünüyorsunuz?

İyi de kötü de bizim için. Hep bir öngörüm vardı. Daha önceki dönemlerde stratejilerimde de yanılmazdım. Gidişata bakıyorum ve sıkıntının biraz daha artacağını düşünüyorum. Sıkıntının giderilmesi için farklı ekonomik yaklaşımlar olmalı. Şu anda yeni bir plan üzerinde çalışılıyor hükümet. Bakalım ne olacak? Ben biraz negatif tarafındayım.

Yazının devamı...

Türk bayrağına neden geçmiyorlar?

Barbaros Denizciler Derneği (BADER’in) iftar yemeğinde Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım Türk bayrağı uyarısı yaptı. Armatörlere, yatçılara seslendi. “Yabancı bayraktan Türk bayrağına geçmek için 3 ay süre tanıdık, bu süre zarfında Türk bayrağına geçenlerden para almıyoruz. Mazaret ortadan kalktı” dedi. Süre 30 Kasım’da bitiyor, Türk bayrağına geçen gemi, tekne, yat sayısı beklenildiği gibi değil. Hâlâ marinalardaki teknelerin, yatların yüzde 70’inin sahibi Türk ama bayrakları Amerikan bayrağı.

Bakan konuşurken, Türk bayrağına geçmeyenler için laf arasında, “Türk bayrağına geçmeyenler ısrar ederlerse biz burada iyi niyet görmüyoruz, Denizcilik Müsteşarlığımız bu konuda çalışıyor da” dedi.

Peki neden yabancı bayraklı gemiler, tekneler, yatlar Türk bayrağına geçmiyor?

Çünkü kimse önünü göremiyor, 3 aylık süre kafalarda soru işareti yaratıyor.

Süre dolduktan sonra sağlanan haklardan veya artı haklardan tekrar eski haklara dönülecek mi? Örneğin, Motorlu Taşıt Vergisi ya da harç adı altında alınan ücretlerin, yeni bir düzenleme ile tekrar artırılacağı yolunda bir belirsizlik var. Şu andaki harçların 10 misli, 100 misline çıkarılacağı gibi endişeler taşıyanlar var.

Durum böyle olunca denizciler bekliyor.

Türk yolcu olamaz!

Kulağıma geleni yazayım, süre bittiğinde Türk bayrağına geçmeyenleri de hiç hoş olmayan sürprizler bekliyor olabilir. Ne gibi mi? Yabancı bayraklı teknede Türk yolcu olamaz. Bu madde yeni mevzuat düzenlenirken askıya alınmıştı, bu süre dolduktan sonra Türk bayrağına geçmeyenleri işte böyle bir sürpriz bekleyebilir.

Bu arada 3 tarafı denizlerle çevrili, denizlerini her anlamda nasıl kullanacağını bir türlü beceremeyen Türkiye’de bir Denizcilik Bakanlığı olması gerekmiyor mu? Denizcilik Müsteşarlığı’nın yetersiz olduğu ortada değil mi?





Yatçılar günde ortalama 104 dolar harcıyor

Sözü denizcilikten açmışken, sevindirici gelişmeleri de yazmamak olmaz. Marinacılıkta Türkiye’nin en büyük yatırımcılarından biri haline gelen Doğuş Grubu, bu alanda bölgesel oyuncu olma hedefi doğrultusunda ilk adımını Hırvatistan’da attı. Bu arada Hırvatistan yatçılık ve marinacılık alanında bölgenin en iyisi.

Doğuş Grubu, Dalmaçya Kıyıları’nın incisi Sibenik’te yer alan Mandalina Marina&Yacht Club’daki mevcut marinanın otel ve alışveriş sahaları ile geliştirilmesi ve bunun yanı sıra 30 metre üzerindeki mega yatların demirleyebileceği ‘mega yat marinası’nın yapım ve inşaatını üstlendi.

D-Marin Turgutreis’te bu yaz ailece kaldık. D-Marin Turgutreis her şeyiyle mükemmel bir marina. Yatçılara ve tekne sahiplerine sağladığı olanaklarla, yarattığı yaşam alanlarının modernliğiyle ve Turgutreis’e kattığı enerjiyle övgüyü hakediyor. Geçtiğimiz ay Doğuş Grubu D-Marin Didim’i de açtı. Orayı da gezdim. Dolduğunda orası da Turgutreis’i aratmayacak gibi görünüyor.

30 turistin harcamasına bedel

D-Marin Turgutreis Marina Müdürü Ali Bezirgan. Ondan aldığım bazı bilgileri paylaşmak istiyorum.

