Yunanistan’da yapılan referandumu biraz “soğukkanlı” izlediğimi itiraf etmeliyim.Sonuç bende çevremde rastladığım kadar büyük bir heyecan yaratmadı.Çünkü ben de referandumdan “evet” de çıksa, “hayır” da çıksa çok bir şey değişmeyecek diye düşünenlerdendim.Yunanistan ekonomik çöküntüsünü ne yazık ki yaşamaya mahkum...Bu AB’nin teklifine “evet” ya da “hayır” diyerek değişebilecek bir gerçek değil.***“Hayır” kafa tutuşuyla, “evet” kabulü arasında, eğer Yunanistan kendini bu bataktan çıkaracak üretimi yaratamazsa değişecek hiçbir şey yok bana sorarsanız...Tıpkı bizim, siyasi arenada ne yaparsak yapalım içine düştüğümüz çamurdan ekonomiyi ve hukuku düzeltmeden kurtulamayacağımız gibi..***Referandum sonuçlarıyla ilgili analizleri okurken Mehmet Altan’ın o harika yazısını da okudum... “Yunanistan her şartta bizden daha iyi” diyordu.Önce Yunanistan bu ekonomik sorunu niye yaşıyor onu anlatmış yazıda;“Ülkenin borcu bir yılda ürettiğinin yüzde 177’sine denk geliyor. 2008 krizi sonrası Yunanistan ihtiyacı olan geliri üretemeyen, sağlıklı büyüyemeyen, borçlanan ama borcunu da ödeyemeyen bir konuma düştü ve oradan çıkamıyor. Siyaset ise ‘borç verenlere’ kafa tutsa da, borç almayacak bir üretim ve gelir yapısını oluşturamıyor. Ülkenin sorunu, siyasallaştırılarak çözülemeyecek kadar teknik.”***Sonra; “Yunanistan çok ağır bir ekonomik krizin girdabında kıvransa da ‘sosyal gelişmişliği’ Türkiye’ye fark atmaya devam ediyor.” demiş...Ve açıklamış; “Çünkü ekonomik kriz başka, sosyal gelişmişlik çok daha başka. Ekonomik kriz ülkeleri yoksullaştırır ama örneğin beşeri sermayesini tüketmez.Türkiye’yi, sağlık, aile hayatı, toplumsal yaşam, kişi başına düşen gayri safi milli hasıla, siyasi düzen ve güvenlik, işgüvenliği, siyasi özgürlükler, cinsel eşitlik gibi kriterlere göre Yunanistan ile karşılaştırınca, komşunun ‘sosyal gelişmişlik’ açısından bizden daha iyi olduğunu görürsünüz.”***Devam etmiş; ‘Tabii Türkiye’de ekonomik sermaye ile beşeri sermaye ya da ekonomik kriz ile sosyal gelişme arasındaki farkları bilmeden bu konularda konuşmak isteyenlerin sayısının epeyce kabarık olduğunun farkındayım. Daha yoksul ama daha gelişmiş olmak mümkündür.”Sonra da fevkalade bir örnekle konuyu netleştirmiş:“Suudi Arabistan ekonomik kriz içinde değil ama kadınların ehliyet almasının yasak olduğu bir ülke.Dolayısıyla Yunanistan krize rağmen, Suudi Arabistan’a da katmerli bir fark atmakta…İşte ekonomik kriz ile sosyal gelişme arasındaki fark budur…”***Bence berrak bir anlatım öyle değil mi?Yoksul ama gelişmiş, çok zengin ama az gelişmiş olabilirsiniz...Tıpkı insanlar gibi, zengin olmanız entellektüel düzeyinizi göstermez, ya da fakir olmanız sizin parıltılı bir zekaya sahip olmadığınızın kanıtı sayılmaz...***Yunanistan ve Türkiye kısyaslamanın sonucunda Mehmet Altan demiş ki:“Siyaset, birinde ekonomik krizi, diğerinde siyasal çürümeyi çözemiyor…”Sanırım siyasi zaferlerden ve yenilgilerden çok, bu ülkelerin sorunlarını nasıl çözeceklerini tartışmak daha yararlı olacak.Çünkü bu iki ülke sorunlarını çözemezse, Mehmet Altan’ın uyardığı gibi, “siyaset, siyasetçiler tarafından felç edilir ise devreye ‘karanlıkta bekleyen’ başkalarının girme ihtimali artar…Onun için siyasetçilerin sorunları siyaset içinde çözmeleri, işlevsel çözümler bulmaları, hukuksal ve ekonomik sistemi sağlıklı biçimde çalıştırmaları, en başta kendileri olmak üzere bütün ülke için en iyisidir...”
