F1 Türkiye’de kalsın!
.
Gönlünde herhangi bir yarış arabasının koltuğuna yeniden oturabilmek olan benim gibi eski bir araba yarışçısı için, her yıl Formula 1’in İstanbul Park’taki yarışına gitmek vazgeçilmez bir alışkanlık. Adeta her yıl tekrarlanan bir rituel F1 benim için. Üstelik son 3 yıldır motorsiklet ile gidiyor olmam da ayrı bir parçası bu ritüelin. Yarışın üzerinden 2 hafta geçti ama anıları halen daha taze benim için.
Bu ritüel için mümkünse Cuma’dan başlayarak gitmeye çalışıyorum. Olmadı, Cumartesi ve Pazar mutlaka. Çeliği kesmeye çalışan, kör bir metal testeresinin sesini andıran F1 arabalarının motor sesini ne kadar uzun duyarsam o kadar keyifli benim için. Bazıları kulaklarına silikon kulaklıklar takıyorlar. Madem rahatsız oluyorsunuz gelmeyin demek geliyor içimden! Ben sırf o sesi duyabilmek için gidiyorum oraya.
Haa bir de o temaşayı görebilmek için. Antreman turları, pilotların geçişleri, benim gibi bir kaç şanslı fani için “Pit Walk” sırasında arabaların yarış öncesi son hazırlıklarını yakından görmek ve o temaşanın bir parçası olmak müthiş bir keyif.
Yarış pistinin “Paddock” adı verilen bir bölümü var. Tüm teknik ekibin, yarışçıların, teknik donanımın ve de tabii ki yarış arabalarının içinde yer aldığı yarışın kalbi denebilecek bir bölüm bu. Daha önceleri de birkaç kez ziyaret etme imkânım olmuştu bu bölümü. Ancak bu sene Cuma gününden itibaren oradaydım. Ferrari’nin pilotları Alonso ve Massa ile de tanıştığım gün, Ferrari’nin garajını da ziyaret ettim. Bir kısmının varlığını biliyor, bir kısmını okumuştum. Ama ön tarafta gördüğümüz o dev kör testere misali ses çıkaran motorun ve o yarış arabasının arkasındaki teknolojiyi anlayamasam da görmek müthişti.
Fotoğraf çekilmesine dahi izin verilmeyen bilgisayarla donatılmış “arka tarafta” yarış arabalarının ve pilotların nefes alışları dahi sayılıyor, kontrol ediliyor. Müthiş bir yazılım teknolojisi, mekanik teknolojiyi destekliyor.
Yarış öncesine dair organizasyonla ilgili dikkatimi çeken iki nokta oldu. İlki, her geçen sene edinilen tecrübelerle, bir öncekinden çok daha iyi organize olunuyor. Gözle görülür iyileşmeler var. İkincisi ve en garibime giden ise otoyol gişelerinin ücretsiz olmasına rağmen özellikle KGS gişelerindeki anlamsız yığılmalardı.
Yeri gelmişken belirtmeden geçemeyeceğim. OGS’den sonra getirilen ve OGS’ye oranla çok daha “ilkel” bu sistemde neden halen daha ısrar edilir anlamıyorum. F1 İle ilgili kısmına gelince; neden ücretsiz geçiş olduğu gişelere büyük büyük yazılmaz da insanlar boşu boşuna sıra oluşturur, zaman kaybederler. Tabii ki ‘Gazete okumayanlara müstahaktır’ diyenlere de hak vermiyor değilim.
Yarışa gelince; yarış öncesi her ikisi de 78’er puana sahip Red Bull pilotlarından Vettel’in takım arkadaşı Weber’e çarpması hem kendisine hem takımı Red Bull’a hem de Weber’e zarar verdi. İstanbul 2010’dan hatırlanacak en önemli andı bu. Nihayetinde Hamilton ve Button ile McLaren-Mercedes en kârlı çıkanlardı.
Yarış sonrası mı? Onu hiç sormayın. Halen daha İstanbul Park’taki yarışların düzelmeyen kısmı yarış sonrası. Öncesi ne kadar iyi organize olmaya başlasa da sonrasındaki “kâbus” aynen devam ediyor. Motorsikletle bile kendime ancak “İzmit üzerinden” zar zor bir çıkış bulabilmeme rağmen seneye yine orada olacağım.
Tabii ki F1 Türkiye’de kalırsa.
Bernie Ecclestone’un işletmeye devam edip etmeyeceği, 2011’den sonra yarışların yapılmasıyla ile ilgili görüşmeler sürüyormuş.
Başta Yunan ve Bulgar komşularımız olmak üzere yabancı ilgisinin neredeyse biz “yerliler” kadar olduğu bu yarışların İstanbul’da kalması için çaba gösterilmeli. Tek bir kez yapılacak Avrupa Futbol Şampiyonası’nı alabilmek için Cumhurbaşkanlığı düzeyinde kulis çalışması yapılırken, halühazırda elimizde olan ve “her sene” yapılan bu “temaşayı” sürdürmek için neden daha fazla çaba göstermiyoruz.
Hazır tüm yatırım yapılmış, her sene daha iyi bir organizasyon yapabiliyorken...
F1 Türkiye’de kalsın!
Not: Bugün, Kabataş (Erkek) Lisesi’nin pilav günü. Haberi olmayanlara hatırlatmak istedim.