Hasan Cemal son yazısında yine Başbakan Erdoğan‘ın toplumu kutuplaştırıcı üslubundan şikâyet ederek AKP’li siyasetçilere “Yok mu aranızda bu tehlikeli gidişe dur diyecek, Erdoğan’ı uyaracak sağduyu sahibi, vicdan sahibi insanlar?” diye soruyor. AKP’li siyasetçileri bilmiyorum ancak, yazısının internette yayınlanmasından önce, yani önceki gün akşam saatlerinde Yıldız Ramazanoğlu şu tweet’i attı: “Başbakan’a gençleri ‘onların’ ve ‘bizim’ diye ikiye ayırmasının meydanlardaki kendi seçmenini bile ürperttiğini söyleyecek dostu yok demek!“ Ardından şöyle devam etti: “Onların elinde molotof bizimkilerde kitap defter, ne demek? Kim ki bu bizimkiler? Gençlere bu paramparça rolü nasıl reva görebiliriz?“
Ramazanoğlu, 1980 sonrası yaşanan baş örtüsü sorunundan doğrudan etkilenen dindar kadınların hemen hepsi gibi “ötekileştirmenin”, kadınları, gençleri, eğitim kurumlarını vb. “bizim-onların” diye ayrıştırmanın ne derece yanlış ve yaralayıcı olduğunu iyi bilen bir aydın. Nitekim onun bu uyarısı hızla dolaşıma girdi ve verimli bir tartışmaya yol açtı. Tabii bu arada, Başbakan’a yönelik en ufak bir eleştiri, şikâyet vb. söz konusu olduğunda hemen “sizi gidi paralelciler” diyenler de devreye girdi. Ramazanoğlu’nun onlara verdiği şu cevabın çok anlamlı olduğunu düşünüyorum: “Başbakan’ın hayırlı icraatlarına yürekten değer veriyorum, ama kutuplaştırmaya karşı susarsak Suriye oluruz diye korkuyorum.“
Bildik formül
“Suriye gibi olma” konusunu sona bırakalım. İlkin, ne zamandan beri devletten, hükümetten vb. değil, tek bir kişiden, Başbakan Erdoğan’dan bahsediyor olduğumuz gerçeğiyle bir kez daha karşı karşıyayız. İkinci olarak, siyasi başarısında ekip çalışması çok önemli bir yer tutuyor olmasına rağmen Erdoğan’ın son dönemde yakın çevresinden uyarı ve eleştiri almadığı yolunda iyice yaygınlaşan bir kanı var. Yine son dönemde onun yakın çevresine giren ve/veya medyada onu en fazla savunan bazı isimlerin (ki bunların çoğunun İslami hareketle pek ilgileri yok) kredibilitelerinin son derece düşük olması Başbakan’a zaten olumsuz bakan kesimlerin mesafeyi daha da açmasına neden oluyor.
Son olarak, Başbakan’ın özellikle seçimlerin arifesinde çatışmacı bir dili özel olarak tercih ettiğini biliyoruz. Bugüne kadar formül basitti: Rakipleriyle tartışmayı din/laiklik eksenine taşıyıp ülkede çoğunluğu oluşturdukları muhakkak olan muhafazakâr seçmeni kendi etrafında toplamak. Ancak bu sefer önünde çok ciddi üç sorun var: 1) İslami kesimin toplumsal alandaki en güçlü yapılanması olan Fethullah Gülen cemaatiyle kıyasıya bir savaş sürüyor; 2) Cemaat, yolsuzluk iddialarını bu savaşın ana zemini yapmakta epey başarılı oldu; 3) Türkiye baş örtüsü, imam hatip liseleri gibi sorunları aştı. Dolayısıyla “dindarların mağduriyeti” için argüman kalmadı. “Darbe tehlikesi” kartı da Ergenekon sanıklarının daha yeni tahliye edilmeleriyle birlikte elden çıkartıldı.
Balkon konuşmasının anlamsızlığı
Geriye bir tek mezhep konusu kalıyor ki bu noktada Ramazanoğlu’nun dile getirdiği ve her kesimin vicdanlı isimlerinin samimi olarak taşıdığı “Suriye gibi olma” endişesi devreye giriyor. Kuşkusuz karamsar olmak için çok neden var. Ancak Türkiye’nin bugüne kadar çok badire atlatmış olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Örneğin Berkin Elvan‘ın aramızdan ayrılmasıyla birlikte kendini tekrar gösteren potansiyelin, provokatörleri içine sokmayarak, başka kesimlerden gelen/gelebilecek kışkırtmalara kapılmayarak bu ülkede kardeş kavgasına izin vermeyeceğine inanıyorum. Öte yandan bu ülkenin muhafazakârları da olayın artık siyasi değil insani, vicdani bir boyuta taşınmış olduğunun bilinciyle sorumlu davranacaklardır. Kısacası, kötümserliğe kapılmaya gerek yok. “Biz ve onlar” mantığı bu ülkede artık işlemez.
Son bir söz: Başbakan Erdoğan, gerilimi tırmandırmayı bir seçim stratejisi olarak benimsemişe benziyor. Ama bu sefer işi öyle bir noktaya getirdi ki, sonuçlar ne olursa olsun 30 Mart gecesi yeni bir balkon konuşması yaparsa, ne söylerse söylesin, kendi seçmeninden başka kimsenin ilgisini çekmeyi becerebileceğini sanmıyorum.
‘Biz ve onlar’ mantığı bu ülkede artık işlemez
Haberin Devamı