Biliyor musunuz, kitapçılardan en fazla çalınan kitap,Marks’ın Komünist Manifestosuymuş...“Neden Marks’ın kitabını çalıyorlar?” diye merak ediyor insan.Siz Marks’ı okur musunuz?Marks’ı gerçekten kimler okur?Marks kimdir sizce?***Öncelikli olarak bir filozof Marks, öyle değil mi?Her filozof gibi insanla doğa arasındaki ilişkileri çözümlemek, insanlığın nasıl geliştiğini anlamak istiyordu o da...Mümkün olduğunca basite indirgeyerek söylersek,doğa yasalarının toplumlar için de geçerli olduğunu öne sürdü.***Doğada her şey zıddını kendi içinde taşıyor.Bu zıtlıklar arasındaki çelişki değişimi sağlıyor.Toplumlar da böyle işte Marks’agöre...Çelişkiler, zıtlıklar, çatışmalar toplumların da değişmesini, gelişmesini sağlıyor.***Sonra “Marks öldü” dediler.Teknolojik patlama, işçi ve işveren dengesini değiştirdi, “Marksizmin de öldüğüne” karar verdiler.Ama onun öngörülerinin önemli bir kısmı gerçekleşiyor bugün...Onun tahmin ettiği yoldan değil, başka bir yoldan gerçeklerşiyor.Marks’ın hayalini kurduğu sınıfsız topluma doğru gidiyoruz.İnsanların başkasını sömürmeden de zengin olabildiği bir çağ bu.Fikir sahibi olmak, mülk sahibi olmaktan bile daha büyük kazanç sağlıyor.Bu da, sınıfsal analizlerle açıklanması zor yeni bir sosyal yapı oluşturuyor.Üstelik Marks’ın bir gün olacağını öngördüğü gibi zıtlıklar birbirini yok etmiyor artık, birbirini çoğaltıyor, “olumlu” bir biçimde çatışıyor.Ne yazık ki bu şimdilik sadece dünyanın bir kısmında böyle işliyor.***Dünyanın başka bir kısmı ve biz ve bizim politikacılarımız bu değişimi kavrayamıyor.Zıtlıkların “olumlu” biçimde çelişebileceğini, birbirini zenginleştirebileceğini, daha iyiyi bulabilmek için birbirlerinden yararlanabileceğini göremiyorlar.O yüzden de ölümlere göz yumuyorlar sanırım...***Günlerdir hain saldırılarla öldürülen çocukları izliyoruz...Dünyanın bir kısmının çocukların ölmesine göz yummasının sebebi kendilerine benzemeyenlerden nefret etmesi.Kendilerine benzemeyenleri yok etmeye çalışmaları.‘Zıddını’ kabul etmeyi bilmiyorlar...‘Zıddıyla’ çoğalabileceğini anlamıyorlar...Zıddının yaratacağı zenginliğe körler.*** Gelişebilmek için zıtlıklara, bu zıtlıkların “olumlu”biçimde çatışıp, “en iyiyi” bulmalarına ihtiyacımız olduğunu hiç anlamıyorlar.Onlar anlamıyor ama hayatın gerçeği bu.Belki de o yüzden hala kitapçılardan en çok çalınan kitap Marks...Keşke Marks’ı bu kadar fazla çalacağımıza bizim buralarda biraz daha fazla konuşup tartışsaydık onu...Belki o zaman bu kadar çok çocuk ölmezdi...Ne dersiniz?
