Sevdiğine düşmanlık duyarsan...

31 Mart 2015

Ne düşünüyorum biliyor musunuz?Gelmiş geçmiş bütün büyük aşklara baktığımızda, bağlanılanların, uğruna hayatlar yakılanların hepsi ihanete, ölüme, bencilliğe, deliliğe, hoyratlığa yakın duranlar…Nedense büyük aşklar masumlar arasından çıkmıyor.En sevilenler en defolular oluyor genellikle…En zehirlilere, bizi en fazla yaralayacak olanlara bağlanıyoruz.Oysa hep en akıllı, en yakışıklı, en güzel, en masum, en zekiyi arayıp duruyoruz…Onları seveceğimizi, onlara bağlanacağımızı düşünüyoruz.Ama her seferinde gidip en güçsüze, en zalime, zayıflıkları, çarpıklıkları, hastalıkları, korkuları en fazla olana bağlanıyoruz.Ve artık neredeyse eminim ki insanları birbirlerine sevgileri değil, zayıflıklarının benzerliği bağlıyor…Zayıf yerinden benzersen, bu kopamayacağın en güçlü bağı yaratıyor.***Size de öyle olmuyor mu?Kitaplarda, filmlerde, gerçek hayatlarda bu böyle değil mi?Ölüme, deliliğe, zayıflığa, bencilliğe, kendini beğenmişliğe, vurdumduymazlığa kayıtsız kalamıyoruz.O gizli yerlerimize yerleşmiş, en karanlığımızda duran zayıflıklar birbirimize çekiyor bizi.Ama her karanlığa da bağlanmıyoruz tabii…En parlağını seçiyoruz.Hem ona bağlanıyoruz hem ona acıyoruz, hem onu çok kıskanıyoruz hem de bıyık altından küçümsüyoruz.Ve neredeyse her defasında, bu karışıklığın ortasında hep aynı tuzağa düşüyoruz.O en sevdiğimize, o en bağlandığımıza, o en zayıfına bir zaman sonra düşmanlık duymaya başlıyoruz.Yaralanmış oluyoruz çünkü…Zayıflıklar ağır gelmeye, o bağlandığımız hoyratlıklar sevimsizleşmeye başlıyor.Bir insanın sevdiğine düşman olması kadar taşınması zor bir duygu ikiliği yoktur herhalde.Bir ilişkiyi aşktan bile fazla hırpalayacak şey, bana sorarsanız bu karmaşa.Sevdiğine düşmanlık duyarsan, o birbirine benzeyen zayıflıklar her yanınızı kanatıyor…Ve bir defa kanamaya başlarsanız, o ilişkiden bir daha hayır gelmiyor.Birbirini seven ama birbirine düşmanlık duyan, yaralanmış, o yaranın acısıyla biribirini daha fazla acıtmak isteyen, acıttıkça ve canı yandıkça daha çok bağlanan, bağlandıkça düşmanlık duyan, içinden asla çıkabileceğine inanmadığı bir ilişkinin parçası haline gelen iki ayrı kişiye dönüyor insan…Geçenlerde sevmesini çok iyi becerdiğini düşündüğüm bir arkadaşım sevgilisi için ‘onu tüm zayıf yanlarıyla seviyorum ama onun çok da acı çekmesini istiyorum’ dedi.Bütün bunları, o anlatırken gözlerinde gördüğüm acı düşündürdü bana.Sakindi, sevdiğini söyleyebilecek kadar güçlüydü ama çok yaralanmıştı belli ki…Ona, onun sevgi zannettiği şeyin aslında zayıf yanlarının birbirine benzerliği olduğunu söylemedim.Belki söylesem rahatlayacaktı…Ama kırk yılllık hayatımda pek az şey bilmeme rağmen şunu çok iyi biliyorum ki, eğer o tuzağa düştüyseniz, eğer sevdiğinize düşmanlık duymaya başladıysanız, uzun bir süre hasta kalacak ama iyileşmek için o hastalıktan kurtulmak yerine o hastalığa sarılmak isteyeceksiniz.Hastalıktan kurtulmak, aradaki tek bağı da koparmak olacaktır çünkü.Halbuki o anda o kopmak istemez insan.Ne acısından ne geçmişinden ne öfkesinden ne düşmanlığından…İyiliği, hastalıkta aradığı bir dönemdedir.Onu zamanın şefkatli kollarına bırakmaktan başka çare yoktur.Bu hastalığı ancak zaman iyileştirecektir çünkü.Küçük bir not: Dünkü elektrik kesintisi beni de vurdu, internetsiz telefonum şarjsız kalakaldım.. Ve size eski yazılardan birini seçtim...Bilmem ki, kimbilir size ne demek istedim...

