‘Ne şeriat ne demokrasi’den ‘ya şeriat ya demokrasi’ye

Haberin Devamı

İçeride ve dışarıda, Türkiye’deki İslami hareketi anlama çabalarında en sık yapılan hatalardan biri ve belki de en stratejik olanı, “sistem dışı” olmasına bakarak bu hareketi “sistem karşıtı” olarak görmek ve göstermektir. Kuşkusuz her siyasi hareket gibi Türkiye’de İslamcılık da sistemin merkezine gelmek ve siyasi iktidarı ele geçirmek ister. Ama son tahlilde Türkiye’de İslami hareketin sistemi değiştirip dönüştürme gibi bir iddiası olmamıştır. Bunun en açık kanıtı da AKP’nin 12 yıla yaklaşan tek başına iktidarında devlet aygıtının kontrolünü büyük ölçüde eline almış olmasına rağmen sistemin özüne dokunmamış olmasıdır.

Diğer bir deyişle, İslamcılar AKP aracılığıyla sisteme kendi renklerini vermediler; tam tersine, kendileri sistemin renkleriyle bezendiler. Bu, daha önce de yazdığımız gibi( İslami hareket kendi büyüsünü kendi elleriyle bozdu) İslami hareketin kendi büyüsünü kendi elleriyle bozması anlamına geliyor.

Karşılıklı ve haklı suçlamalar

İslamcılığın kaçınılmaz olarak yaşadığı bu kriz ve ona bağlı tıkanmayı Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaş alenileştirdi. Öyle ki İslami hareketin en güçlü siyasi odağı (AKP) ile en güçlü toplumsal odağı (cemaat) sistemin merkezinde yalnız başlarına kaldıklarında, el birliğiyle onu dönüştürmek yerine birbirlerine karşı kıyasıya bir savaşa giriştiler.

Evveliyatı olmakla birlikte 17 Aralık 2013 tarihinden itibaren artık açıkça yürütülen bu savaşta cemaat bizi, hükümetin hizmetlerini hem yolsuzluklarına zemin oluşturmak, hem de onların üstünü örtmek için kullandığına ikna etmeye çalışıyor. Hükümet de, cemaatin hizmetlerinin kendisine sağladığı meşru zeminden güç alarak ve onların arkasına saklanarak devleti tek başına ele geçirmeye yönelik komplolar tezgâhladığını kanıtlama uğraşı içinde.

Eğer benim gibi her iki tarafın da birbirlerine yönelik suçlamalarının büyük ölçüde doğru olduğuna inananlar, ne AKP’nin ne de Gülen cemaatinin; aralarındaki savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bugünkü hâlleriyle yoluna devam edebileceği düşüncesinde de birleşiyor olmalılar.

Yol ayrımı

O büyük patlamayı yaptığı Mart 1994 yerel seçimlerinin hemen ardından çıkan “Refah Partisi’ni Anlamak“ alt başlıklı kitabımın adı: “Ne Şeriat Ne Demokrasi” idi. Çünkü RP’nin, ülkedeki İslamcıların çoğu gibi hem kendince şeriatçı, hem de kendince demokrat olduğunu düşünüyordum.

AKP’nin iktidar deneyiminin geldiği noktada, “hem o hem bu” devrinin kapanması gerektiğini, İslamcıların “ya o ya bu” zorlamasıyla karşı karşıya olduklarını görüyoruz. Evet, Türkiye’de İslami hareket tam anlamıyla bir yol ayrımına sürükleniyor. Ya demokrasiyi ya da şeriatı seçmek durumundalar.

Bu noktada Zaman Gazetesi’nde Ahmet Turan Alkan’ın “Türk siyasetinin yeni yükseleni hürriyetçi ve laik bir anafikir olacaktır” diye yazmış olduğunu, yine aynı gazetede İhsan Dağı’nın, “Anlaşıldı ki iktidar sahiplerinin dindarlığı onların ve çevrelerinin despot, hukuksuz, usulsüz ve yolsuz olmalarını engelleyemiyormuş. Anlaşıldı ki yöneticilerde aranan özellik dindar olması değil; hukuka uyması, hukukun da evrensel değerlere ve ölçülere dayanmasıymış...” diyerek ona destek olduğunu hatırlatalım.

Eğer tek seçenek bu olsaydı, cemaat-hükümet savaşına ses çıkarmamamız, alttan alta daha da kızışmasını teşvik etmemiz gerekirdi. Ama değil. Hatta ağır basan seçenek de demokrasi değil. En azından bana göre...

Çünkü İslami hareketin yaşamakta olduğu şu büyük hayal kırıklığı ve bozgunun ardından Türkiye, tarihinde görmediği ölçüde sert bir İslamcı dalgaya tanık olabilir. İslamcılık tek başına sorun değil. Ancak esas olarak “yeni Selefilik” denen akımı kastediyorum. Tüm bu yaşadıklarımızın, İslam ülkelerinin ve Batı’da yaşayan Müslüman toplulukların çoğunu altüst eden, en çok geleneksel İslami yapılanmaları tedirgin eden ve ülkemizde bugüne kadar ciddi olarak kök salamamış olan “yeni Selefilik” akımı için son derece elverişli bir zemin hazırladığı kanısındayım.

Bu konuyu tartışmaya yarın devam edeceğiz, tabii bir aksilik olmazsa.

DİĞER YENİ YAZILAR