Bugün yaşadığımız çok şey Osmanlı’da yaşananlara benziyor aslında, değil mi?Üstelik de gelişen dünyanın, yaşam koşullarını Osmanlının hayal gücünün bile çok ötesinde değiştirmesine rağmen benziyor. Ben, bazen “aslında hiçbir şey değişmemiş”karamsarlığına bile düşüyorum.Kadın erkek ilişkileri, aile örgüleri, yasaklar, günahlar,yalan, entrika, arkadan vurma... Hep aynı.***Bizim değişmemize hiçbir zaman izin verilmedi ki...Osmanlıdan beri.Ülkenin, özgürlüğün, aşkın, seksin, hukukun, iyi kalpliliğin, kötü kalpliliğin, paranın, zevkin, acının teksahibi vardı, o da hünkardı...Bir de hünkarın kulları vardı, halk denen... Biz yani...Bugün biraz bizim özgürlüklerimiz arttı belki ama aslında günümüzde değişen tek şey hünkarcıkların çoğalması oldu.Öyle değil mi?Her hünkarın başka ırktan, başka mezhepten kulları var.***Her grup, ne isterse sadece kendi hünkarı ve kendi grubu için istiyor.Kimse yasaklara, tek adam yönetimine karşı değil... Sadece kendi hünkarı “tek adam” olsun istiyor. Başka hünkarların “tek adam” olmasına karşı.Kendi grubu için istediğini herkes için isteyenler çok az...Bütün insanları kapsayan ilkeleri olan yok sanki.***Osmanlı gitti, hünkar gitti güya.Cumhuriyet dönemi başladı.Ne tek adamlık değişti, ne de kullar.Ardından çok partili dönem...Çok parti, çok fikir demek olmadı hiçbir zaman. Düşünce yasakları tüm hızıyla devam etti. Halkın düşünmesi ve örgütlenmesi yasaktı. İktidar bir avuç insana kaldı.***Sonra 12 Eylül dönemi...Askeri anayasa sadece düşünceyi değil, “düşünce yasakları var” demeyi bile yasakladı... Sonra Özal geldi...Düşünce ve inanç yasakları kalkmalı dedi... Türkiye dünyaya açılmalı dedi... Kürt sorunu çözülmeli dedi.“Hünkarcılar” Özal’a demediğini bırakmadılar...Düşüncelerle inançları serbest bırakalım önerisine sahip çıkan pek olmadı.***Gerçekten özgür bir ülkede yaşamak isteyenler...Herkesin eşit ve özgür olduğu, “hünkarsız” bir toplum isteyenler hep yalnız, yapayalnız aslında...Ama hep umutlu o insanlar.Zaman, özgürlüğün, eşitliğin, barışın lehine çalışıyor çünkü.Gün gelecek burada da herkesin eşit olduğu, kimsenin kulluğu kabul etmediği bir hayat kurulacak.Bu yalnızlığımız bitecek bir gün.***Adım adım barışa, eşitliğe, özgürlüğe yaklaştığımıza inanıyorum.Osmanlı’nın gölgesinden, “hünkarcı” anlayışından sıyrılacağız bir gün.Sadece kendimiz ve benzerlerimiz için değil, bize benzemeyenler için de mücadele edeceğiz.Tek adam anlayışını her cenahta bitireceğiz. Buna inanıyorum.Bu “hünkarcılık”, bu çifte standartçılık, bu baskılar çok fazla uzadı çünkü.
