Geçen gün ‘içimde tuhaf bir sıkıntı var ’ dedi bir arkadaşım, ‘galiba ezilmekten sıkıldım ben, kendi seçtiğim iktidar tarafından ezilmeye tahammül edemiyorum. Bu ezilme, dayanılmaz bir sıkıntıya, taşınmaz bir bıkkınlığa dönüştü benim için. Bu ezilişte kendi payımın da olması ezilmekten daha çok acıtıyor içimi.’Uzun süre sessiz kaldım bu cümlelerden sonra... Daha önce oy verdiği parti onu hayal kırıklığına uğratmıştı belli ki, canı sıkkındı.Ama nedense onu dinlerken siyaseti değil de kendi hayatımı düşündüm ben…Köhneleşmiş, beni sınırlayan, beni baskılayan, işe yaramayan ne kadar duygum varsa, ne kadar fikrim varsa kendimle ilgili, hepsi aklımdan geçti.***Kendimi ‘yaralamada’ büyük emeğim vardı çünkü..Çoğumuzun belki de önündeki en büyük engel kendisi ve kendimizi oldukça güçlü bir şekilde yok edebiliyoruz..Hayatın parlak kısımlarının başkalarına ait olduğunu sanmıyor musunuz siz de çoğunlukla?Sanki bizim oraya geçmemiz yasak gibi, değişmeyecek bir kural gibi…Öyle değil mi?***Kendi yasaklarınızı, her şeye, neredeyse her şeye ‘ben onu yapamam’ diyen korkarak bakan yanınızı sınırlarınızı, kendinizi nasıl da küçücük biryerde yaşamaya mahkum ettiğinizi, kendinizi ‘yoketmek’ için neredeyse kimseye ihtiyacınız olmadığını fark etmiyor musunuz siz de bazen benim gibi?Tıpkı Türkiye gibiyiz işte...Düşmana ihtiyacımız yok... Neredeyse toplumun bizi yasaklamasına ihtiyaç duymayacak kadar kendimizi bastırıyoruz biz.Birileri tarafından ezilmek gerçekten çok acıtıcı ama bir de insanın kendisini yok saymaya çalışması çok kötü değil mi?Hayat bütün hızını, albenisini, çekiciliğini, pırıltısını yitiriyor öyle olunca.***Ama bunu bir kez fark ettiniz mi de, önce bir yırtılış oluyor sanki içinizde…Bir acı hissediyorsunuz.Sonra duygularınız ve düşünceleriniz şiddetli bir çatırdıyla unutulmuş bir yıldızdan kopan bir göktaşı gibi kendi yasaklı bölgenizden kopup evrenin sınırsızlığına doğru kayıyor.Ve o zaman bir ateş topu gibi akan diğer göktaşlarını görüyorsunuz.Kalabalık olduğunuzu anlıyorsunuz.Ayaklanıyorsunuz, yeni bir hayat yapmanın enerjisini duyuyorsunuz içinizde tüm korkusuzluğunuzla...***Ben inanıyorum.Ne yaşadığım ülke için, ne de benim için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.Bunu biliyorum…Bunu hissediyorum.Tıpkı Türkiye gibiyim, kendimi değiştirmek için ayağa kalkmaya hazırlanıyorum.Biliyorum, ben güçlüyüm, istersem yapabilirim.Siz güçlüsünüz, isterseniz yapabilirsiniz.. Ben yaşanmasına izin verilmeyen duygularımla dövüşüyorum tek tek…Hayalleri arka arkaya sıralıyorum.***Bütün yasaklar kalkınca derin bir nefes almaz mi bu memleket düşünsenize?İnsan kendisiyle ilgili sınırları kaldırınca da büyük, derin bir nefes alıyor.Türkiye’yi de kendimizi de kurtarabiliriz istersek... Çünkü şunu anladım, kendimi kendim eziyorum kendimi yok saymakta benim payım çok...Toplum olarak kendimizi ezdirmekte de kendi payımız büyük.Tıpkı arkadaşımın dediği gibi işte, bu ezilmekten de kötü.Neden bunu bir kader gibi kabulleneceğiz ki?
