Farkında mısınız, geçen yüzyılda hayat burada nasılsa hâlâ öyle…O zaman da iktidar için dini kullananlar vardı, şimdi de var…İttihatçılar da hukuka inanmıyordu, şimdikiler de inanmıyor…O zaman da gazeteciler öldürülüyordu, şimdiki yüzyılda da öldürülüyor ve katilleri bulunabilecekken bulunmuyor.Barış, demokrasi, insan hakları hala ne olduğu anlaşılmamış, korkulan kavramlar...Hâlâ yalan siyasetin bel kemiği...Hamaset, neredeyse hayat tarzı...Hiçbir şey değişmiyor bu topraklarda yani anlayacağınız...***Nasıl İttihatçıların dünyadaki gelişmeleri anlamamaktaki inadı koca bir imparatorluğu bitirdiyse, şimdikilerin inadı da Türkiye’yi bir çıkmaza sürüklüyor…Nasıl o zaman hiçbir muhalif sese izin verilmiyorsa şimdi de verilmiyor…Nasıl kurulmakta olan düzeni tartışmak isteyen muhalifler susturulduysa, bugün de orduda ve devlette olan her şey kutsal metin gibi saklı ve tartışmaya kapalı.***Hiçbir iktidar bu topraklarda halkla iktidarını paylaşmak istemiyor…Yıllar hep aynı hatalar ve baskılarla geçip gidiyor bizim toprakların üzerinden…Özgürlüğün uğramadığı yüzyıllar bırakıyoruz arkada…Bu ülke hep değişir gibi yapıyor ama değişmiyor.Arabalar, uçaklar, televizyonlar, cep telefonları kullanıyoruz, kullandığımız her şey geçen yüzyıldan farklı ama bizim kendi topraklarımızda bir sığıntı gibi yaşamamız hep aynı.***Devlet bizi hep eziyor.Ve, biz hep eziliyor ve itiraz edemiyoruz.İtiraz etmek hiç aklımıza gelmiyor çünkü.İtirazı devlet yasaklamış, biz de kabul etmişiz.İşte o zaman o küçücük soru kocaman bir soru oluyor zihnimizde;Biz değişmeden bu ülke nasıl değişecek?***Hiçbirimiz ne dincilerin sandığı kadar koyu bir taassubun meraklısıyız, ne de öbürlerinin sandığı gibi aslında Mustafa Kemal fanatiğiyiz, ne de özgürlüklerden yana demokrat bir seçmeniz...Ne tam oyuz, ne tam buyuz…Hatta ortada bile değiliz çoğu zaman…Devleti ve yöneticileri tarafından yüzyıllardır ezilmiş,acı çektirilmiş, korkutulmuş, kendini saklamayı bir savunma mekanizması olarak benimsemiş koca bir insan yığınıyız…***Düşünmesine hiçbir zaman izin verilmediği için düşünce eksikliğini inanç gösterilerinin arkasına saklayan, aslında hiçbir düşünceye veya inanca çok fazla aldırmayan, hiçbir şeyi fazla sahiplenmeyen,herkesten kuşkulanan, kimseyle bütünleşmeyen, uzun ömürlü planlar yapmaya sabrı yetmeyen, biraz hüzünlü biraz matrak, geçmişine ve geleceğine yabancı bir toplumuz biz…O yüzden buralarda siyaset de aşkını kaybetmiş ilişkiler gibi bayağılaşıyor her defasında…Siyasette fikir yerine santaj, tehdit, demogoji, hamaset,sığ bir ihtiras savaşı, küfür, hakaret var…Fikirsiz bir siyasette de günden güne kimsenin gülmediği bir şakaya dönüyor bu ülkede…***Değişecek miyiz?Değişmek istiyor muyuz?Yeni bir hayat kurmak istiyor muyuz?Çok yakında bir seçim var…Belki bu soruların cevaplarını o seçimde buluruz diye bekliyoruz...