Bunca yıldır gazete okuyorsunuz, politikacıların sözlerini dinliyorsunuz, işadamlarına kulak veriyorsunuz...Hiç “Benim çıkarım ne olacak?” diye soran birine rastladınız mı?Herkes “ulusal çıkarlarımızın’” ne olacağıyla ilgili...Kimse ne kendisinin, ne de kendisi gibi birer birey olan başkalarının çıkarlarıyla ilgileniyor... Hepimizin derdi “ulusal” çıkarlarımız!Eminim bir kısımınız içinizden “e, ne var bunda?” dediniz hemen...Bir kısmınız da sessizce gülümsediniz... Ulusal çıkar lafını her duyduğunuzda hissettiğiniz o tuhaf ürpeymeyle birlikte...***Siz ömrümüzü nasıl bir ülkede geçirmek istiyorsunuz?Ben, düşüncelerin düşmanlık yaratmadığı, özgürce ifade edildiği, yaratıcılığın baskı altına alınmadığı, ucuz ve kaliteli hizmet alabildiğim, barış içinde mutlu bir ülkede yaşamak istiyorum doğrusu...***Bir silah tüccarının çıkarıyla benim çıkarım aynı mı mesela?Onun çıkarı savaşta, benim çıkarım barışta.İkimiz de aynı ulusun üyeleriysek, bizi aynı “ulusal çıkar” sözünün altında birleştirebilecek “çıkar” ne olabilir?Bir siyasetçinin çıkarı “savaşta” ise benim çıkarım barışta ise, ortak çıkarımızdan nasıl söz edebiliriz?***Çıkarların çatıştığı bir toplumda “ulusal çıkar” sözcükleri beni hep ürkütür.Kim karar veriyor “ulusal çıkarımızın” ne olduğuna?Herkes kendi çıkarının “ulusal çıkar” olduğunu mu söylüyor yoksa?***Benim bireysel çıkarım “barışta”, ben ulusal çıkarımızın da barışta olduğuna inanıyorum.Açıkça, “benim çıkarım bu, ulusal çıkarın da bu olduğuna inanıyorum” diyebiliyorum.Peki, herhangi bir kimse, “benim bireysel çıkarım savaşta, ulusal çıkarın da savaşta olduğunu düşünüyorum,” diyebilir mi?Diyemez.Peki ne yapacak?Kendi asıl çıkarının ne olduğunu söylemeden, bizi “ulusal çıkarın” onun bireysel çıkarıyla aynı olduğuna inandırmaya çalışacak.Kendi çıkarını saklayacak.Bir kısmınız yine aynı ürpermeyle gülümsediniz değil mi?***Biri “ulusal çıkardan” söz etti mi ben hemen “peki senin kişisel çıkarın ne” diye sormak isterim.Asıl kilit orada çünkü.“Ulusal çıkar” klişesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkaracak soru bu bence.***O yüzden ben ne zaman bu “ulusal çıkarlarımız” lafını duysam korkarım...Kendi gerçek çıkarını söyleyemeyen birinin bizi bu “ulusal çıkar” lafıyla kandırmaya uğraştığını düşünürüm.***Şimdi “savaş” ve “ulusal çıkar” sözleri çoğaldı.Savaşı savunanlara sorun bakalım onların kişisel çıkarları neymiş.“Bizim kişisel çıkarımız da barış” derlerse, neden kişisel çıkarlarına aykırı bir işi savunduklarını sorun o zaman...“Biz ulus için kendi çıkarımızdan vazgeçiyoruz” derlerse, ulusun çıkarına nasıl karar verdiklerini sorun.Arkasından da, “savaş senin çıkarına değil, benim çıkarıma değil, peki ulusun hangi bireylerinin çıkarına” sorusunu ekleyin. Birkaç sorudan sonra “ulusal çıkar” sözünün arkasında neler saklandığını görürsünüz.Tabii siz de bunu merak edenlerdenseniz...
Doğa ne kadar sade ve uyumlu değil mi? Onun dediklerine uymazsanız buna hiç aldırmıyor....Bildiğini, size hiç aldırmadan yapıyor... Ama bir süre sonra siz bir şekilde bir bedel ödüyorsunuz bu uyumsuzluğunuz için.***Hayatın içinde de böyle olduğunu düşünüyorum ben çoğunlukla.Gerçeğin sadeliğinden koptuğunuzda, haklı olmaya aldırmadan haklı görünmenin fetişizmine kapıldığınızda, sonunda bir bedel ödemekten kurtulamıyorsunuz.Gerçeğin sadeliği...Haklı görünme fetşizmi...Gerçek olmayanı insanlara gerçek diye gösterme telaşı.Bugünlerde ne çok karşımıza çıkıyor... Öyle değil mi?