Devamını Oku

Daha ne kadar gerçeklerden korkabiliriz...

28 Mart 2015

Ermeni soykırımının ya da sözde Ermeni soykırımının 100. Yılı bu sene... Her yerde bununla ilgili çok çeşitli yazılar, belgeseller gösteriler var...Ben de izliyorum, bazılarını hiç bilmiyorum, bazılarını da çok sorunlu buluyorum doğrusu... Ama geçen gün Agos’un internet sitesinde Vatikan arşivlerinde yer alan “Ermeni Soykırımı’yla ilgili yeni tarihi belgeler gün ışığına çıkıyor” haberini okuyunca çok heyecanlandım... Tarihin gizli kalmış karanlıkta bırakılmış her köşesi nedense benim çok ilgi çeker... Sadece ulaşılmayan belgelere ulaşma ihtimali için bile tarihçi olmak isterdim doğrusu...***La Civiltà Cattolica dergisinde yayınlanan belgeler, Vatikan’ın o dönemde ve sonrasında yaptığı diplomatik girişimler ve yardım çalışmalarıyla ilgili önemli bilgileri sunuyormuş... Acaba neler ortaya çıkar, bugüne kadar saklanmış neleri aydınlatır diye düşünürken Rakel Dink’in yıllar önce söylediği bir söz aklıma geldi, “Milli Eğitim Bakanlığı’nın çıkardığı ilköğretim için Ermenice kitapta bile Ali topu Agop’a atamadı” demişti ve eklemiş: “Kendimizle ilgili gerçeklerle alçak gönüllü bir şekilde yüzleşmekten korkuyoruz. Acı verici ve korkutucu da olsa değişim olmadan olgunlaşma olmaz.” Beni çok derinden etkilemişti bu sözler çünkü kendimizle ilgili gerçeklere nasıl da kapalı olduğumuzu, bu toplumun o gerçeklerden nasıl korktuğunu çok iyi biliyorum...***Aslında geçmişinde yaraları, yalanları, acıları olmayan bir toplum yok neredeyse dünya üzerinde. Ama Türkiye, Rakel Dink’in de dediği gibi bunlarla yüzleşmekten korktuğu için, hala o acıların ve yalanların gölgesinde büyütüyor çocuklarını... O yüzden de o arşivlerden bile korkuyor olabilir buranın yöneticileri.Dünya bizim sandığımızdan daha kirli gerçeklere sahip aslında...- Amerikalılar; binlerce Kızılderili’yi kesip topraklarına el koymuş. Yıllarca derileri siyah diye milyonlarca insanı ezip, öldürüp, yok etmiş.- Almanlar; 6 milyon Yahudi’yi fırınlarda yakmış.- Fransızlar; Cezayirliler‘i insafsızca öldürmüş.- Belçikalılar; Kongolular’ı işkencelerle parçalamış.- İtalyanlar; Habeşler’i kırıp geçirmiş.- Ruslar; Yahudi gettolarında ‘pogromlar’ düzenlemiş.Hiçbir ülkenin eli temiz değil.***Ama sanık sandalyesinde bugün bir tek biz varız. Bizim tarihimiz de kanlı.Biz de çok kıyımlar yapmışız.Peki herkes yapmış, biz niye diğerlerinden daha suçluyuz?Çünkü tarihi kanla dolu olan öbür ulusların hepsi tarihiyle hesaplaşmış.Kendi yaptığını, kendisi açığa çıkarıp suçlamış.Yapılan kıyımları ve haksızlıkları kınayan filmleri, kitapları, piyesleri, tarih araştırmalarını yine kendileri ortaya koymuş.***Biz ise ne geçmişimizle, ne bugünümüzle hesaplaşabiliyoruz.Kendimize ve topluma söylediğimiz yalanlarla kendimizi de, etrafımızı da zehirliyoruz. Yaptıklarımızı bir sır gibi kendi halkımızdan bile saklıyoruz.Bu konularda tek bir eser bile yazılmasına izin vermiyoruz...***Her gün televizyonlardan “sözde Ermeni soykırımı” diye bir laf duyuyoruz.Nedir bu “sözde Ermeni soykırımı,” hiçbirimiz bilmiyoruz.Ne olmuş, Ermeniler’i kesmiş miyiz, yoksa onlar bize saldırmış da karşılıklı vahşetler mi yaşanmış?Hiçbir Türk bunu doğru dürüst bilmiyor.Bunu okullarımızda okumadık ki...Kitabını yazmadık, filmini yapmadık, araştırılmasına izin vermedik.***Biz kendi geçmişimizi yargılamaktan korktuğumuz için, bizim geçmişimizi her zaman başkaları yargılıyor, yargılayacak. Ve biz de hep suçlu çıkma korkusu içinde yaşayıp, gerçekleri ortaya çıkarana kızıp duracağız.Bunu ne kadar sürdürebiliriz?Ne kadar daha gerçeklerle yüzleşmekten, gerçekleri sorgulamaktan kaçınabiliriz? Daha ne kadar gerçeklerden korkabiliriz? Hem düşünsenize yüz sene öncesinden korkan birinin bugünden ödü patlamaz mı?***Korkmadığımız günleri de görmek istiyorum.Ve Vatikan’ın arşivlerini çok merak ediyorum...