Gelişmiş dünyaların insanlarını çılgına çevirecek olaylar,burada yorgun bir omuzsilkmeyle kenara itilir genellikle...Her şey insanların küçük dünyalarının puslu alışkanlıkları içinde çarpıcılığını yitirir...Her şey ne kadar da kolay ‘normal’ olur bu ülkede değil mi?Kocaman bir afyon tekkesigibiyiz iste...Hepimiz, belkemiklerimiz bir uyuşukluk içinde yumuşamış, tepkisiz, öyle yatıyoruz hayatın içinde...***Eski Çin’de afyon tekkeleri varmış..Çinliler geniş salonların içinde afyon çubuklarını yakarak, yan yana dizilmiş peykelere uzanır, rutubetli bir havanın içinde eriyip gider, hayallere dalarlarmış orada.Dünyanın tüm gerçekleri uzaktakalır, öyle tepkisizce dururlarmış.O anda onlara istediğiniz söyler,istediğinizi yaptırırmışsınız.Bizim ülke de zaman zaman bubüyük afyon tekkelerine benziyor...Tepkilerimizi kaybetmiş koca yığınlar gibi korkutulmayı, kandırılmayıçok normal buluyoruz...***Haberleri izliyorum televizyonda ve hep aklımdan bu geçiyor...Her şey de ne kadar da kolaysıradanlaşıyor bu ülkede...Her şey ne kadar da kolay küçücük bir yalana sığıyor...Herkes ne kadar emin rahatça buülkenin insanlarını kandırabileceğine.Herkes kendince bir tutam“afyon” bulup onu halka yutturmayaçalışıyor.*** Bütün bunları düşünürken, çok sıkıldım birden kendimden ve her şeyden, kütüphanenin önüne geldim özlediğim birkitaba dokunmak istedim...Ve tam karşımda duruyordu işte, beni seç beni al diyordu sanki...Süleyman Faruk Göncüoğlu’nun hazırladığı“İstanbul’un‘en’leri ve ilkleri”.Usulca açtım ilk sayfayı...İstanbul, kuruluşundan bu yanakadınlar şehriymiş.İstanbul’un her yerinde, kadınların eli değmiş 300 civarında tarihi eser bulunuyormuş.***“2700 yılı aşkın yazılı tarih boyunca üç büyük medeniyet ve imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul” diye yazıyor kitabın arkasında...İstanbul’u merak eden biri için bu cümle öyle‘ürkütücü’ ki… Hepimiz hayat bizimle başladı sanırız çünkü. Oysa bizden önce neler olmuş İstanbul’da...***- İlk deprem miladi takvimle 358 yılında olmuş.İstanbul büyük zarara uğramış.- İlk üniversite 27 Mart 425’te açılmış. 1045 yılında da ilk defa felsefe ve hukuk yüksekokulu kurulmuş.- İlk kilise bugünkü Fatih Camii’nin bulunduğu yere yapılmış, Havariyun Kilisesi. Ayasofya ile yaşıtmış bu kilise.- İlk gazete Fransızlar tarafından Fransızca yayınlanmış, 1795’te. İlk Türkçe gazete 1 Kasım 1831 çıkan Takvim-iVekayi… İlk özel Türkçe gazete Ceride-i Havadis (1840), Churchill kurmuş.Türk sermayeli ilk özel Türkçe gazete 1860’deki Tercüman-ı Ahval…Ama en gazete denilmeyi hakedeni 1862 ‘de çıkan Tasvir-i Efkar’mış.- İlk apartman semti Kadıköy’müş.- En yaşlı tarihi eser Dikilitaş’mış. 3500 yıllık güneş saati M.S. 400’de İstanbul’a dikilmiş.- Boğaz’ın yaşayan en eski Osmanlı yapısı KöprülülerYalısıymış.- Dünyanın en büyük tarihi mezarlığı ve mezar taşı müzesi Istanbulda...Bugün çok azı kalmış.***Dediğim gibi bizim ülke afyontekkesi gibi...Geçmişini, toprağını, tarihiniunutmuş, merak bile etmiyor…Geleceğinden umudunu kesmiş.Uyuşup kalmış.Bu seçim, insanlar bu afyon uyuşukluğundan uyanırlar diye bir ümit var...Umarım uyanırız.Çürüyeceğiz yoksa bu tekkenin içinde.