***Farkında mısınız?Söz düelleloları, haklı çıkma açlığı taşıyan gerginlikler,genellikle bizim gibi toplumlarda çok var…Sözlü tartışmalara, haklı çıkmaya düşkünüz biz… Doğru olanı aramaya değil.***Hani bazı adamlar vardır topuk fetişisti...Bir kadının kendisinden ziyade topuğuyla ilgilidir. Kadını değil sadece topuğunu görmek ister…Küçük bir parça bütünden daha önemlidir onun için.Galiba bizim toplumumuzda da bu tür fetişizmler bulunuyor bazı konularda.Küçük bir ayrıntıya takılıp bütünü her defasında kenara bırakıyoruz çünkü biz… Konu ne olursa olsun. Yalnızca o ayrıntıyı konuşmaktan, o ayrıntıyı tartışmaktan, o ayrıntıyla ilgilenmekten ‘mutena’ bir zevk alıyoruz.O küçük parçada haklı çıkmak istiyoruz. Bir bütünü yoketme pahasına...***Doğada geçirdiğim zaman arttıkça, bunları daha fazla farkeder oldum...Hayatın içindeki bu kısır çatışmalar giderek komik gözüküyor bana doğaya bıraktıkça kendimi...Neleri ciddiye aldığımız ve kendimizi nasıl algıladığımız,doğanın işleyişi yanında insanı güldürüyor gerçekten.Bizler doğanın kurallarına pek aldırmadan yaşıyoruz.Hatta doğanın parçası olduğumuzu unuttuk bile… O kuralların bizim hayatımızı da zenginleştireceğini bilmiyoruz.***Kendimizi ve düşündüklerimizi öylesine esas zannediyoruz ki bir fetişistin tutkusuna dönüşüyor bizim kendi düşündüklerimize olan bağlılığımız, haklılığımıza olan düşkünlüğümüz.Biz kendimize küçücük bir yer seçip orada haklı olmaya bayılıyoruz…Halbuki doğada haklı olmak yok, uyumlu olmak var.Gerçeklerle uyumlu olmadığında hayat seni çarpıyor.***Doğadan koptukça, kendi hayatlarımızı asıl sanarak doğanın parçası olduğumuzu unuttukça, nasıl da giderek huzursuz ve mutsuz insanlar haline dönüştüğümüzü anlayamıyoruz... Sanırım doğadan koptukça gerçeklerden de kopuyoruz. Çarpılmış bir toplumun sahte gerçekleri bize sahici gerçekler gibi görünmeye başlıyor.***Arada bir çıkıp doğada dolaşmalı, onun içine kendini sakince bırakmalı.Gerçeklerden kopmuş bir toplumun hepimizin damarlarına dolan zehri, bence panzehirini doğanın sade uyumunda bulabilir...Ne dersiniz?
Geçen günkü “teravih namazına gittim, insanları izledim, camilerdeki huzur insanı özgürleştiriyor sanki” diyen yazıma pek çok mail geldi...Tabii ki, çok destekleyen kadar şu dönemde camiden bahsetmenin doğru olmadığını söyleyenler ve kızanlar da vardı...Çünkü artık “cami” kelimesi siyasete ait bir kelime haline geldi.Cami ile sadece camiyi anlatmanız çok zor.***Çoğumuzun Müslüman olduğu bir ülkede cami kelimesi ile camiyi anlatamamak aslında ne yaşamakta olduğumuzun da oldukça iyi bir göstergesi.Hem siyaseten hem Müslümanlık açısından...“İslam” fazlasıyla siyasi, IŞİD gibi örgütlerin elinde de inanılmaz biçimde vahşi bir kavram haline geldi.Siyasal İslamcılarla IŞİD türü örgütler, bir caminin huzurunu anlatma isteğini bile zehirli bir tartışma konusu haline getirmeyi başardılar doğrusu...***Babam bunu birkaç defa yazmıştı, beraber de pek çok defa konuşmuştuk...“Müslümanlık kaç yaşında?1500’lü yaşlarında.Peki, Hristiyanlık 1500 yaşındayken, Hristiyanlar ne yaşıyordu?Hristiyanlık 1500 yaşında Ortaçağ’ı yaşıyordu, meydanlarda adam yakıyordu.Sanırım Müslümanlık da şimdi kendi ‘ortaçağından’ geçiyor,” diye anlatır hep Müslümanlıktan söz açıldığında...***Hristiyanlık kendi reformunu yaşadı...Müslümanlık henüz kendi reformunu yaşamadı.Müslümanlık da bir gün bu siyasi takıntılardan, öldürme isteğinden, alınganlıktan kurtulacak, daha yaratıcı, daha kendine güvenli bir aşamaya geçecek.Buna eminim.