Bu ülkeye bakınca neredeyse en çok merak ettiğim şey şu, ortaklaşa söylenen yalanın nedeni... Siz de fark etmiyor musunuz, birbirinden hoşlanmayan insanlar, devlet dendiği zaman el ele hizaya geçiyor...Hem de hemen... Düşünmeden, tereddüt bile etmeden...Birbirlerinden hoşlanmıyorlar ama konu devlet olunca aynı yalanın parçası olmaya gık demiyorlar.Devlet, aynen bugünkü keyfiliğini sürdürsün istiyorlar.Kavga, o devleti herkesin kendisinin keyfince yönetmek istemesi etrafında şekilleniyor.‘Devlet böyle hesap vermeden kalsın ama onu ben yöneteyim.”***Bize niye devletle ilgili gerçekleri anlatmıyorlar?Bilmemizi istemedikleri şey nedir hiç düşünmüyor musunuz?Bence, bilmemizi istemedikleri şey, vatandaşın hiç bir önemi olmadığı ve paranın devletin içinde bir yerlerde bölüşülmeye çalışıldığı...Ve onların da bu paradan pay istedikleri... Yıllardır bozuklukları hükümetlerin uygulamalarında arıyoruz.Haksız da değiliz...Çok az hükümet bu ülkeyi daha iyi yerlere taşımak için uğraştı gerçekten.Ama bizim ülkemizde çarpıklıkların çoğunluğunun şifresi devletin işleyiş biçiminin içinde saklı...Ama artık bu devletin Türkiye’yi nasıl yönettiğini bilmek istiyoruz, bunu benim gibi pek çok insan istiyor...Her gün gazeteleri, sayısız ‘uzman’ köşe yazarlarını okuyoruz, televizyonlara bakıyoruz, politikacıları dinliyoruz ve gerçekleri öğrendiğimizi sanıyoruz ama bu konuyla ilgili çok az şey anlatıyorlar bize.***Sanki kanmak ve kandırılmak konusunda herkes işbirliği yapmış gibi. Devletin şifrelerinin kırılmasını istemiyorlar.Devlet şeffaflaşsın istemiyorlar.Devlet halka hesap versin istemiyorlar.Neden? Hangi açıdan bakarsak bakalım Türkiye’nin çağdaşlaşabilmesi için ilk yapması gereken şey, devlet-vatandaş ilişkilerini çağdaş ölçülere göre yeniden düzenlenmesi bence.O çağdaş ölçüler de aslında Avrupa Birliği tarafından belirlenmiş.***Bunun için de önce evrensel hukuka saygılı yeni bir anayasaya ihtiyacımız var. Seçimlere çok az kaldı, hala yeni anayasa önerilerinden ses yok.Sesin olmadığına dair de bir ses yok.Insanı gerçekten şaşırtan bir ülke burası...Düşmanlar konu devlet olunca kardeş, konu devlet olmayınca ipe sapa gelmez itiş kakışlarla geçen sığ bir hayat...Nasıl bir devlet istediğini söyleyen, AvrupaBirliği’nden, AB’nin kritelerinden söz eden hiçbirpartiye rastlamıyoruz.***Medyamız da dahil olmak üzere büyük güçler,bunları unutmamız, dikkatimizin devlet-vatandaş ilişkisinin dışına çekilmesi için uğraşıyorlar.Devletin şifrelerinin çözülmesini istemiyorlar. Anayasa yenilensin istemiyorlar.“İstiyoruz” diyorlar ama yeni anayasa yapılması,devletin çürümüş yerlerinin kesilip atılması için seslerini çıkartmıyorlar.Oysa ki bu şifre çözülmeden, Türkiye’dekolay kolay yapısal bir değişim sağlayamayız.***Aslında... Bu büyük sorunun çözümüne çok az kaldı.Bütün dirence rağmen şifreleri çözecek akıl ve istek var bu ülkede.Yeter ki bunun gereğini yerine getirecek cesaret olsun.İşin aslını gören partiler ve siyasetçiler, gereğini yapmaktan korkmasın.Ne dersiniz, aklını cesaretiyle birleştirecek,gereken yerde korkmadan gerekeni yapacak siyasetçiler var mı bu ülkede?