Arada bir Eurosport’da denk geldiğim bilardo şampiyonalarını izliyorum…Yeşil çuha, üstünde yuvarlanan rengarenk toplar, onların çarptıkça çıkarttıkları tok ses, yorumcunun fısıltılı bir şekilde oyunun gidişatı hakkında bilgi vermesi… Beni eğlendiriyor, hatta dinlendiriyor.Dünyanın en büyük bilardocuları oynuyor,inanılmaz vuruşlar yapıyorlar ama her zaman kaçırdıkları bir sayı oluyor.Çünkü ne kadar usta olursanız olun, bazen toplardan bir tanesinin bir milimlik sapması sizin kafanızdaki planın tamamen dışında bir sonuça yol açıyor.Siz topa vurduğunuzda neler olacağınızı kafanızda planlıyorsunuz ama siz topa vurduktan sonra hangi topun tam nerede nasıl duracağını kesinlikle bilemiyorsunuz.***Hayatta da öyle işte...Topa vurduğunuz anda kontrolünüz bitiyor...Oyunun başında topları üçgen bir tahtanın içine istifleyip, sonra gidip topların oluşturduğu üçgenin sivri köşesinin tam karşısında duran beyaz topa ıstakayla vurduğumuz anda, beyaz topun nereye gideceğini, nereye çarpacağını, amacınızın ne olduğunu bilmemize rağmen ilk vuruşla kontrolü kaybediyoruz......Durup topların bizim umduğumuz gibi hareket etmesini bekliyoruz…***Yaklaşan seçimlerle ilgili haberleri izlerken de hep aklıma bilardo geliyor bugünlerde.Herkes belli bir amaçla beyaz topa vuruyor ama kimse kesin sonucun ne olacağını, o vuruşun amacına uygun bir sonuç yaratıp yaratmayacağını kesin bir şekilde bilemiyor.***Nasıl bilardo sizinle rakibiniz aranızdaki çekişme olduğu kadar, sizin iradenizle, sizin başlattığınız hareketin kendi doğal gelişimi arasındaki çekişmeye dayanıyorsa seçimlerde de öyle işte...Toplar yuvarlanıp duruyor.Nasıl duracak diye hepimiz merakla bakıyoruz.***HDP’nin barajı geçeceği ihtimali arttıkça bombalar patlıyor. Barış istiyoruz diye hep beraber bağırırken üstelik...HDP’nin Mersin ve Adana il başkanlıklarında, tam da miting öncesi toplantı yapıldığı teşkilatın bir çok üst düzey görevlisinin binada bulunduğu sırada bombalı saldırı oldu...Bu, HDP merkezlerine seçim döneminde yapılan 60 kadar saldırının en sarsıcı olanıymış.Belli ki biri “topa vurdu” ama acaba toplar onun istediği gibi mi yuvarlanacak.***Bazıları, Türkiye’de bir oyun oynandığını ve oyunu başlatanın her şeyi kontrol ettiğini, edebileceğini, toplar onun istediği yerlere gelince oyunu bitireceğini, ‘Oyun bitti’ diyeceğini düşünüyor olabilir ama bu çok tehlikeli ve vahim bir ‘oyun.’Oyunu başlatırsın ama her zaman istediğin gibi bitiremezsin.Bu bombalar hepimiz için hayatı patlatıyor...Şu an Türkiye’de toplar birbirlerine vuruyor. Seçime çok az kaldı...Hepimiz, oyunu başlatan da dahil , kenarda bekliyoruz,topların nasıl bir şekil alacağını izliyoruz.***Oyun bittiğinde topların nerede duracağını bilen kimse yok ama aramızda.75 milyonluk bir toplumda, içten içe çürüdüğü iyice ortaya çıkmış büyük bir devlet örgütlenmesinin ilk vuruştan sonra ne olacağını, Türkiye’nin içindeki güçlerin birbirlerine nasıl çarpacağını, dünyanın neredeTürkiye ile tokuşacağını hiçbirimiz kestiremeyi.Toplar hareketlendi artık...Her top, kendi içinde saklı olan gizli güçle yuvarlanıyor, masanın çeşitli köşelerine çarpıyor,birbirlerine değiyor, vuruşuyor, her birinin birbiriyle mesafesi değişiyor, sonunda başlangıçtakine hiç benzemeyen bir kompozisyonda duracaklar.Oyunu başlatan da şaşıracak .Çünkü çok belli ki oyun bittiğinde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak... Sadece oyunu başlatanlar öyle olacağını sanıyor, o kadar...
