Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı’na yeniden aday olduğunu açıkladığı 14 Ağustos ve seçildiği 28 Ağustos günlerinde iki ayrı konuşma yaptı. Herkesi kucaklayacağının, tarafsız ve şeffaf olacağının altını çizdiği bu iki konuşmada, uzun uzun AKP’ye oy vermeyen kesimlerin kaygı ve tedirginliklerini gidermeye yönelik mesajlar ve güvenceler verdi.Gül’ün her iki konuşmanın da beni tatmin etmediğini yazdım, söyledim. Öyle ki, 28 Ağustos gecesi NTV canlı yayınında Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru, “Bugün Gül, ondan beklediğim ‘tarihi konuşma’yı yapmadı” demem üzerine “Onu 1 Ekim’de, TBMM’nin açılışında yapacak” diye araya girdi.Nasıl bir yeni vizyon?Koru’nun haklı çıkıp çıkmayacağını anlayabilmemiz için benim Gül’den nasıl bir konuşma beklediğimi açmam gerekiyor:1) Beklentiler bu yönde olabilir, ama Gül’ün her iki konuşmada da yapacaklarından çok yapmayacaklarına aşırı vurgu yapmasının çok gerekli olmadığını düşünüyorum. Bunun yerine kendi birikim ve deneyimini anlatıp bunlardan hareketle Çankaya’ya nasıl yeni bir vizyon ve kişilik getirmeyi vaat ettiğini açıklaması daha yararlı olabilirdi.2) Gül konuşmalarında esas olarak laikliğe duyarlı kesimleri muhatap aldı. Benzer bir şekilde Başbakan Erdoğan da “Kadınların çekinmesine gerek yok” diye toplumda adım adım tırmanma eğilimi gösteren gerilimi aşağıya çekmeye çalıştı. Bu tür çıkışların bir yerden sonra pek fonksiyonel olduğunu sanmıyorum. Çünkü kaygılanan kesimlerin önemli bir bölümü Erdoğan ve Gül’e güvenmiyor, onların “takiyye” yaptıklarına inanıyor.Laikliği güçlendirme fırsatıPeki o zaman ne yapılabilir? Yine çok kişiyi kızdıracağıma eminim ama Gül’ün Çankaya’ya çıkmasının Türk modernleşmesinin, dolayısıyla Atatürk devrimlerinin bir sonucu, dolayısıyla bir başarısı olduğuna inanıyorum. İslam dünyasının hiçbir yerinde dindarların bu derece laik-demokratik sisteme eklemlendiği bir başka ülke yoktur.Dolayısıyla Gül’ün cumhurbaşkanlığının laikliği zedelemek, hele hele ortadan kaldırmak yerine onu daha da sağlamlaştırma ve güçlendirmeye hizmet etme ihtimalini fazlasıyla önemsiyorum. Çünkü dindar kesimler Çankaya’daki gül aracılığıyla laik cumhuriyetle aralarında varolan mesafeleri kısaltabilir, sorunları azaltabilirler.Ancak bunun gerçekleşebilmesi için öncelikle Gül’ün buna inanması (ki her iki uç kesimde Gül’ün kendini laikliğe adamasının imkansız olduğuna iman edenlerin çoğunlukta olduğu kesin) ve bu konuda cesur olması şart.Bu bakımdan benim hayalimdeki “tarihi konuşma”da Gül’ün asıl muhatabı, şimdinin popüler tabiriyle “kendi mahallesi”nin insanları. Kuşkusuz kimsenin Gül’den, kendisini Çankaya’ya taşıyan kitleleri karşısına almasını beklemeye hakkı yoktur. Yine kuşkusuz, AKP’ye oy vermiş kesimlerin demokrasi, çoğulculuk ve toplumsal barış konusunda vermemişlere göre daha geri bir noktada olduklarını ileri sürmek haksızlık olur.Yine de Gül, eğer sahiden istiyorsa, tarafsız bir cumhurbaşkanı olacağını asıl olarak “kendi mahallesi”nin insanlarının kafalarına iyice yerleştirmeli ve bu şekilde oralardan gelebilecek muhtemel baskıların önünü önceden almaya çalışmalıdır.Mahalle baskısıGül ile Dışişleri Bakanı’yken, Prof. Şerif Mardin’le yapmış olduğum röportaj üzerine sohbet etme imkanı bulmuş ve onun Şerif Hoca’nın uyarılarına itirazı olmadığını görmüştüm. Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu” ekolünden, yani “elitist” bir İslamcı çizgiden gelen Gül’den başka bir tavır da pek beklenmezdi zaten. Ne var ki Çankaya’ya çıktıktan bu yana Gül’ün kendi mahallesine çekidüzen verme konusunda pek bir şey yaptığını göremedik. Örneğin türban yasağını kaldırmayı yeni anayasaya sokma ısrarı gibi stratejik bir hataya da, en azından yüksek sesle, karşı çıkmadı. Muhtemelen diğer mahallelerden gelen baskılarla boğuşmaktan bunlara fırsat bulamadığını söyleyecektir. Fakat olaya ters açıdan bakmak da mümkün değil mi? Gül’ün, açık ve net bir şekilde kendi mahallesini laikliğe sahip çıkmaya çağırması halinde diğer mahallelerden gelen baskılar da büyük ölçüde hafiflemeyecek midir?
Üniversitelerdeki türban yasağına başından itibaren karşı çıkmış biriyim. Bu yüzden, yeni deyimle “kendi mahallem”den çok eleştiri aldım, almaya da devam ediyorum. Türban yasağına karşı çıktım, çünkü bazılarının ısrar ettiğinin aksine, türbanın bir “gericilik” değil, dindar kadınların “modernleşmesi”nin sembolü olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki türban yasağına karşı çıkmak türbanı savunmak anlamına da gelmez. Şahsen ben “türbanlıları” ve onların öğrenim özgürlüklerini savundum, yasak sürdükçe de savunacağım. 28 Şubat sürecinin en çetin günlerinde, en hızlı İslamcıların bile yalnız bıraktığı, örneğin Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden türbanlılara destek vermekten çekinmedim, şartlar ne olursa olsun yine aynı tutumumu sürdürmekte kararlıyım.Yasak kalkarsa başlarını örtmeyen kızlar üzerinde, özellikle taşra üniversitelerinde manevi baskı uygulanacağı tahminlerini hiç yabana atmamakla birlikte, bunun türbanlıların özgürlüklerini engellemenin bahanesi olarak kullanılamayacağına inanıyorum.AKP’nin yanlışlarıBu uzun girişten sonra AKP’nin üniversitelerdeki türban yasağını yeni anayasa aracılığıyla kaldırmadaki ısrarını anlayamadığımı belirtmek isterim. AKP’liler başından itibaren bu konuyu ele almaktan ısrarla kaçınmış, “Gündemimizin en önemli maddesi değil” demiş, çok sıkışırlarsa da “Toplumsal uzlaşma arayacağız” deyip çözümü belirsiz bir geleceğe ertelemişlerdi.Bu seçim döneminde de AKP’liler aynı ürkekliği sürdürdüler. 12 AKP mitingi izledim. Hiçbirinde Erdoğan veya başka bir AKP yetkilisinin ilk iş olarak bu yasağı kaldıracakları yolunda bir vaatte bulunduklarına şahit olmadım.Peki şimdi ne oldu da yasağı kaldırmak “birinci görev” oldu? Anlaşılan AKP yönetimi yüzde 47’ye yakın oyu türban konusunda toplumsal mutabakatın sağlanması olarak okuyorlar. Ancak yanlış yapıyorlar. Çünkü:1) Bu çıkış, AKP’nin seçim öncesi transferlerle açıkça dile getirmiş olduğu ve aldığı oyla teyit edilmiş gibi gözüken “merkeze taşınma” stratejisiyle birebir örtüşmüyor. Nitekim şu ana kadar AKP’nin yeni transferleri türban konusunda pek bir görüş