Devamını Oku

‘Zekânızla hayran bırakamıyorsanız saçmalıklarınızla hayrete düşürün.’

26 Mart 2015

Çok eğlenceli bir kitap okuyorum, üstelik yeniden...Açıp açıp ona bakmaya bayılıyorum..‘Zeki Olduğunu Düşünüyor musun?’John Farndon hazırlamış.Oxford ve Cambridge üniversitelerine girmek isteyen öğrencilere, kabul jürisi tarafından mülakâtta sorulan sorular kitabı bu.En keskin zekâlı öğrencileri bulmak için soruluyormuş bu sorular.***Çok soru var.Gerçekten aralarında dolanmaya bayılıyor insan...Hem düşünüp, hem eğlenip, hem de karamsarlığa kapılıyor okurken...Soru çok net çünkü; zeki olduğunu düşünüyor musun?İnsanın aklından şu geçiyor değil mi; bunu düşünmeyen kaç insan vardır acaba?***Soruları merak ettiniz değil mi?Bazılarını çok sevdim ben...- Suç işleme oranını mimarlık yoluyla nasıl azaltabilirsin?- Sence de Hamlet biraz uzun değil mi?- Dürüstlük nerede hukuka uyar?- Tarih bir sonraki savaşın önüne geçebilir mi?***Sorular devam ediyor:- Neden küresel bir devlet yok?- Bir inekte dünyadaki suyun kaçta kaçı bulunur?- Beynin en çok hoşuna giden yanı nedir?***Kitap W. C. Fields’in bir sözüyle bitiyor:‘Zekânızla hayran bırakamıyorsanız saçmalıklarınızla hayrete düşürün.’Bu ayrıca insanı çarpıyor doğrusu...Çünkü bizim ülke bu ilkeyi çoktan keşfetmiş gibi görünüyor.Sadece günlük siyasi gelişmeleri, çatışmaları, nutukları izlediğinizde bile bu ilkenin nasıl bizim ruhumuza işlemiş olduğunu görebiliyorsunuz.***Şimdi size bir soru:Sizce biz, toplum olarak bu mülâkatı geçebilir miydik?Ya da şöyle sorayım:‘Zeki olduğunuzu düşünüyor musunuz?’