Zaman zaman dokunduğum bir şeyin, sadece benim hatırladığım bir geçmişle canlanmasınabayılırım...O yüzden bazı akşamlar sandıkları, kutuları,çekmeceleri açıp içlerinde neler biriktirmişim diye bakarım...Sevdiğim bir müzik koyup telefonumu kapatıp kendi geçmişime dalarım...Her şey başka başka fısıldar bana...Dağınık bir yumak gibi çeşit çeşitdüşünce, birbirinden kopuk, birbirinden ayrı renklerde, mahmur bir urangaçlıkla bir görünüp bir kaybolur içimde.***İşte geçen gecelerden birinde de çocukluk resimlerimi çıkardım kutudan...Benim o çocuk olduğuma şaşırdım önce...Geçmiş ne tuhaf şey, hatırlamıyorsun aslında, sadece olduklarını biliyorsun o kadar...Bir zamanlar çocuk olduğunu biliyorsun ama o çocukluğun içine saklanan binlerce ayrıntıyı unutuyorsun… Binlerce duyguyu unutuyorsun.Sonra resimlerini açıp baktığında, o ayrıntılar, o duygular canlanıyor, hafızanın derinliklerinde gizlendikleri yerlerden silkinip çıkıyorlar. O ayrıntılardan, o duygu kırıntılarından yeniden çocukluğunu kuruyorsun zihninde.***Fotoğraflara bakarken Çocukluğumda her şeyin sır olmasını sevdiğimi hatırladım ... İçinde sır olmayan hiçbir macera heyecanlı olmazdı çocukken, öyle değil mi?Gerçi büyüdükçe, içinde saydamlığın, gerçeğin olmadığı hiçbir şeyin heyecanlı olmadığını da anladım...Elimde çocukluk resimlerim, sırlarıgerçekleri, saklananları, aşkı düşündüm uzunca..Bugün yaşadıklarımız da gelecekte geçmişin sırları arasına eklenecek...Bu geceyi, çocukluk resimlerime baktığımı da unutacağım.Belki de bu geceden bir anıyı çocukluk fotoğraflarıyla birlikte kaldırıp, ileride bir gün bu gecenin anısı olarak başka bir geceye katacağım...***İnsan ne kadar yaşamış sayılır diye düşünüyorum şimdi...Hatırladığı kadar mı?Hatırlamadıklarımız, yaşanmışsayılmaz mı?Unutulacak kadar önemsizse “yaşanmamış sayılanların” arasına mı katılır?Yoksa, unuttuklarımızdan da bize, biz bilmesek bile bir şeyler kalır mı? O kalanlar da, bizi biz yapanlara dahil midir?***Çocukluğumuzdan unutulmuş bir kahkaha ya da unutulmuş bir üzüntü, bizim bir parçamız mıdır?Yoksa o, artık “biz” olmayan birçocuğa ait önemsiz bir hatıra mıdır?Şu resimdeki bisiklete ilk bindiğim gün duyduğum heyecan, öbür resimdeki eski arkadaşla yapılan birtartışma, diğer resimdeki eteğe çay döktüğüm gün duyduğum üzüntü… Bütün bu unutulmuş minik duygular, bu unutulmuş anı kırıntıları, bizim hayatımızın mimarisine, duvarlarına, kolonlarına kendilerinden bir şeyler kattılar mı?***Geçmişte yaşananların hangileri,bizim bugünümüzü de belirleyen olayların arasına katıldı,bunu bugün bilmek mümkün değil sanırım.Ama o eski, kırık, solgun anıların resimlerine bakmayı seviyorum.Sadece benim bildiğim bir kayıp diyarın haritası var onlarda.O haritanın içinde dolaşıyorum arasıra. Bazen üzüntüyle, bazen sevinerek.Sonra onları kutularına koyup yeniden unutuyorum.O “çocuk, o kutularda bensiz yaşamayı sürdürüyor.Bir gün onlara artık kimse bakmayana kadar da yaşayacak.Bir gün bir daha kimse o resimlere bakmadığında, o çocuk, o zaman silinip ayrılacak dünyadan.Ama kimbilir belki bir bakan çıkar arkamızdan...