Televizyonda Ağrı’da yaralanan askerleri, onlara yardım eden bölge insanını, başbakanı, cumhurbaşkanını, Kürt siyasetçileri izliyorum günlerdir...Çatışmayı önlemeye çalışırken vurulan Kürt siyasetçinin çocuğuyla çekilmiş resmine rastlıyorum...Yaralı askerleri görüyorum.Nedensiz yere hala bu ülkenin insanlarına acı çektirenlere lanet ediyorum.***Dünya değişiyor oysa ki bunlar olurken...Dünyayı dipten doruğa sarsan bu büyük değişim kaçınılmaz olarak Türkiye’yi de etkiliyor tabii ki, biz ne kadar değişmeyelim diye dirensek de...Mesela Türklerin büyük bir kısmı Kürtler’in varlığını kabul ediyor artık ama Kürtler’in haklarını kabul etmekte hala zorluk çekiyor.Eskiden “Kürt” demekte zorlanırken, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir Kürt lider aday olabiliyor...Haziran seçimlerinde bir Kürt partisi barajı geçsin diye beraber de çırpınabiliyoruz...***Dünyada da, Türkiye’de de yeni bir gelecek şekilleniyor.Ben Kürtler’in kendi dillerini, kendi hayatlarını yaşamaları gerektiğine inandığım kadar, buna itiraz edenlerin de niye bu kadar kızdığını merak ediyorum.“Kocaman bir hayatı azaltıyorlaranlamsız hırslarla”diye düşünüyorum. Belki de Kürtler önümüzdeki senelerde kendi bölgelerinde Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı bir ‘eyalet’gibi yaşamaya başlayabilecekler.Neden olmasın?Konuşacakları Kürtçeden, çocuklarına koyacakları Kürtçe isimlerden, şarkılarından, bayraklarından o kadar korkmaya gerek olmadığını anlayacağız biz de böylelikle...Kürtlerle barışacağız...Hayatın akışı hepimizi barışa zorluyor.***Ama Türkler kendi aralarında ne yapacak acaba,insan onu kestirmiyor işte...Birlikte yaşayan Türkler... Kürtler’in hakkını almaları gerektiğine inananlarla, o hakların zorla gasbedilmesi gerektiğine inananlar...Nasıl barışacak?***Kürt meselesi Türkleri ayrıştıran bir turnusol kâğıdı gibi...Kürtler’in haklarını almalarına karşı çıkanlar aslında Türklerin de birçok hakkını vermek istemiyor.Kürtlere tanımadıkları demokratik hakları, farklı meselelerde Türklere de tanımıyorlar.***Bir “devlet baba” olsun, herkese ne yapacağını o söylesin istiyorlar.Ama devlet “baba” değil, sadece bir hizmetkâr... Biz de onun çocukları değil, efendisiyiz.Hiç büyümeyen raşitik bir çocuk gibi sürekli bir ‘baba’ arayan Türklerle, büyüyen, güçlenen, kendine güvenen, bir birey olmayı beceren Türkler nasıl anlaşacaklar?Sanırım asıl sorun Türkler’le Türkler arasında yaşanacak.Bana öyle geliyor.“Babacılar”, büyümeleri gerektiğini öğrenene kadar da sürecek bu sorun.