Devamını Oku

Erdoğan için artık tehlike muhalifleri değil taraftarları!

24 Mart 2015

Bunu daha önce de yazmıştım...Ama ne daha önce yazmam, ne de daha önce defalarca söylemiş olmam bugün tekrar yazmamı engellemiyor, hatta burası öyle bir ülke ki aynı yazıyı sayısız defa yazmanız gerekebiliyor, üstelik her seferinde ‘şimdi tam zamanı’ duygusuyla.Tayyip Erdoğan, tarihin kendini çok güçlü zanneden liderle dolu olduğunu ne yazık ki bilmiyor...Ve ne yazık ki kendi halkının sesine aldırmayan her liderin sonunda mutlaka acıyla devrilmeye mahkum olduğunu da ...Kendinden başka hiçbir şeyi merak etmeyen,önemsemeyen biri, hangi davranışların daha önce hangi sonuçları verdiğinden de pek haberdar olmuyor.Sanırım Tayyip Erdoğan da bu yüzden başına neler gelebileceğini bir türlü sezemiyor...Çünkü kendinden önce bu dünyadan geçmiş liderler neler yaşamış diye merak etmiyor.Mesela Margaret Thatcher’ın hayatını ve siyasi macerasını bilmiyor...***‘Siyasi sonları da birbirine benzeyecek galiba’dedirten benzer yaşam öyküleri var Erdoğan’la Thatcher’ın...İkisi de aşağı orta sınıf ailelerden geliyor.Biri “manavın kızı”, öteki “iskele kaptanının oğlu.”İkisi de muhafazakâr eğilimli, sol karşıtı ve aynı zamanda da köklü reformcu.İkisi de piyasalara ve güçlü hükümete inanan;ülkelerinin uzun zamandır aradığı istikrarlı liderliği sağlayan; dünyaya nam salan siyasiler.İkisi arasındaki en büyük benzerlik ise toplumlarını kutuplaştırmaları, sevenler ve nefretedenler olarak ikiye ayırmaları…Ve uzlaşmaz tavırları.Bir yanlarıyla tarihe geçerken, bir yanlarıyla kendi sonlarını elleriyle hazırlayan iki lider.***Thatcher da Erdoğan gibi on yıldan fazla başbakanlık yaptı.O da hiçbir seçimi kaybetmedi.O da Erdoğan gibi kendi seçim galibiyetleriyle büyülenip kendinden başka herkesi küçümsedi.O da Erdoğan gibi kendi partisinin yöneticilerini bile dinlemedi, o yöneticileri herkesin önünde azarladı.Bütün bunları yapan Thatcher, hiçbir seçim kaybetmemesine rağmen kendi partisinde ciddi bir muhalefetle karşılaşarak sonunda başbakanlıktan istifa etti.***Geçen gün olan Bülent Arınç Melih Gökçek tartışması bana bunu yeniden düşündürdü...Hatta neredeyse emin oldum bundan...Ak Partililer’in en azından bir bölümü artık Tayyip Erdoğan’a kızgın...Sanırım en son Harp Akademileri’nde askerle ‘siz darbe yapmadınız sizler müthiş insanlarsınız’ tonunda konuşması bardağı taşıran son damla oldu.Bunu içlerine sindiremediler büyük bir ihtimalle...Bunca zaman askeri vesayetin ağır baskıları altında yaşayıp, ‘nihayet bu dönem bitti’ diye sevinirken, birdenbire Erdoğan’ın “zaten öyle birşey yoktu, biz kandırıldık” demesi herhalde okesimde kolay hazmedilir bir çıkış olmadı çoğu için...***Erdoğan’ın son zamanlarda verdiği kararlar,yaptığı konuşmalar, yarattığı gerginlikler, oluşturduğu polis devleti görüntüleriyle toplumu kutuplaştırdığı gibi sanırım artık Ak Parti’yi de ikiye, belki de üçe böldü...Üstelik de bu parçalamaya devam edecekmiş gibi görünüyor.Erdoğan için asıl siyasi tehlikenin AKP içinde oluşmakta olduğunun işaretleri çok fazla şu günlerde.Faiz politikasındaki çatışmalar, Davutoğlu’nun çıkartmak istediği yasaların engellenmesi, barış sürecinde Erdoğan’ın frene basması, hep en önde gözükmek istemesi, hükümeti yok sayması, bütün bunların yanısıra ekonominin de kötüleşmeye başlaması, AKP yönetimini de tabanını da sarsıyor gibi gözüküyor.***Erdoğan kendini toparlayamazsa, bu“padişahlık” hayallerini terketmezse galiba onu siyasetin dışına muhalifleri değil, taraftarları gönderecek.Gidişi Thatcher’ın gidişine benzeyecek.Thatcher’ı da evine, ‘sizi ben yarattım’ diye aşaladığı insanlar göndermişti.