Çarşamba günkü ‘buğday yemeyi bırakın’ diyen yazım çok ilgi çekti...Bunu deneyenlerden,tek doğru diyet olduğunu söyleyenlerden, imkansız olduğuna inananlardan, ‘doğru olamaz’ diyenlerden sayısız mail aldım...Ama sanırım en çok, konunun size ilgi çekici gelmesine sevindim...Uzmanların söylediklerine göre beslenme,neredeyse hayatımızın ve psikolojimizin temel belirleyicisi çünkü...Ne diyordu Buğday Göbeği kitabı?‘İki dilim buğday ekmeğinin kan şekerini ikiyemek kaşığı şekerden daha fazla yükseltebileceğini biliyor muydunuz?’***Bu bakış açısının savunucularına göre kromozomlarıyla oynanmış günümüz buğdayı kanşekerini şekerden çok daha fazla yükselten ve çok güçlü bir alışkanlık oluşturarak aşırı yeme isteği veyorgunluğa yol açan bir besin...Aşırı buğday yüklü bir beslenme neredeyse tüm hastalıkların sebebi...Söyledikleri çok basit aslında, kan şekerini ve insülini tetikleyen gıdaları bırakırsanız hem açlık krizlerini ve anlık doyumları geride bırakır, hem kilolarınızdan, hem karın bölgeniZdeki şişkinlikten, hem de hastalıklarınızdan kurtulursunuz.***Çünkü yanlış beslenme bağırsak geçirgenliğini arttırıp zararlı maddelerin kanımıza geçmesine sebep oluyormuş...Özellikle kandidanın...Bu da bizi hasta ediyormuş...Bağırsaklar vücudumuzda korumamız gereken en önemli organ... Bağışıklık sistemimiz bağırsaklarımızda mesela...***Feride Gürsoy bunu harika anlatıyor:‘Vücudumuzda, bağırsaklarımızda üç dört kilobakteri var. Bunların bazıları iyi, bazıları kötü bakteriler... Eğer buğday yemeğe devam ederseniz kötübakterileri beslemiş olursunuz... Bu beslenen bakterinin adı kandida mantarı... Yayılmacı politikaya sahip bir bakteri…Hızla yayılan ve ele geçiren... Dikkat ettinizmi hiç Türkiye’ye; biz beyaz ekmek toplumuyuz ve herbirimiz öfkeli ve ele geçirme hırsı ile dolu insanlarız. Bunun bir nedeni var, buğday yemeği kesin… Şu an kullanılan buğday, kromozomlarıyla oynanmış cüce buğday, aşırı gluten ihtiva ediyor… Gluten demir emilimini azaltıyor,Demir eksikliği yağıyor... Böylece az oksijen oluyor vücutta... Az oksijen yorgunluk yapıyor ve aslında yaşarken ölüyorsunuz... O yüzden bu bir stratejik savaş,candidaları aktif hale getirmemelisiniz sağlıklı ve mutlu olmak istiyorsanız.’***Bağırsaklar hakkında çok az şey biliyorsunuz değil mi? Ben de öyleydim...Bağırsaklar, kendi beynimizin eş hücresi büyüklüğünde bir ‘beyin’ taşıyormuş içinde..Bu iki ‘beyin’ arasında vagus siniri denen bir bağ varmış... Yani bağırsaklarınız kötüyse siz de kötüsünüz...Psikolojimiz bağırsakların durumuna çok bağlı...***Buğday yediğiniz zaman aslında o nedenini bilmediğiniz karamsarlığınızı, öfkenizi,umutsuzluğunuzu da tetikliyormuşsunuz...İyi ve sağlıklı bağırsaklar için fermente gıdalar yemeniz ve bağırsaklardaki candidaları pasif halde tutup probiyotiği artırmak gerekiyormuş...***Harika bir kitap var Natasha Campbell’ın yazdığı Bağırsak ve Psikoloji sendromu...Natasha Campbell McBride, 3 yaşında “otizm” teşhisi konulan oğlunu “bağırsak sağlığı” için geliştirdiği beslenmeye dayalı doğal bir tedavi yöntemiyle iyileştirmiş...Çünkü otizmin sebebi; anormal bağırsak florası,hasarlı ve geçirgen bağırsak nedeniyle; toksinlerin, ağırmetallerin, katkı maddelerinin, iyi sindirilemeyen besinlerin, bağırsak duvarından kana ve kan yoluyla beyne gitmesinin sonucu beynin toksinlenmesiymiş.Dr. Campbell kendi geliştirdiği doğal ve beslenmeye dayalı GAPS tedavi yöntemiyle oğlunun bağırsak florasını tedavi ederek, otistik semptomlara neden olan beynin toksinlenmesini engelleyerek oğlunun otizmini tamamen iyileştirmiş...Anlayacağınız otizm bile buğday ve bağırsakla ilgili... Ne deyim, beslenme sandığınızdan çok daha büyük bir dünya...