Bu yaz doluluk oranları yüzde 100 olmuş. Amerikan bandıralı teknelerin hemen hemen hepsinin sahiplerinin Türk yatçılar olduğunu düşünürsek D-Marin Turgutreis’te de yatçıların yüzde 70’i Türk’müş.

‘Ülkemize yat kiralamaya gelen bir yatçının, ülkemizde ortalama kalış süresi 11 gün olup, günlük ortalama harcaması 51 dolardır. Ülkemize özel yatı ile gelen yatçının ülkemizde kalış süresi, ortalama 30 gün olup, günlük harcaması ortalama 104 dolardır. Yani bir yatın getirdiği döviz 30 turistin harcamalarının toplamına eşittir. Ülkemiz yat limanlarında bırakılan, yabancı bayraklı 12 mt. boyundaki bir yat; yıllık marina ücreti olarak ortalama 4000-5000 dolar, karaya çekilmek için 600-1500 dolar ve bakım-onarım talep ettiğinde, hizmetlerine göre 5000 doların üstünde harcamaktadır.’

Ali Bezirgan’ın verdiği bu bilgilere bakınca denizde dev bir bacasız sanayi var ve önü çok açık. Denizdeki potansiyeli görmemek mümkün mü?

Yazının devamı...

Unilever Türkiye’deki sürümden kazanma yöntemini Avrupa’ya

Türkiye’deki stratejilerinin sürümden kazanmak olduğunu söyleyen Unilever’in Türkiye, Orta Asya, Kafkasya ve İran Yönetim Kurulu Başkanı İzzet Karaca, bu yöntemi kriz döneminde Avrupa’ya taşıdıklarını söyledi. Karaca, “Biz burada tonaja gitme, sürümden kazanma, fiyatları makul seviyelerde tutma, zam yapmama stratejisini 4-5 yıldır uyguluyorduk. Kasım’da Unilever’in başına yeni bir dünya başkanı geldi. Türkiye’ye geldiğinde bizim modeli inceledi. Ardından bu model Avrupa’da da uygulandı ve çok başarılı oldu. Şu anda bu model krizle birlikte şirketin dünya stratejisi oldu” dedi

Unilever dünyanın en büyük hızlı tüketim grubu şirketlerinden biri. 100’den fazla ülkede faaliyet gösteriyor. Ürünleri 150’nin üzerinde ülkede satılıyor. Knorr, Lipton, Dove, Omo, Algida, Calve ilk anda akla gelen en çok satan markaları. Unilever ürünlerini hergün dünyada 150 milyon kişi satın alıyor. Krize rağmen büyüyen bir şirket Unilever. Unilever Türkiye, şu anda 12 ülkenin merkezi. Türkiye, Orta Asya, Kafkasya ve İran’ın Yönetim Kurulu Başkanı da İzzet Karaca.

5 çocuklu bir ailede büyüyen İzzet Karaca, Avusturya Lisesi ve ardından da Robert Kolej’de okumuş. Boğaziçi Üniversitesi’nde ilk 2 yıl Makine Mühendisliği’nde, daha sonra Endüstri Mühendisliği’nde okuyan İzzet Karaca’nın hayat okulu ise kendi deyimiyle babasının iş yeri. Global krizde büyüyen Unilever’i İzzet Karaca’yla konuştuk.

Türkiye ve yurtdışında farklı tecrübeleriniz oldu. Profesyonel çalışma hayatından önce de babanızla çalışmışsınız...

Doğru. Babamın yedek parça mağazası vardı, orada çalıştım. Benim hayat okulum babamın işidir. Okurken her fırsatta babamın iş yerinde çalıştım. Aslına bakarsanız orada ne öğrendiysem temelde hâlâ aynı işi yapıyorum. Mezun olduktan sonra Koç Holding’te 8 yıl çalıştım. Sonra Almanya’da Unilever’e geçtim.

Bu iş değişikliğinin nedeni neydi?

Yurtdışında çalışma tecrübesi elde etmekti amacım. 7 ülkenin denetim sorumluluğu üzerimdeydi. Sonra Avrupa Lojistik Müdürlüğü yaptım. O dönemde Dove markası ilk olarak Amerika’dan Avrupa’ya gelmişti. Daha sonra Algida’nın yönetim kuruluna girdim ve Türkiye’ye geldim. Ticaret direktörüydüm aynı zamanda. Baltıklar’da da 1.5 yıl çalıştıktan sonra Türkiye’ye Algida Genel Müdürü olarak geldim. Daha sonra da Unilever’e geçtim. 7 yıldır bu görevdeyim.

Yalnızca Türkiye değil, geniş bir coğrafya sizin yönetiminizde...

12 ülke sorumluluğumuz altında. 2007’de İran da bize bağlandı.