dile getirmiş değiller.2) Erdoğan seçim gecesi kendilerine oy vermeyen kesimlere, onların kaygı ve beklentilerini anladığını söylemiş ve adımlarını bunlara göre atacaklarına dair söz vermişti. Şimdiyse, sayıları ve etkileri ne olursa olsun, yasağın kalkmasını “devlet eliyle toplumun yukarıdan aşağıya İslamileştirilmesi” olarak görenleri pek umursar gözükmüyor.3) Her ne kadar AKP’liler bundan rakiplerini sorumlu tutsalar da, yeni anayasanın türbanla birlikte anılmasında kendilerinin katkısı da hayli fazla. Yeni, sivil ve özgürlükçü bir anayasaya ilkesel olarak karşı çıkan bazı çevreler bu türban ısrarından cömertçe istifade etmeye başladılar bile.Çözmek yerine çözümsüzleştirmekSonuç olarak, AKP yönetiminin türban ısrarını aceleci buluyor, zamanlaması, üslup ve yönteminin yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu noktada çıkan gerilimin kısa sürede bir krize dönüşme ihtimali çok yüksek. Böylesi bir kriz AKP’nin merkeze taşınma arzusuna büyük darbe indirebilir; toplum içinde zaten varolan kamplaşmayı daha da derinleştirebilir ve yeni anayasayı daha doğmadan öldürebilir. Bütün bu olumsuzlukların faturasının bir şekilde yine türbanlı kızların sırtına yıkılacağını kestirmekse hiç güç olmaz.Erdoğan türbanı bir oldubittiyle anayasaya sokmaya çalışmak yerine, o hep sözünü ettiği “toplumsal uzlaşma”yı sahiden aramak için gerekli mekanizmaları işletmeye başlarsa çok daha hayırlı bir iş yapmış olur. Aksi takdirde genç kızların başları örtülü bir şekilde Türkiye üniversitelerinde okuyabilmeleri iyice imkansız bir hal alabilir.Peki bu noktadan dönüş mümkün mü? Kesinlikle evet. Bu aşamada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül pozitif ve belirleyici bir rol oynayabileceğini söyleyip bunu tartışmayı yarına bırakalım.
Çarşamba akşamı NTV canlı yayınında bir araya geldiğimiz Cumhuriyet Gazetesi yazarı Cüneyt Arcayürek, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmiş olmasından hiç de memnun değildi. Fakat Gül ve AKP’den çok, MHP ve onun lideri Devlet Bahçeli’ye kızgındı. Tıpkı “İpi Gül’ü seçtirmek için atmış” diyen CHP lideri Deniz Baykal gibi, Bahçeli’nin “gizli AKP’li” olduğunu ima ediyordu. Kısacası, seçim öncesi MHP’ye rağmen ilan edilmiş olan “MHP-CHP koalisyonu”, daha gerçekleşemeden onu hayal edenler tarafından dağıtılmış oldu. Ankara’da geçirdiğim dört günde MHP’yi sadece AKP karşıtları değil, iktidar partisinin de çok yakından takip ettiğini gördüm. AKP’nin birçok kurmayı, sohbetlerimizde sözü kısa sürede MHP ve Bahçeli’ye getirip, bu partinin izlediği stratejiden takdirle ama aynı zamanda endişeyle söz ettiler. Başbakan Erdoğan’a yakın bir ismin şu cümlesi durumu çok iyi özetliyor: “MHP çok iyi gidiyor. Anlaşılan işimiz çok zor.” Bir başkasıysa “Şaşırtıcı bir şekilde başarılılar, daha şimdiden bizden birkaç puan kazanmış olabilirler” diyebiliyor. Bahçeli yeminlere bakıyorCHP ve AKP saflarındaki bu aşırı MHP merakını, önceki gün, bizzat Devlet Bahçeli ile tartışma imkanı buldum. Bahçeli ile MHP Genel Merkezi’ndeki makamında yaptığım yaklaşık bir buçuk saatlik baş başa görüşmenin