‘Bu bir stratejik bir savaş. Ne yersen osun derler, bu yanlıştır... Neyi sindirebiliyorsan osun.’Bu sözlerle başladı anlatmaya...Daha ilk cümlesinde sevdim anlatacaklarını... Ne anlatacağını bile tam bilmeden...Ama bu benim sevecenliğimle de ya da iyimserliğimle ilgili değildi aslında, altı gün geçirdik beraber ve altı günün sonunda, onu ve anlatıklarını bu kadar hızlı sevmemin nedeninin tamamen o olduğunu anladım...Dinginliği, telaşsız ama her şeyi yanlış da yapabilecek doğallığı, sürekli yapılacak işleri olması ama ne yapıyorsa sadece onunla ilgilenmesi…Kısacası, içine hiçbir yapaylığın katılmadığı ve ondan sürekli çevresine yayılan huzurlu hali.***Feride Gürsoy’dan bahsediyorum... Bitki bilimci, şimdilerde sağlık koçu ve aile dizimi uzmanı...Mutlaka tanıyanlarınız vardır ama tanımayanlarınıza onu merak etmelerini şiddetle öneririm doğrusu...Gümüşlük’te Karakaya Retreat’de Feride’nin düzenlediği 6 günlük sahane bir bahar detoksu programına katıldım geçenlerde.Karakaya, Feride’nin ve Alp Ekşioğlu’nun kökünü beraber kurdukları bir merkez...‘Farklı geleneklerden şifa sanatlarını özenle tasarlanmış atölye çalışmaları ve seminerlerle size ulaştırmayı hedefleyen bir inziva merkezi’ diye tanımlıyorlar kendilerini.***Gümüşlük Karakaya köyü ve vadisi uzun zamandır gördüğüm en tılsımlı yer... Sonuna kadar bu tanımı hak ediyor doğrusu... ‘İnziva merkezi.’Yapmayı hedefledikleri şeyden çok etkilendiğimi söylemem lazım...Orada olduğum her gün onların hayatının bir parçası olmak istedim...Feride mi daha ilginç anlattıkları mı, seçmekte zorlanıyorum ama ben size anlattıklarını anlatmayı istiyorum sanırım...Feride’yi kendiniz bulun, Karakaya Retreat’te pek çok seminer yapıyor.***Altı gün Feride’nin hazırladığı beslenme dersleri ve sadece sıvı beslenme programıyla, Pınar’ın yoga dersleriyle vücudumu inanılmaz bir huzura kavuşturup İstanbul’a döndüm.Ve koşarak gidip Feride’nin önerdiği Buğday Göbeği kitabını aldım...Kitabın arkasında şöyle yazıyor, ‘iki dilim buğday ekmeğinin kan şekerini iki yemek kaşığı şekerden daha fazla yükseltebileceğini biliyor muydunuz?’Kromozomlarıyla oynanmış günümüz buğdayı kan şekerini şekerden çok daha fazla yükselten ve çok güçlü bir alışkanlık oluşturarak aşırı yeme isteği ve yorgunluğa yol açan bir besin... Aşırı buğday yüklü bir beslenme neredeyse tüm hastalıkların sebebi kitabın anlattıklarına göre...*** Bunu denedim, hâlâ da devam ediyorum... Buğdayı hayatından çıkardım... Onun yerine çiğ karabuğday, siyez bulguru ve şimdilerde çok moda olan kinoa yiyiyorum… Karabuğday unu kullanıyorum.Biliyorum aklınızdan geçeni, beslenme düzenini değiştirmek çok zor, kendi ekmeğini, sağlıklı yemeği yapmak zaman isteyen bir iş... Ama bir kere başlarsanız hayatınızın parçası haline geliyor ve zor dediğiniz her şey kolaylaşmaya başlıyor...***Beyaz ekmek toplumuyuz biz...Huzursuz, hırçın, kavgacı.Feride’nin sahip olduğu huzura asla sahip olamayan bir toplum.Sihir, yediklerimizde mi gerçekten?Bilmiyorum ama ben Feride’nin ve dünyanın pek çok yerinde farklı uzmanların söylediklerini denemeye değer buluyorum.. Şimdilik sonuçtan çok memnunum.Hemen yapmasanız bile merak etmeye başlamanız bile yeter...Bu sizin sağlığınız... Size kim karışabilir ki!PS: Feride’nin anlattıkları cuma günü sizinle...
