Mahalle arkadaşlığı diye bir kavram vardı. Mahalle arkadaşı kardeş olarak bellenirdi ve ailenin bir parçası gibiydi. Mahalledeki herkes birbirini bilir ve güvenirdi. Çocuklar mahallenin ona sağladığı sevgi dolu ve güven verici ortamda çocukluğunu doya doya yaşardı. Zaman akıp gitti… Çocukluğumuz da, çocukluğumuza ait değerler de akıp giden zamanın serin sularına gömülüp gitti. Adeta, kendi çocukluğumuza da, kendi çocuklarımıza da yabancılaştık… Şimdiki çocuklar bizden çok farklı. Kimi açıdan çok şanslılar kimi açıdan şanssız… Bizim çocukluğumuza göre çok daha fazla imkanlara sahipler ama bir yandan da sanki kuşatılmış gibiler. Yaşlarından daha erken büyümelerini istiyor gibiyiz. Sahip olduğumuz bütün imkanları seferber ediyor ve ‘hayata hazırlamak’ kaygısıyla canlarına okuyoruz. Çocukların çocukluklarını esir alan bu kuşatmada herkesin biraz rolü var. Bir kaçını sayalım…
Kentleşme ve betonlaşma
kuşatması: Kentleşme ile birlikte mahallelerin ve mahallelilik kavramının yerinde yeller esmeye başladı. Binalar çoğalıp yükseldikçe ilişkiler azalıp alçaldı. En çok zararı da çocuklar gördü. Apartmanlara ve sitelere hapsolan çocuklar, aşırı derecede güvenlik kaygısıyla düzenlenmiş yapay ortamlarda gerçek olmayan ilişkiler kurmak zorunda kaldı. Kentleşme, çocukların çocukluklarını sokaktan alıp betonların arasına sıkıştırdı.
Eğitim sistemi ve ulusal sınav
kuşatması: Eğitim sisteminin yıllardır yaz boz tahtasına dönmüş olması ve tüm eğitim paydaşlarının bir türlü kafa karışıklığından kurtulamaması en çok çocukları mağdur etti. Çocuklardan ne beklenip ne beklenmeyeceği konusunda herkes kafasına göre şeyler söyleyip duruyor. Okullarda çocukların yetenekleri yok sayılıyor. Varsa yoksa ulusal sınavlar ve ulusal sınavlarda elde edilecek başarı… Eğitim demek, sınav başarısı demek oldu. İyi öğrenci de, 7 gün 24 saat test çözen öğrenci oldu. Yıllardır yaşanan bu kısır döngü ne yazık ki kısa zamanda çözülecek gibi de durmuyor.
Anne-babaların abartılı kaygı
kuşatması: Günümüz anne - babaları daha eğitimli ve bilgili. Ancak onların bu bilgisi, çocukları ile ilişkilerini kolaylaştırmak yerine adeta daha da zorlaştırdı. Doğallıklarını ve rahatlıklarını kaybetmiş, aşırı derecede kaygılı hale gelmiş durumdalar. Bu kaygılarını da çocuklarına kaçınılmaz olarak yansıtıyorlar. Anne - babaların çocuklarına yaptığı iyi niyetli (!) eziyetler, onların ruhunda tamir edilmesi zor hasarlar bırakmaktadır. Hırslı ve mükemmeliyetçi ebeveynlerin tahammül edilmesi zor tutumları çocuklar için aşılması en zor engeller olarak karşısında durmaktadır.
Medya ve bilişim teknolojileri
kuşatması: Bilgisayar, tablet, cep telefonu gibi cihazlar ve internet ortamının sunduğu sanal keyif ortamı da çocukların beyinlerini kuşatmış durumda. Pazarlama kültürünün tacizleri altında büyüyen çocuklar, bu cihazlar aracılığıyla ele geçirilmekte ve sürekli dürtüleri beslenmektedir. Böylece, sorumluluk duygusu, derin düşünme gücü, duygularını yönetme gibi kritik becerilerin gelişmesi sekteye uğramaktadır.
Çözüm nedir?
Günlük hayatımızın her yerine işlemiş olan bu kuşatmadan kurtulmak hiç de kolay değil. Sonuçta, kentler eski kent değil, sokaklar eski sokak değil, mahalleler eski mahalle değil, çocuklar da eski çocuklar değil. Yeniden düşünmenin zamanıdır artık. Daha farklı, daha güçlü, daha özgün düşüncelere ihtiyacımız var. Çocuklarımıza çocukluklarını geri vermeliyiz. Onları yaşlarından erken büyümek zorunda bırakmamalıyız. Sanırım bunun başlangıç noktası da biz yetişkinleriz. İşe, önce kendi içimizdeki çocukla barışmakla ve onunla empati kurmakla başlamalıyız.
Bir önerim var!
Kimilerine abartılı kimilerine fantastik gelebilir ama yine de benim bir önerim var! Senede bir gün biz yetişkinlerin de çocuk olma ve çocukluğunu yaşamaya hakkı var. Öyleyse, senede bir günü ‘Yetişkin Çocuklar Günü‘ ilan edelim. Hem belki, yetişkin olmaktan yorulmuş ruhlarımıza, çocukluğumuzun temiz yüzlü, iyi yürekli ‘çocuk ruhu’ biraz nefes aldırır. Eminim ki, dünyaya bir gün için de olsa çocuk ruhumuzun gözleriyle bakmak hepimize iyi gelir.