Unilever Türkiye’de sürekli büyüyor. Hızlı tüketim ürünlerinin satışı krizden etkilenmiyor. Krizde nasıl bir strateji izliyorsunuz?

Bizim stratejimizde şudur: Her yıl önceki yıldan iyi geçsin. Geçen sene yakaladığımız rakam 2.1 milyar lira. Bu arada altını çizerek söylemek isterim. Ben Türk Lirası konuşmak istiyorum. Krizlerde ana sebeplerden biri de Türkiye’de yabancı para kullanımı. Dolar ya da euro ile ifade etmekten kaçınmak lazım. İthal edilen ürünleri dolar ya da euro ile ifade edebilmek mümkün ama diğerlerini böyle yapmamak lazım. Biz malımızı burada liradan satıyoruz.

2008 yılı nasıl geçti?

2008 krizin başlangıcı olmasına rağmen Türkiye’de yüzde 20 büyüdük. 2007’de krizin başlayacağını erken gördük. Birkaç faktör bizi tedbir almaya yöneltti. Petrol fiyatları ve ana hammadde fiyatları krizin kokusunu almakta öncüdür. Dow Jones Borsası’nı takip ettik. Biz geçen sene petrol fiyatları aniden düşünce bazı endikasyonlar aldık, hazır girdik krize.

2001 krizini nasıl geçirmiştiniz?

2001 krizi derslerle doludur bizim için. 2001’de Türkiye’deki hızlı tüketim malları sektörü yüzde 16 küçülmüştü. 2002’de de küçülme devam etmiş, yüzde 5 daha gerilemişti. Sepetlere kaliteli malların geri gelmesi 3 yılı bulmuştu. 2001’de biz iyi çalıştık. Ayrıca Arjantin’deki krizi yakın takip ettik, Rusya ve Asya krizine de çalışmıştık. Bu kriz küresel bir krizdi ve diğer krizlere benzemiyordu. Bu yüzden de farklı krizleri inceledik. Unilever’in markalarının büyük bölümü pazarda lider. Yüzde 80’i alanında en çok satanlar. Yani, piyasanın büyümesi ve küçülmesiyle doğrudan bağlantılı ürünlerimiz. Biz her türlü kötümserliğe rağmen pazarımızı büyütmeyi başardık.

5 yılda 9’unculuğa geldik

Ne kadarlık bir büyüme oldu?

Son 12 ayda toplam deterjan, kişisel bakım ve ev bakımı, çorba, çay ve dondurma yani bizim içinde bulunduğumuz alanda yüzde 12’lik büyüme var. Son çeyrekte de bu yüzde 15’e çıktı.

İndirim yaptınız mı?

Alt kategorilere girdik ürünlerimizde. Örneğin Lipton’da yaptık bunu. Daha düşük fiyatlı ürün çıkardık. Bu sene yüzde 5-10 fiyat düştük.

Fiyat düşürmeyi nasıl yaptınız?

Çok önemli tasarruflar yaptık ama personel azaltmadık. Kaliteden ödün vermedik. Doların düşmesiyle ana hammadde fiyatlarında da düşüş oldu.

Avrupa’da durum nasıl? Yüzde 20’lik artış Türkiye’de yaşanırken Avrupa’da Unilever markaları nasıl etkilendi?

Unilever’in global stratejisiyle bizim Türkiye’deki stratejimiz farklıydı. Bizim Türkiye’deki stratejimiz sürümden kazanmaktır. Bu Avrupa’da da uygulandı ve çok başarılı oldu. Dünyada 18’inci sıradan 5 yıl içinde 9’uncu sıraya geldik Unilever’in bulunduğu ülkeler arasında. Bu strateji krizle birlikte dünya stratejisi oldu. Kasım ayında Unilever’in başına yeni bir dünya başkanı geldi. Kendisi Türkiye’ye geldiğinde bizim buradaki modeli inceledi. Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere neleri taşıyabileceğimize de baktık. Biz burada tonaja gitme, sürümden kazanma, fiyatları makul seviyelerde tutma, zam yapmama stratejisini 4-5 yıldır uyguluyorduk. Şu anda dünyada uygulanıyor. Krizin ikinci çeyreğinde Unilever Avrupa’da da büyüdü. Dolayısıyla global olarak baktığımızda bu çok olumlu görüldü. Birinci çeyrekte yüzde 4.8 global büyüme oldu, ikinci çeyrekte 4.1 büyüdük. Tonaj büyümesi oldu. Çok kuvvetli bir pozisyona geldik. Bu sonuçlar bizim hisse senetlerimizi de yükseltti.

