Şu sıkıcı soruyu sormanın belki de tam zamanı: Eğer son Bükreş zirvesinde Gürcistan NATO üyeliğine kabul edilmiş olsaydı ne olurdu? Üst düzey bir hükümet yetkilisinin cevabı şöyle: “Gürcistan’a en yakın NATO üyesi ülke olarak, Rusya’ya karşı bu ülkenin havadan, denizden ve karadan savunulmasına aktif destek veriyor olurduk.”
Bu cevap hem bölgenin, dolayısıyla Türkiye’nin son Güney Osetya krizinde nasıl bir tehlikenin eşiğinden dönmüş olduğunu, hem de bundan sonra ne tür belalarla karşılaşabileceğini gözler önüne seriyor. Nitekim Dışişleri yetkilileri bu krizi çok önceden görmüş ve başta ABD olmak üzere müttefik ülkeleri, Gürcistan’ın (ve Ukrayna’nın) NATO üyeliği konusunda çok daha dikkatli olunması yolunda uyarmış olduklarını söylüyorlar.
Çıplak gözle bakıldığında Türkiye’nin durumu hiç de kolay değil: Tercihini yıllar öncesinden Batı yönünde yapmış, NATO üyesi ve ABD’nin “stratejik ortağı” olan Türkiye’nin Rusya ile başta enerji konusu olmak üzere çok hayati ekonomik ilişkileri mevcut. Ayrıca Türkiye’nin Rusya ve Kafkas halklarıyla tarihi ve kültürel ilişkilerini bunların her birinin akrabalarının Türk vatandaşı olduğu gibi gerçekleri de eklemek şart.
Bütün bunlara rağmen “Türkiye Kafkasya’da arada kaldı, ABD ile Rusya arasında sıkıştı” yorumlarına Türk diplomatları pek itibar etmiyorlar. Kafkasya’daki kriz potansiyellerinin Türkiye için riskler taşıdığını kabul ediyorlar ama aktörlerin herbirinin belli anlamlarda ellerin bağlı olmasının Türkiye’ye son derece geniş fırsatlar sunduğu, önünü açtığını ileri sürüyorlar. Kanıt olarak Türkiye’nin tüm taraflarla görüşebilen yegane ülke olmasını, buna örnek olarakda Gürcistan’dan bir gün sonra Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un resmi ziyaret yapmasını gösteriyorlar.
Hayalcilik mi?
Kuşkusuz bu değerlendirmeler çok kişi tarafından “aşırı iyimser” ve “reel politiğe aykırı” bulunuyor. Bu bağlamda Ankara’nın ortaya atmış olduğu Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’nun (KİİP) gerçekleşme, gerçekleşse bile işe yarama şansının hiç olmadığı söyleniyor.
Bu tartışmalar bana yakın zamanda Ankara’nın Ortadoğu krizlerinde izlediği stratejileri, geliştirdiği inisiyatifleri ve bütün bunlara yönelik eleştiri, suçlama ve mahkum etmeleri hatırlattı. Biraz hafızamızı yokladığımızda Türkiye’nin Irak’ın işgalinde ABD ile birlikte hareket etmekten başka şansı olmadığını söyleyenler Filsitin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah gibi radikal örgütlerle görüşmesine isyan edenler nükleer çalışmaları nedeniyle İran’a yaptırım uygulamasını dayatanlar Suriye’ye gidilmesinden ve Başar Esad’ın Türkiye’ye gelmesinden çok ama çok rahatsız olanlar oldu. Ancak aradan geçen zaman içinde Ankara’nın “tarafsız” kalmaya özen göstermesinin ne kadar isabetli olduğu ortaya çıktı. Öyle ki, ilk başta Ankara’ya aba altından sopa gösteren bazı odaklar, bölge sorunlarının çözümünde Türkiye’nin aktif katkısını diler oldu.
Örneğin Türkiye ilk olarak Irak’a komşu ülkelerin bir araya gelmesini önerdiğinde, tıpkı KİİP’de olduğu gibi “mümkün değil”, “diyelim ki oldu, ne işe yarayacak?” gibi tepkilerle karşılaşmıştı. Sonrası malum. ABD ve AB bu inisiyatiften geniş ölçüde yararlanmaya çalıştılar.
Kafkasya tartışılırken Ortadoğu’yu hatırlamak çok da fantezi olmasa gerek. Çünkü krizle ilgili görüşlerine başvurduğumuz yetkililer, Rusya’nın son çıkışının muhakkak bir Ortadoğu uzantısı da olacağını vurguluyor ve Beşar Esad’ın son Moskova ziyaretine dikkat çekiyorlar. Öyle ki Rusya’nın, tıpkı bir zamanlar Sovyetler Birliği’nin yaptığı gibi, Suriye, İran, Hamas, Hizbullah gibi güçlerden bölgede bir “red cephesi” oluşturabileceği buna karşılık ABD’nin, bölgenin güç kaybeden Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelere mahkum kalabileceği uyarısında bulunuyorlar.
Sonuç olarak Kafkasya’da çok çetin bir dönemden geçildiği kesin. Ancak dün Ortadoğu’da olduğu gibi bugün de tahriklere kapılmadan “ortayolcu” bir çizgide ısrar edilirse, Türkiye bu krizden belki kârlı çıkmayabilir ama en az zararı göreceği de aşikârdır.
Ortadoğu’da olduğu gibi Kafkasya’da da en doğru yol: ortayol
Haberin Devamı