Devamını Oku

En az 30 isim sayarım medyadan!

21 Mart 2015

Bu aralar herkes ne kadar zorda...Öyle değil mi?Herkesin kafası nasıl da karışık...İpi kopmuş tesbih taneleri gibi dört bir yana dağılmış, çaresizse yuvarlandığımız yerin kaderini yaşıyoruz...Sanki her an, her saniye bizi tanımlayan her şey hızla değişiyor...Tam olarak biz kimiz, kimi destekliyoruz, iyice karıştı...Çünkü partilerin ve liderlerin durdukları siyasi pozisyonlar değişti.Hem de değişme!***Kendisine açık ve net darbe planlanan Tayyip Erdoğan, Harp Akademileri Komutanlığı’nda askerlere yaptığı konuşmada Balyoz ve Ergenekon için, “Bu operasyonlarla şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı. Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş, güçlü medya desteğiyle teçhizedilmiş bir yapının, Türkiye’yi ele geçirmek için yürüttüğü bir kumpasa, bir darbe teşebbüsüne hep birlikte maruz kaldık. “ diyor...Buna karşılık ülkenin en sağcı, en askerden yana, en ulusalcı kanadı olarak bilinen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “ Ergenekon ve Balyoz birer darbedir...Paralel yalanlarıyla emniyet teşkilatı çökertilmiş, adalet mmekanizması darbelenmiştir” diyor...Gülmeyin...Bunlar gerçek, bizim ülkemizde oluyor...Çok merak ediyorum, ordudan sadece dini bütün diye atılmış dindar askerler, Ak Parti taraftarı diye horlananlar ne düşünüyor bu tablo karşısında.Kendilerini kime yakın hissediyorlar, kime en çok kızıyorlar?***Bölünenler, pozisyonlarını kaybedenler, değiştirenler, sadece “sağ kanattaki” partiler değil ki...Hrant Dink yürüyüşlerinde, Cumartesi anneleri buluşmalarında, ‘demokrasi istiyoruz’ kampanyalarında en önde yürüyen gazeteciler ,akademisyenler, genç yaşlı birçok insan şimdi “askerlerin darbe hazırlığı yoktu, Ergenekon yoktu” diyenler arasında... On yedi bin faili meçhul yokmuş gibi, Mustafa Balbay’ın , Özden Örnek’in günlükleri hiç bilinmiyormuş gibi, Balyoz ses kayıtları ortada durmuyormuş gibi darbe girişimlerini yok sayıyorlar.Ergenekon Balyoz yoktur diyorlar...Sonra da Hrant Dink’in katilleri bulunsun diye en önde bağırıyorlar...Bu kadar pespaye yalanı hangi çıkar uğruna söylüyorlar çok merak ediyorum...Bir çırpıda en aşağı 30 isim sayarım sadece medyadan bu yalanları hayatının kıblesi haline getirmiş...***Çözüm sürecinde Kürtlerin kafası da karıştı tabii...Bir yandan çözüm sürecini gözü gibi sakınmak,öte yandan AKP’nin antidemokratik icraatına da sonuna kadar karşı çıkma politikasını benimsemekte bir ara zorlandılar.Şimdi Selahattin Demirtaş’ın çizgisi bu politikayı net bir hale getirdi.Demirtaş, hem barışa, hem demokrasiye aynı güçle sahip çıkıyor.Ama ona kızan Kürtler de var.Ona çok kızan Türkler de...***17-25 Aralık süreci bütün taşları yerinden oynattı.Şimdi Balyozculara ve diğer darbecilere en büyük desteği Ak Parti veriyor, karşılığında onlardan destek bekliyor.Darbecileri baştan beri destekleyen, Ak Parti’nin yeminli düşmanları gibi görünen ulusalcılar bu süreçte Ak Parti’nin yanında pozisyon alıyor...Darbeleri aklayıp, hukuku geri plana atmakta işbirliği yapıyorlar.Halbuki daha düne kadar karşı cephelerde duruyorlardı.MHP ise 17-25 Aralık süreciyle Balyoz darbesinin birbirine yapıştığını görünce, ikisine birden tavır alıyor..HDP, darbeciler konusuna pek girmiyor ama “demokrasi ve barış” konusunda en net çizgiyi o çiziyor.Balyoz konusuna HDP’nin çok fazla girmemesi, belki de CHP’den kendilerine kayacak seçmenleri ürkütmeme stratejisinden kaynaklanıyor...Darbeye darbe, yolsuzluğa yolsuzluk, barışa barış, demokrasiye demokrasi, hukuksuzluğa hukuksuzluk diyebilecek netlikte duran bir siyaset henüz ülkemizde yok...Herhalde bir gün kavuşuruz...Ama o zamana kadar sanırım kafalarımız epeyce karışacak.Bütün taşlar her gün yeniden yerinden oynayacak.

