Yine “mahalle baskısı” tartışacağız. Tartışalım çünkü Prof. Şerif Mardin’in gündemimize soktuğu bu kavram ülkemizi, sorun ve sıkıntılarımızı anlamamız ve eğer istersek, bunları çözmemiz için çok uygun. Kaldı ki bu kavram 183 sayfalık “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” adlı bir araştırma raporu üzerinden gündelik hayatta da teyit edilmiş durumda. Birileri metot tartışmalarıyla karalamaya, değersizleştirmeye uğraşsa da gençlerin, kadınların, Alevilerin ve yaşadıkları toplumda kendilerini azınlıkta hisseden diğer insanların anlattığı onlarca baskı ve ayrımcılık öyküsü nasıl bir ülkede yaşadığımızı bizlere gösteriyor. “Mahalle baskısı” tartışmalarında şu ana kadar öne çıkan saflaşmaları şöyle özetleyebiliriz:
“Tabii ki var” diyenler
Muhafazakâr kesimlerden kaynaklanan baskı saptaması en çok “laikliğe duyarlı kesimler” diye tanımlayabileceğimiz çevreler tarafından benimsendi. Yıllardır dile getirdikleri “şeriat tehditi”nin bu kavramsallaştırmayla onaylanmış olduğunu savundular. Hatta Prof. Mardin’i, son araştırmayı yöneten Prof. Binnaz Toprak’ı ve benim gibi yıllardır “şeriat tehdidi” kampanyalarına kulak asmayıp İslami camiayı anlamaya çalışan buradan hareketle yeni bir “bir arada yaşama” hukuku ve kültürü arayışında olanları “gördünüz mü, sonunda bizimle buluştunuz” demeye kadar vardırdılar.
“Tabii ki yok” diyenler
“Mahalle baskısı” kavramını Türkiye’deki İslami canlanmanın önünü kesmek için türetilmiş bir “psikolojik savaş” aracı olarak görenler de oldu. Bu yaklaşım sahiplerinin kimisi, münferit olaylar sayılmazsa, dindar kesimlerin kesinlikle kendilerinden olmayanlara karşı herhangi bir sistematik baskı uygulamadığını söylüyorlar. Bir diğer grupsa anlatılan birçok örneği baskı olarak değil de “İslami tebliğ” olarak görüyor ve göstermek istiyor.
“Tabii ki var ama...” diyenler
Bu öbektekileri de iki grupta inceleyebiliriz. İlk olarak, Türkiye’nin temel önceliğinin devletten, hatta devletin içinde de ordunun başını çektiği Kemalist kurumlardan geldiğini “mahalle baskısı” nın öne çıkartılmasının hedef saptırmak anlamına gelip demokrasiyi zayıflatırken demokrasi dışı odakları güçlendireceğini savunanlar karşımıza çıkıyor.
İkinci olarak, “mahalle baskısı”nın sadece dindarlardan kaynaklanmadığını, onlara yönelik baskıların da söz konusu olduğunu vurgulayanlar, ki yıllardır süren başörtüsü yasağı ve sorunu nedeniyle, dindarlar üzerindeki baskının daha önemli olduğunu savunanların sayısı hayli fazla. Hatta bunların arasında, “mahalle baskısı” kavramının dindarlar üzerindeki baskıyı meşrulaştırmak için kullanıldığını ileri sürenler de mevcut.
Benim yerim
“Senin yerin neresi?” diye sorulacak olursa, cevabım “Bunların hiçbiri” olacaktır. Bir kere “mahalle baskısı”nın olduğuna, sırf Prof. Mardin’le bu röportajı yapmış olduğum için değil, yıllardır Anadolu’yu gezen ve azınlıktaki vatandaşların çektiği sıkıntılara bizzat tanıklık eden bir gazeteci olarak hiç tereddütsüz inanıyorum. Ama bunun bir “şeriat düzeni”ne kapı araladığını hiç düşünmedim, bundan sonra da aralayacağını sanmıyorum.
“Bırakın mahalleyi, Genelkurmay’a bakın” diyenlere, nafile bir şekilde “Siz de biraz çevrenize, topluma baksanız hiç fena olmaz” denebilir ancak. Zira yıllarını devlet kaynaklı baskıları teşhir ve bunlarla mücadele etmeye adamış kişileri, sinik bir şekilde “askerin oyuncağı” olmakla suçlayabilenler için yapacak fazla bir şey yok.
Yıllar boyunca, içinde yer aldıkları çevrelerin bütün uyarı, itiraz ve baskılarına rağmen dindarlara “umacı” olarak bakmayan, onları ve dertlerini, sorunlarını anlamaya çalışan, bunların çözümü için gayret gösteren bazı isimlerin bugün, dindarların kendileri gibi olmayanlar üzerinde doğrudan ve/veya dolaylı baskı uyguladıklarını bunları belli bir iktidara sahip olmalarıyla daha da artırdıklarını ileri sürmelerini kimisi “döneklik”, kimisi de “sonunda gerçeği görmek” olarak adlandırıyor ki hiçbiri haklı değil.
Türkiye’nin yapısı, dinle ilişkileri ne olursa olsun insanların “öteki”ne hiç de iyi bakmadığını bize gösteriyor. Ülkedeki iktidar değişimlerine paralel olarak mazlumlar kolaylıkla zalime, zalimler de mazluma dönüşebiliyor.
Bundan 18 yıl önce, Türkiye’deki İslami oluşumları anlattığım ilk kitabım “Ayet ve Slogan”ın girişine İsmet Özel’in şu dizelerini koymuştum: “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.” Değişen hiç ama hiçbir şey yok. Şahsen her taraftan gelen baskılara karşı çıkmak, kim olursa olsun baskıya maruz kalanlarla dayanışma içinde olmak gerektiğine inanıyorum.
‘Senin baskın benim baskımı döver’
Haberin Devamı