Bilinen hikayedir…Montgomery koşullara esir olmayan, koşulları nasıl değiştireceğini arayan ve bulan, yaratıcı bir İngiliz askeriydi. İkinci Dünya Savaşı’nın en başarılı generallerinden biriydi.İngiliz Başbakanı Churchill, İkinci Dünya Savaşısırasında, Kuzey Afrika’da bulunan İngiliz birliklerinin Rommel komutasındaki Alman birliklerine saldırmasını istiyordu.Ama Kuzey Afrika’daki birliklerin başına Rommel’e saldırıp yensin diye atadığı her general, bellibir süre sonra aynı şeyi söylüyordu:“Şu, şu nedenlerden dolayı Rommel’e saldıramayız.”İngiliz Genelkurmayı da generallerin raporunu destekliyordu.***Churchill, Rommel’e saldırılması gerektiğini biliyordu.Ama bunun nasıl olması gerektiğini bilmiyordu.Bütün generaller de bunun olmayacağını söylüyordu.Sonunda bir general buldu.O general “Rommel’e saldırır, yeneriz” dedi.Rommel’e saldırıp yendi.O generalin adı Montgomery’ydi. Bütün tarihkitapları onun adını yazdı.***Bir konuşma sırasında Montgomery’nin Churchill’e , “Gece 10’da yatağa giriyorum, sabah 6’dakalkıyorum. İçki-tütün kullanmıyorum, yağlı yemek yemiyorum. Spor yapıyorum. Yüzde yüz formdayım”dediğini, Churchill’in de, “Gece 4 saatten fazla uyumam, içtiğim içkinin haddi hesabı yoktur. Yağsız hiçbir şey yemem. Yüzde 200 formdayım” diye cevap verdiği söylenir...Ama benim için Montgomery, sadece gece erken yatıp sabah erken kalkan, spor yapıp içki içmeyen,yağlı yemeyen ‘sıkıcı’ biri değildi.Churchill de içkici, yemeğe düşkün boşvermiş biri değildi.Ne olurlarsa olsunlar yaşadıkları toplumun yönünü değiştirebilen insanlardı...***Şimdilerde de bizim de tam böyle insanlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum...Kim olduğu, ne yediği, ne yaptığı önemli olmayan ama bir toplumu dönüştürme gücüne ve isteğine sahip insanlara…Bu sıkışmışlığı aşacak insanlara….Ekonomideki, siyasetteki, toplumdaki tıkanıkları delip geçecek yöntemleri bulacak insanlara…***Şu anda Türkiye kitlenmiş gibi gözüküyor.Ekonomide, hukukta, siyasette bir çıkmaz sokağa girdik görüntüsü var.Bunun nasıl aşılacağını da kimse tam bilmiyor. Herkes aşmanın zorluğunu anlatıyor.***Bu tıkanmanın birçok nedeni var ama herhalde en önemli nedenlerinden biri toplumu parçalayan, gruplara bölen, aralarına duvarlar diken toplumsal nefret.Hiçkimse, bu nefreti aşıp bir ortaklık yaratacak, topluma yeni bir soluk borusu açacak bir zeminin nasıl oluşturulacağını bilemiyor.***Eğer Türkiye yok olup gitmeyecekse, daha önce de birkaç kez yaptığı gibi bu tıkanıklıktan kurtulacaktır.Yaratıcı birileri, nefreti törpüleyecek,ortaklıkları vurgulayacak, güçleri birleştirecek bir yöntem bulacaktır.Toplum bu noktayı aşma isteğine ciddiyetle sahip çıkarsa…Tarihte de hep olduğu gibi bunun formülünü ortaya koyacak birileri de aramızdan çıkar. Yeter ki biz değişimi ve gelişimi kararlı biçimde isteyelim, “olmuyor” sözlerine kulak asmadan inadımızı sürdürelim.
Ben sabah saatlerini çok severim, aslında tarifini kolay yapamadığım, kimselere itiraf etmediğim, kendimin bile pek aldırmadığı bir endişe ile uyanırım sabahları ama pencereden gördüğüm sabahın rengi, kokusu o endişemi yok eder...Sabahlara güvenirim ben...O yüzden sabah saatlerinde erkenden yürüyüşe çıkmaya bayılırım, insanları merak ederim, onlar nasıl acaba diye...***Sabahları havanın, şehrin, hayatın serin sadeliği öyle çarpıcı ki…Geceyi nasıl geçirdiğini bilmediğim pek çok insana rastlarsın sabahları.Çoğu mutlu değilse de hoşnut ve dingin gözükürler.Aslına bakarsanız asık yüzlü insanlar görmem ben sabahları, akşamları gördüğüm kadar…Ve sonra düşünürüm, bu insanlara gün boyu ne oluyor acaba diye…Niye akşamları yüzleri asılıyor?Neden günler bizi böylesine hırpalıyor?Neden sabahın enerjisi akşama yetmiyor?***Yaz geliyor…En azından böyle olduğunu biliyoruz, Nisan’da çok üşüyoruz ama biliyoruz ki yaz geliyor..Benim çocukluktan yadigar güzel hayalimdir bu, yaz geldi mi her şey daha iyi olacak demektir...Gerçek böyle olmasa bile bana umut veren bu hayali taşımaktan hiç vazgeçmem.Bu hayalin varlığı bile bana yeter...Her şey iyi olacak...