***Üstelik de buna bir umuttan daha fazla inanıyorum çünkü bunun aynı zamanda ekonomik ve siyasi sebebleri de var...Müslüman ülkeler arasında gelişmiş, kalkınmış bir toplum yok ne yazık ki…İslam ülkelerine baktığında çoğunun bilgisayar yerine hala delice bir iştahla silah alan ülkeler olduğunu görüyorsun.Bu bilgisayar dünyasının isteği birşey değil, iyi bir müşteri olman için gelişmen lazım...Müslümanlar ise Toplumlarının gelişimini değil, yöneticilerinin daha “güçlü” olmasını amaçlıyor.Herkesi korkutmak istiyorlar.*** Gelişmiş ülkelerle, fakir ve öfkeli Müslüman ülkeler arasındaki makasın büyümesi, herkes için bir felakete dönüşecek böyle giderse.Düşmanlığın üstesinden gelinemeyecek.Bu yüzden ben Müslümanlarla Hristiyanların, bu kopuşu önleyecek projeleri el birliğiyle geliştirmek zorunda kalacaklarını düşünüyorum ben...Dünya, bu düşmanlığı ve şiddeti çok fazla sürdürmez.Müslümanların da kalkınıp gelişmesi gerekiyor....Ve bir zaman sonra bu mutlaka olacaktır.***Müslümanların gelişmesinde, Müslümanların ve Hristiyanların ortak çıkarı var bana sorarsanız...Bu ortak çıkar, Müslümanların kendi ortaçağlarını daha kolay aşmalarına da yardımcı olacak sanırım...O zaman camiye, kiliseye, sinagoga ya da cem evine gitmek, gördüklerini yazmak - ki bu ara bir cemevi ritüeli de çok görmek isterim doğrusu – “tuhaf” olmayacak...***Türkiye bu işin öncülüğünü yapmaya aday ülkelerin başında geliyor.Türkiye demokratikleşip zenginleştikçe, kendi refahı,gelişmişliği ve olgunluğuyla Müslüman dünyanın da “ortaçağı”nı aşmasına yardımcı olabilecek bir rol modeli olabilir çünkü...O zaman da “cami” dediğinde sadece cami anlaşılır. Camide hissettiğin huzuru anlattığında, bu sadece camideki huzuru anlatan bir yazı olarak okunur.Fena bir istek değil, değil mi?
Geçen gece camiye gittim, teravih namazı vardı,kalabalıktı.Kadınlar bölümüne geçtim...Oturdum... Caminin büyük ışıklarına ve o ışıklar altında namaz kılan insanlara baktım...Tuhaf bir hisse kapıldım, o ışıkları ve birlikte ibadet eden insanları görmek bende dünyaya kainattan bakıyormuşum hissi uyandırdı nedense?***İnsanların düşündüm...Kendimi...Caminin, insanı kendi özüne yaklaştıran, o özü sorgulamasına yol açan bir etkisi var.Bu histen kaçamıyorsunuz...Kendi önemsizliğini, hırslı taleplerin anlamsızlığını,sonsuza dek yaşayacakmışsın yanılgısına kapılmanın yersizliğini içinde saklı olan gücü bütün ruhunda hissediyorsun.***Bir başka kimlik, bir başka yüz, bir başka insan beliriyor içinde.Genelde fark etmediğin yanlarının farkına varıyorsun.Camilerde karşılaştığımız kendimiz, başka zamanlarda nereye saklanıyor acaba?Hiç düşündünüz mü, bu olgun, mütevazi, kanaatkar, hoşgörülü yanımız niye başka zamanlarda keskinlikle hissedilmiyor?***Hayatla ilgili sorular ve endişeler anlamlarını yitiriyor camide otururken.O yüzden mi camilerde huzur buluyoruz acaba?Sonsuzlukla karşılaşmak, sonsuzluğu hissetmek mi bizi böyle huzura kavuşturuyor?Küçücük hayatlarımızı çok önemli görmenin anlamsızlığını ve içimizde saklı olan gücü kavramak, bizi kendi üstümüzdeki baskılardan mı kurtarıyor?Sonsuzluk duygusu özgürleştiriyor mu bizi?***Hepimiz, biraz kendimizin, tutkularımızın, arzularımızın esiriyiz.Sonsuzlukla karşılaşmak, bizi esir eden bu zincirleri kırıyor sanki…Bizi özgürleştiriyor.O özgürlükte huzuru buluyor insan sanırım.Allah’a en yakın olduğunu bildiğinde kendine yaklaşıyor insan...***İbadet eden insanların arasında kendimi çok huzurlu hissettim o gece...Onlar ibadet ederken ne hissediyorlardı bilmiyorum.Ben sonsuzluğun soluğunu hissettim içimde.O sonsuzluk beni benden kurtardı.Özgürleştirdi beni.Kendimden kurtulmuş olarak, huzurlu bir halde ayrıldım camiden.Bu huzur için bir minnet duydum.