Devamını Oku

Kötülük arttıkça...

14 Mart 2015

Bu aralar üzerine kuşların konduğu yemyeşil ağaçlar gibi hayat…Biliyorum tam öyle gözükmüyor ama gülüşler, sevinçler, aşka dair konuşmalar artıyor sanki etrafta…Bir yandan hayat tümü ağırlığıyla abandıkça üzerimize diğer yandan sanki hayat pompalanıyor içimize...Size de öyle olmuyor mu?İnsanlarda bulamadığımız sevinci ağaçlarda bulduğumuz bir mevsimden geçiyoruz.Kötülük arttıkça ağaçları inadına erken çiçek basıyor sanki...***Kötü ve iyi içiçe.En azından bu aralar çok fazla öyle...İnsanı şaşırtan ama gülümseten de bir karmaşa bu...Bir yanımız yaşanan kötülüklerin farkında ve umutsuz bir karanlığı içinde besliyor.Diğer yanımız, neşeyle ve umutla dolu.Ağaçların kokusu, ışıklı bahar güneşi, hayatın insanlara aldırmadan devam etmesi sevinçlerimizi çoğaltıyor. ***Her şey sınırlarını aşıp daha fazla genişlemek istiyor sanki bu aralar..Aşk aşka benzemek, mutluluk mutluluğa, hüzün hüzüne benzemek istiyor.Duygularımız, düşüncelerimizin yarattığı acıları yırtarak ortaya çıkmaya uğraşıyor.Bir o yana, bir bu yana çalkalanıyoruz.Ümitlerle ümitsizlikler, sevinçlerle endişeler çarpışıyor.***İşte bu aralar sabahları yürüyüşe çıktığımda, sabahın erkence saatlerinde içinden geçtiğim kokular bana bunları düşündürüyor.Ağaçlardan sokaklara yayılan rayiha insanın dertlerini, sıkıntılarını yatıştırıyor sanki…Bir süreliğine de olsa o acılar, o sıkıntılar yokmuş zannediyorsun.Varsa bile o acı kadar güçlü bir güzelliğin varlığını fark ediyorsun.***Sokağa yayılan bahar, insanı bir an bile olsa ümitlendirmiyor mu, her şeyin aslında güzel olduğuna inandırmıyor mu sizce de?Insan merak ediyor, dertlerini mi uyduruyor insan yoksa kendini iyi hissetmek için seçtiği nedenleri mi acaba?Dertlerimiz mi daha yalan yoksa mutlu olmak için bulduklarımız mı?Belki de her ikisi de...***Çok zor zamanlardan geçiyor olabiliriz…Kimsesiz yalnız tedirgin hissediyor olabiliriz kendimizi...Ama bize armağan edilen hayatın güzelliklerini de gördüğümüz günler de yaşıyoruz.Hayat böyle...Kederi de var, sevinci de…Şükretmeli insan…Yaşananlar acı olsa bile sadece şu mucize dolu ağaçlar için bile şükretmeli.