***Yeşil erikleri, kiraz çiçekleri, ılık geceleri, derin derin içimize çekeceğimiz sabah serinlikleri, patlıcan kızartmaları, uzun yemek molaları, deniz kenarları, kum tanecikleri, boş şezlong bulma telaşlarıyla yaz geliyor.Her çölün kendi vahası vardır ya… Her adımda biraz daha yaklaşıldığına inanılan… Çölün tüm zorluklarına dayanma gücünü bulduğumuz, vahanın varlığına olan inanç…İşte yaz da tam öyle benim için…Sabahlar gibi...Hayatın zorluklarına karşı var olduğuna inandığım vaham.***Çocukluğumdan beri gerçek vaatlerinden ziyade “hayalleriyle” beni avutan ve hep kendisinden iyi bir şeyler beklediğim kişisel efsanem.Yaz gelirse her şey güzel olur...Her yaz başı, bir kez daha açılıyorum hayata…Kendi içimdeki vahaya belki bu yaz rastlayacağımı umarak.Tüm savaşlara, didişmelere, haksızlıklara, kederlere, acılara hep aynı nedenle dayanırım, ‘bu yaz her şey çok güzel olacak’ diye.***Ama yakışmıyor mu sizce de yaza bu hayal? Bu vaadi, ılık rüzgarları, soğuk denizleri, sıcak geceleriyle yazdan başka ne yaratabilir?Duyguları keşfetmenin en güzel mevsimi.Çıplak ayaklı olmanın, sarhoş olmanın, dans etmenin, kahkahanın en yakıştığı mevsim… Tıpkı sabahın insanın içindeki endişeyi yok etmesi gibi...***İnsanlar doğada bunca mucize varken neden ona güvenmez ki acaba?Mevsimlerin değişimi bana geçiciliğimizi, milyarlarca yıllık doğanın içindeki önemsizliğimizi, kısa hayatlarımızın içindeki çatışmaların beyhudeliğini hatırlatır hep.Sabahları ya da yazın ağaçlar çiçeklendiğinde hep aynı şeyi düşünürüm ben, bu tuhaf hayatları niye yaşıyoruz?Kendimizi, çıkarlarımızı, küçük hırslarımızı çok önemli bulduğumuzdan herhalde. Belki de sakin bir yaz hayalinin içinde mutlu olamadığınızdan, ne dersiniz?.
Kendi anamuhalefetini yaratamayan bir ülkede yaşıyoruz biz...Muhalefet, bir türlü inandırıcı, göz doldurucu bir tavır sergileyemiyor.İktidara kızıyoruz ama anamuhalefeti bir türlü tam benimseyemiyoruz.CHP’nin ne olduğuna, ne istediğine karar veremiyoruz.Ulusalcı mı, sosyal demokrat mı, demokrat mı, sağcı mı, solcu mu?Askeri vesayete karşı mı, değil mi?***Geçenlerde oyunu seçimlerde HDP’ye vereceğini söyleyen bir arkadaşım ‘Demirtaş’ın muhalefet olma gayretini ve beni kendine doğru çekebilmesini seviyorum’ dedi.Haklıydı.Gerçek bir muhalefete gerçekten nasıl da susadık...Demirtaş’ın ve HDP’nin “demokrasi ve barış” talebini keskin bir şekilde öne çıkarması bir anda bu partiyi seçimlerin en çok konuşulan partisi yaptı.Başkanlık sistemi karşısındaki net duruşlarıda birçok seçmenin ilgisini çekti.Rastladığım seçim konuşan pek çok kimse HDP’den bahsediyor...***CHP’de bu netlik yok gibi gözüküyor bana.Aday listeleri bile kafa karıştırıcı.Sanki anamuhalefet ne yöne gideceğine birtürlü karar veremiyor.Demokrasinin kararlı bir savunucusu olamıyor. Barış konusunda belirli bir tavır sergileyemiyor.Askeri vesayet konusunda fikrinin ne olduğu anlaşılmıyor.Üstelik hala...***Bu seçim CHP’yi kaybedeceğimiz bir seçim olacak diye korkuyorum...Bütün veriler HDP ve MHP’nin yükseldiğini,Ak Parti ve CHP’nin oy kaybettiğini söylüyor.İnsan sokakta birileriyle konuşurken bile bu havayı hissediyor.İki büyük parti geriliyor gibi gözüküyor.***Bunca zamandır başkan olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir şeyler yapmasını hep bekledi bu toplum.Nasıl bir anayasa istediğini, Kürt meselesini nasıl çözeceğini, Avrupa Birliği’yle sorunların üstesinden nasıl geleceğini, dış politikada nasıl bir rota çözeceğini anlatsın diye bekledi.Partisine bugünün şartlarına uygun bir kimlik kazandırsın diye bekledi. Ama ne Kılıçdaroğlu ne de CHP o güven verici netliğe bir türlü ulaşamadı.***Seçim sonuçlarını bugünden kestirmek zor. Ama bu belirsizliğin CHP’ye pahalıya patlayabileceğini düşünüyorum ben.Sadece Ak Parti’nin hatalarından yararlanarak bir parti nereye kadar gidebilir?Bu seçim acaba CHP’nin anamuhalefet olarak girdiği son seçim mi olacak?Bu soru, siyaset hayatımızda ciddi bir soru olarak duruyor bence.