“Ne tuhaf bir ‘dilemma’; ‘yaş’ büyüdükçe, sahibi azaliyordu.Şairler, daha iyi anlatıyorlar ‘yok olma’ duygusunu.Örneğin, işte Cahit Sıtkı’nın‘Ölümden sonra’ şiiri:Öldük, ölümden bir şeyler umarak;Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.Nasıl hatırlamazsın o türküyü,Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,Alıştığımız bir şeydi yaşamak.Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok,Yok bizi arayan, soran kimsemiz.Öylesine karanlık ki gecemiz,Ha olmuş ha olmamış penceremiz;Akarsuda aksimizden eser yok.***Neler yaşadığını, pek de bilip anlamadan, geçip gidiyorsun.***Her yaş günü bir istasyon:- Ha şuradan da geçtik, ha buradan da geçtik, derkeeeen...Bir de bakıyorsun ki, yaşamakta olanların geçmekte olduğu istasyonlar, senin çoktan gecmiş olduğun istasyonlar.”***Bunlar dedemin 87 yaş yazısından... Çetin Altan’ın satırlarından...Dün 43 yaşımı bitirdim...Her yeni yaş bitirdiğimde dedemi düşünürüm, gülümserim kendi kendime, o muzip gülümsemesiyle hayat ve zaman hakkında söylediklerini hatırlarım.“Mutluluk, zamanı unutmaktır,” deyişi gözümün önüne gelir. Geçen yıllarda, zamanı unuttuğum anları anımsamaya çalışırım.***İşte ben de, ha şuradan da geçtik ha buradan da geçtik derkennnn; 43 istasyonu geride bıraktım...Her yeni gelen yaştan memnun oldukça, arkada Bıraktığım bir iki sevdiğim yaşı baştan yaşamak istiyorum ben, yeni öğrendiğim duygularla...Bu fikri eğlenceli buluyorum.Otuzlarımı, kırkların “sakinliğinde” yaşamak hayati nasıl değiştirirdi merak ediyorum.***Hayat, Tanrı’nın bana sunduğu en büyük oyuncak...Her yanına evirip çevirip bakmaya bayılıyorum...Gençliğimde önümde açılıp kapanan kapıların hangilerinden nasıl geçseydim neler olurdu diye dönüp bakmayı oyunun en eğlenceli yanı olarak görüyorum.Hayat yaşlandıkça zevki artan bir oyun insan bunu yas aldıkça anlıyor...***Artık kırklarımın ortasına doğru yürüyorum.Hayatın, baştan sonra akılla yürünecek bir yol olmadığını yapılan her hatanın da bir tecrübe olarak senin varlığına katılıp “akıllanmana” yardım ettiğini biliyorum artık.Yolun buraya kadar olan kısmında yaşananlar, bundan sonra yaşayacaklarıma da pusula olacak.O pusulayı iyi kullanmak sanırım önemli olan.***O pusulayı nasıl kullanacağımı bana öğretmek icin çok uğraşan annemin ve bütün annelerin de ‘anneler gününü’ kutlarım.İnsan yaşlandıkça, onların haklarının odenmeyecegini de daha iyi kavrıyor.