Devamını Oku

Ne garip, korkmaya hazır gibiyiz!

12 Mart 2015

İnsanlar genellikle suçlu oldukları için mi suçluluk duygusuna kapılır sizce yoksa suçlandıkları için mi?Bana, suçlanmak insanın kendisini suçlu hissetmesi için yeterli gibi gelir bazen. Suçlamak, suçlanmak, suçluluk hissetmek gerek kişisel, gerekse toplumsal ilişkilerde en önemli bağlardan biri…En güçlü olanlarından hem de…Öyle değil mi?***Biliyorsunuz, bunun en inanılmaz örneğini Amerika yaşamıştı.McCarthy diye bir adam, “komünistler var” diyerek bütün Amerika’yı bir tür korku tüneline sokmuştu.Hiçbir somut belge ya da kanıt göstermeden insanların hayatlarını mahvetmişti. Sonunda bütün iddialarının dayanaksız olduğu anlaşılmıştı.Ama uzunca bir süre Amerika korkuyla titremişti.***Sanki insalar da toplumlar da bazen korkmaya hazır duruyorlar.Biri onları suçladığında hemen korkuya hatta dehşete kapılıyorlar.“Beni neyle suçluyorsun” diye bile soramıyorlar.Korku bir virüs gibi yayılıyor.*** Bu aşkta da böyle sanırım....Bazen, sadece suçluluk üzerinden bir bağ kurulabiliyor insanlar arasında. Acaba ilişkilerde hangi eksikliği kapatıyor bu suçluluk üzerinden kurulan bağ?Aşk acısı neden her defasında ardında bir suçluluk duygusu da taşıyor?Bizi suçlayana bağlayan o güçlü bağ, aslında sakladığımız neyi örtüyor?Biliyorsunuz degil mi o duyguyu?*** Bazen sevdiğiniz biri tarafından, bazense tanımadığınız insanlar tarafından suçlanmak, suçluluk duymanıza yetiyor.Neden böyle acaba?Neden insanlar da, toplumlar da bir suçlamayla karşılaştıklarında böyle korkuyorlar?Neden Amerika gibi bir toplum McCarthy gibi bir ahlaksızın elinde oyuncak olabiliyor?Neden bazen bir kadın ya da bir erkek sevdiği tarafından suçlandığında paniğe kapılıyor?Suçlu hissetmemiz için kendimizi, suçlanmamız yetiyor kimi zaman.Sevdiğimiz adam, aşık olduğumuz kadın, annemiz, babamız, öğretmenimiz bizi suçladığı anda sarsılıyoruz...İnanıyoruz hemen...***İktidarlar da bazen böyle birilerini suçlayarak ve korkutarak yönetiyorlar ülkelerini.Bazen günahkar olmakla, bazen solcu olmakla, bazen dinci olmakla, bazen özgür olmakla, bazen bölücü olmakla suçluyorlar.Biliyorlar çünkü bu suçlamanın toplumda bir iz bırakacağını, gizli bir suçluluk duygusu ve suçlayana sığınma isteği yaratacağını.***Suçlamak ve suçlanmak aşkta da siyasette de en yaygın ilişki biçimi sanki…Neden kendimizi suçlu hissetmeye bu kadar meraklıyız, neden bu kadar güçsüzüz sizce?Suçlayanların niye suçladığını anlamak kolay da… İnsanların ve toplumların belirsiz suçlarla suçlandıklarında niye dehşete kapıldıklarını anlamak zor...

Devamını Oku