Kendi halinde, eğlenceli, sakin bir insanımdır genellikle...Kızgın olmayı sevmem.Kızarsam “çok iyi” kızarım ama çevremdekilerinkolaylıkla kızdığı şeylere genellikle büyük tepkiler vermem.Hele siyaset tartışmalarını hiç sevmem.Ezberlenmiş siyasi fikirlerle oluşturulmuş sahte akıllılık gösterileri beni güldürür, komik bulurum karşı olma fikriyle kendini akıllı sananları...***Film seyretmeyi, roman okumayı, yürüyüş yapmayı, iyi yemekler yemeyi, gülmeyi severim. Neşeye bayılırım...Öyle çılgın bir vatansever de değilim doğrusu.İyi yazı yazmanın ya da iyi müzik yapmanın, mutlu olmanın, iyi bir vatansever olmaktan daha önemli olduğuna inananlardanım. ***Daha doğrusu eskiden kesinlikle böyleydim.Ama şimdilerde bana bir hal oldu. Gazete okurken ya da twitter’da dolanırken okuduklarım beni deli ediyor.Öyle yazılar okuyorum ki çılgına dönüyorum, kendimi tutamıyorum bazen hatta bağırıp çağırmaya başlıyorum:“Bu kadarına da inanamıyorum, yalan söylüyorlar, çarpıtıyorlar, demokrasiyle alakası olmayan işleri demokrasi diye yutturmaya çalışıyorlar.”Sonra kendi öfkemin zıpkınlarıyla açılan yaralarımın acısına dayanamayıp bağırmayı daha da arttırıyorum:“Bu adamların hepsi bizi kandırıyor.”Çevremdekiler beni sakinleştiriyor.Onların yardımıyla susup, suratımı asıp oturuyorum.***Sonra, ya biri yanlışlıkla bir şey söylüyor, ya televizyondan bir tartışma programından bir ses duyuluyor ya da bir gazete manşetine takılıyor gözüm.Ben gene bağırmaya başlıyorum. Haydaa, gene hane halkı beni teskin ediyor.Aklım almıyor bu akılsızlığı!Türkiye’nin okur-yazar takımı gerçekten demokrasi istiyor mu, anlayamıyorum.Türkiye’nin düşünsel, sanatsal ve siyasal yaşamına yön veren okur-yazarlar, “demokrasi” deyince ne anlıyorlar, kestiremiyorum.Vıcık vıcık sahte kimlikler var ortada, çıkarları için yapmayacakları şey yok...Sürekli yalan söylüyorlar.***Yani şöyle söyleyeyim, eğer bizim ülkenin okur-yazarları gerçekten demokrasi istiyorsa, kendilerini kutlamak gerek çünkü bu isteklerini çok iyi saklıyorlar.Bu istek bir saniye bile gözükmüyor...Onları okudukça, onları dinledikçe, vatanı düşünen,memleketi için çıldıran, “Türkiye gelişsin” diye bağıran biri oldum.Acaba ülkeyi herkesten çok sevdiğime mi inanmaya başladım? Acaba önemli adam numarası yapanları, yalan söyleyenleri afişe etmezsem ülke batar diye mi düşünüyorum. Bilemiyorum... ***Ama şunu anlıyorum; dünyaya açılmanın, dünyayla bütünleşmek ve aynı zaman da dünyayla yarışmak olduğunu, bunun da dünyayla rekabet edecek kalitede iş yapma zorunluluğu getirdiğini, ‘küçük’ savaşların ‘büyük’ kahramanlarının bu dönemde var olmasının zorlaştığını, bunun da bazılarının canını çok sıktığını ve bu nedenle hepimizi kapalı bir toplumda iktidar mücadelesi yapmaya mahkûm ettiklerini...Çünkü okuduklarıma bakıyorum, ülkeyi dünyaya açacak her türlü öneriye, kimi solcu, kimi sağcı gibi gözükerek, kimi de Atatürk’ü -bu bağlantıyı nasıl kuruyorlar anlamıyorum ama- bahane ederek karşı çıkıyor.Ha bir de artık paralel var tabii...Birini düşman gösterip birini ilahlaştırma hastalığına yakalanmış tüm medya sanki...***Sakinim... Sinirlenmiyorum... Tamam...Seçimlerde ne diyeceğinizle de ilgilenmiyorum. Sadece soruyorum:Siz bu gidişin demokrasiye doğru olduğuna inanıyor musunuz?Bu kadar çok yalan, bu kadar çok suçlama, bu kadar çok çarpıtmayla demokrasiye ulaşabilir miyiz?Ne diyorsunuz?