Ramazan başladı…İlk sahurlarına kalktı inananlar.Doğrusu sahuru da, iftarı da çocukluğumdan beri çok severim ben.Bir neşesi, güçlü bir enerjisi olduğuna inanırım…Iftar sofralarına bayılırım...O masaların tadı başkadır gerçekten...Bir ay boyunca ne çok iftar masası kurulacak kimbilir... Heryerde...Benim en çok ilgimi çeken ise Resmi iftarlar...gülümseyerek iftar yapan ne az inanan göreceğiz oralarda, bakın etrafınıza gittiğiniz iftarlarda, yanılmadığımı göreceksiniz…Ne garip değil mi kahkaha ve dindarlık pek yanyana gelmiyor bizim buralarda.***Bizde nedense din hep şekilde kaldı, bir türlü kalbe inmedi…Dürüstlük, iyi ahlak, terbiyenin de dindarlıkla yanyana gelmemesine şaşmıyorum o yüzden…O asık yüzleriyle, aşırı ciddiyetleriyle, şekle olan düşkünlükleriyle özdeki asıl büyük eksikliği saklamaya çalışıyorlar diye düşünüyorum bazen.Cennetinde neşe ve sevinç vaad eden bir din neden dünyadaki inançlılardan sadece sertlik, hoyratlık, korkutuculuk, asık yüzlülük beklesin, ben bunu anlamıyorum.***Ramazanlarda akşam ezanından sonra boşalan sokaklarda, iyice gölgelenen alacakaranlık kaldırımlarda ağır ağır yürüyerek eve giderdim.Elimde pide kuyruğuna girilip alınmış sıcak pide…Boş sokaklarda içime bir yalnızlık çökerdi.Çoğu insana sabah ezanı yalnızlığı hatırlatır, bana sabah ezanları kuvvet verir ama akşam ezanı, hele de yaz aylarının aydınlığı henüz tükenmemiş ama parlaklığını kaybetmiş akşamlarında boş sokaklarda yankılanan sesiyle içimi sızlatır…Şimdi yine o mevsim geldi işte…Hayalimdeki mutlu iftar sofraları ve yaz akşamlarının yalnız ezan sesleri.***Dindarlar pek az gülümsüyor...İstanbul’da en iyi din sohbetleri hangi camilerde yapılıyor acaba?Gitmek istediğim geçiyor aklımdan iftarı beklerken, İçimde hissettiğim o dinmeyen, çocukluğumdan kalma yalnızlıkla, o sonsuzluğu hissetmek iyi gelir diye düşünüyorum...İnançsız biri için tuhaf inançlarım var benim…Kendime inançsız demem, hakiki inananlardan utandığım için aslında.İnanmaya yatkın, dinden ve dindarlardan hoşlanan bir yan var içimde.***Ramazan’dan gene etkileniyorum şimdi, iftar sofralarının mutluluğunu gene hayal ediyorum...Bu sefer farklı birşey yapıyorum ama...Ahmed Hulusi okuyorum...İslamı bilimsel gerçeklerle anlatan kitaplarını büyük bir merakla okuyorum hatta bugünlerde.Ve size birşey söyleyeyim mi, Ramazan boyunca Ahmet Hulusi’den çok yazılar yazacağım gibi geliyor bana...İçimdeki dine cevap buluyorum bu Ramazan..