Siz tüketicilerin alışkanlıklarını da çok yakından takip ediyorsunuz, market sepetleri dolmuyor şeklinde haberler yapıldı krizin ilk dönemlerinde.

Bir moralsizlik oldu. Ama daha çok konut sektörü, otomotiv sektörü krizden etkilendi. Gelir kesimi az olan insanlar sabit maaşlıysa alım gücü arttı çünkü fiyatlar düştü. Promosyonlar oldu. Evet büyük kalemlerde ev alımlarında araba alımlarında büyük düşüşler oldu. Bizim içinde olduğumuz sektör bunlardan etkilenmedi. Ancak yanılgıya da düşmemek lazım. Finans dünyasıyla reel sektör etle kemik gibi birbirine bağlı. Bankalar çok etkilenmedi bu krizden. Çünkü Hazine bonusu satışlarından önemli kârları var. Ancak reel sektör küçülürse bu bankaları da etkiler. Bankaların kredileri açma iştahları açılmak zorunda, çünkü Hazine bonusu gelirleri düşüyor.

Ramazanda çorba tüketimi artıyor


Hazır çorbalar konusunda çok iddialısınız. Yöresel lezzetler diye bir grup çorba da çıkardınız. Katkısız yazıyor paketlerde, bu çoğu insana inandırıcı gelmiyor...

En doğal haliyle ürünleri alıp kurutuyoruz. Almanya’daki merkezimize gazetecileri götürüp gösterdik nasıl üretim yapıldığını. Hem hijyen koşullarını hem de ne kadar katkısız olduğunu anlattık. Ramazan ayında çorba tüketimi yüzde 30 artıyor. Yaptığımız analizler yaz olmasına rağmen çorba içileceğini gösteriyor. Önümüzdeki yıllarda da Ramazan yaz ayında olacak ve çorba içilecek. Yöresel lezzetler konusunda uzun süre Ar-Ge çalışmaları yaptık. Türkiye’nin yöreseller lezzetleri bunlar. Almanya’nın yöreselleri farklı. Biz şu anda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya da ihracat yapıyoruz.

Tüketiciye %10 fayda sağladık

Deterjanlar da değişti. Ambalajlar küçüldü. Konsantre deterjanlar çıktı. Türk kadınlarının temizlik anlayışlarıyla ilgili bir araştırma okumuştum. Türk kadınlarının ne kadar çok deterjan kullanırlarsa o kadar iyi temizlik sağlayacaklarını düşündükleri ortaya çıkmıştı. Yeni deterjanlara alıştı mı tüketiciler?

Kadınlar deneyerek karar veriyor. Verdiğimiz ölçek aslında ne kadar kullanılması gerektiğini gösteriyor ama kadınların buna alışmaları zaman istiyor. Fiyatlar da düştü. Krizin gelmesiyle tüketiciye yüzde 10 fayda verdik. Tüketici uygun ölçü kullanırsa ön yıkamaya gerek yok. Su ve enerji tüketimi açısından bu önemli.

Yurtdışına 51 Türk yönetici gönderdik

Türk yöneticiler yurtdışında önemli görevlere geliyor. Unilever’in yönetim kadrolarında da artıyor mu Türk yöneticiler?

Eskiden orta kademede personel istenirdi. Şu anda durum değişti. Biz Türkiye’de yetişmiş 51 kişiyi Unilever’in farklı ülkelerdeki pozisyonlarına gönderdik. Hem sayı artıyor hem de üniversitelerden de direkt eleman almaya başladılar. Çin’de satış ve pazarlamanın başında bir Türk var. Filipinler’de tedarik zinciri, planlamaları bizim Algida’daki eski yöneticimiz yapıyor. Bu tip örnekler çoğalıyor. Gurur verici bir durum.

DOĞU KARADENİZ’DE 11 BİN AİLEDEN ÇAY ALIYORUZ

İzzet Karaca, Lipton’un en önemli markaları olduğunu belirtti. “Doğu Karadeniz’de 11 bin aileden çay alıyor, 50 bin kişinin geçimine katkıda bulunuyoruz” diyen Karaca, 7 fabrikalarında 4 bin kişiye istihdam sağladıklarını kaydetti. Karaca, “12 ülkeden sorumlusunuz. Temposu hayli yüksek bir çalışma döneminde olduğunuzu söyleyebiliriz değil mi?” soruma “Son 3 günde 6 uçak değiştirdim. Asya, Afrika ve Doğu Avrupa dünya nüfüsünün yüzde 80’inin yaşadığı yerler. Ben de aynı zamanda başkan yardımcısıyım. Bazı dönemlerde seyahatlerim artıyor” diye cevap vererek ne kadar yoğun çalıştığını özetledi.



Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.