Ülke yine çıldırmış durumda...Binlerce soru var cevaplanmaya muhtaç...Acılar, öfkeler, pusular, ölüm kol gezi-yor... Hiçbir şey bilmiyoruz...Ve gerçekleri merak ediyoruz.***Gerçeklerin gizlendiği toplumlar mı gelişiyor yoksa gerçeklerin açıklandığı toplumlar mı sizce?Her ülkede “gerçekleri” çarpıtmak isteyen birileri mutlaka vardır.Bu kaçınılmaz...Ama her gelişmiş ülkede gerçeklerin peşine düşen birileri de mutlaka vardır.Ve halkın gerçekleri öğrenme imkanına sahip olduğu ülkeler diğerlerinden daha fazla zenginleşip gelişir.***Ta Osmanlı’dan beri devlet gerçekleri halktan sakladı.Ülkenin girdiği savaşların sonuçlarını bile halkın öğrenemediği zamanlar oldu.Bu gelenek değişmeden devam etti.Arada sırada bu gelenek değişecek diye umutlandık ama o umutlar da hayal kırıklığıyla bitti..Peki, halkın gerçekleri öğrenmemesi Türkiye’nin lehine mi oldu?Kalkındık mı, geliştik mi, zenginleştik mi, özgürleştik mi? Neden hâlâ Avrupa’nın en geri ülkesiyiz?***Gerçek sorunların ne olduğu- nu bilmediğiniz, o sorunlar yokmuş gibi davrandığınız zaman o sorunları çözemiyorsunuz.Sorunlar oldukları yerde büyüyor, iltihaplanıyor, derinleşiyor.Toplumun ateşi yükseliyor.Sürekli olarak, bir “ateşli hasta” halinde yaşamamızın temel nedeni herhalde derinlerde biriken ve bir türlü çözümlenmeyen “gerçek”sorunlar.Yirmi Birinci Yüzyıldayız.Neden hala yüzyıl önceki sorunları aynen yaşamayı sürdürüyoruz?Kaç ülkede yüzyıldır aynı sorunlar yaşanıyor?Yüz yıl önceki sorunlarla, bugün gelişebilir miyiz? Neden sorunları çözemiyoruz?***Çözemiyoruz çünkü sorunun ne olduğunu bile tartışıp bulamıyoruz.Hep bir karanlık içindeyiz.Toplum, hiçbir zaman devletin efendisi olamıyor.Hep, devlet toplumun efendisi.Ne kadarını bileceğimizi, ne kadarını bilmememiz gerektiğini hep devlet bize söylüyor.Toplum devletin efendisi olduğunda, toplum devleti denetleyebildiğinde, toplum gerçekleri öğrenme hakkına sahip olduğunda, bu ülke gelişecek, kanatlanacak, bütün potansiyeliyle yükselecek.Buna inanıyorum.Şimdi belki bu uzak bir ihtimal gibi gözüküyor…Ama Allah’tan ve toplumdan ümit kesilmez.İkisinin de beklenmedik mucizeleri vardır.