ardından, CHP ve AKP’lilerin tedirgin olmakta hiç de haksız olmadıkları sonucuna vardım. Öncelikle şunun altını çizmek şart: Bahçeli, laiklik ekseninden rejim tartışmaları yürütülmesinden hoşlanmıyor. Teamüllere aykırı bazı söz ve davranışların devleti yıpratmasından, kurumlararası güveni tahrip etmesinden endişeleniyor. Örneğin cumhurbaşkanlığı devir teslim töreninin gizli yapılmasından duyduğu rahatsızlığı TBMM Başkanı Köksal Toptan’a söylemiş olduğunu biliyoruz.MHP liderinin CHP’lilerden en temel ayrılığı beyanı esas alması. Yani Cumhurbaşkanı Gül ile mesela DTP’li milletvekillerinin ettikleri yeminlere uygun hareket ettikleri müddetçe hiçbir sorunun yaşanmayacağını düşünüyor.Bahçeli pişman değilSon dönemde üç olay MHP’nin kaderinde etkili oldu: 1) Bahçeli’nin Erzurum mitinginde kürsüden ip atması; 2) Bahçeli’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerine her durumda katılacaklarını açıklaması; 3) Bahçeli’nin DTP’lilerin uzattığı elleri sıkması.Her üç konuda MHP’yi övenler de oldu yerenler de. MHP liderinin bu üç kritik konuda hiç ama hiç pişman olmadığını, aksine samimi bir şekilde bunları savunduğunu gördüm. Kendisine, “Başbakan Erdoğan 367 gerekçesiyle Gül dışında bir aday göstermeyi düşünüyordu. Siz yaptığınız açıklamayla sadece CHP’yi değil onu da zor durumda bıraktınız” dediğimde hiçbir yorum yapmadı.Anladığım kadarıyla Bahçeli, AKP’nin bu kadar yüksek bir oy oranına ulaşmasını beklemiyordu. Ancak bazı CHP’liler gibi seçmeni suçlamak yerine bu işin sırrını ortaya çıkarmaları için sosyal bilimcileri göreve çağırıyor. Öte yandan seçim sonuçlarından çok önemli dersler çıkarmışa benziyor. Yeniden başa dönecek olursak: MHP liderinin, rejimin temellerini korumak üzerine bina edilmiş bir stratejinin AKP’nin işine yaradığı, muhalefet partilerini de halktan kopardığı sonuçlarına vardığını sanıyorum.Profesyonel muhalefetBahçeli, MHP’nin bir imaj sorunu olduğunu reddetmiyor ve bundan büyük ölçüde medyayı sorumlu tutuyor. Gerçekten de yakın zamana kadar MHP sadece tepki veren, proje üretmeyen, üretmek istese de bunu yapabilecek kadrolara sahip olmayan bir parti olarak görülüyordu. Fakat TBMM’nin açılmasıyla birlikte Cihan Paçacı, Mehmet Şandır, Faruk Bal, Deniz Bölükbaşı, Gürcan Dağdaş, Gündüz Aktan, Mithat Melen gibi kurmaylar, medyayı da geniş bir şekilde kullanarak MHP’nin imajını yeniden inşa ediyor ve epey de başarılı oluyorlar. MHP yeni dönemde, TBMM içi veya dışı hiçbir parti, kurum ya da odağın peşinde veya onlarla birlikte laiklik temelinde bir muhalefet yapacağa benzemiyor. Bunun yerine, AKP’nin icraatını profesyonel bir kadroyla çok yakından takibe alacağını, istikrarlı ve zaman zaman çok sert bir muhalefet yürüteceğini söyleyebiliriz. Peki MHP muhalefette neleri öne çıkaracak? Tabii ki dış politika, yani Irak, Kıbrıs ve AB ile ilgili gelişmeler. İçerdeyse en çok yolsuzluk iddialarının takipçisi olacağa benziyorlar. Sonuç olarak, AKP’nin, MHP’nin soluğunu sürekli olarak ensesinde hissedeceğini, aritmetik açıdan olmasa bile fiilen ana muhalefet misyonunu MHP’nin üstleneceğini ileri sürebiliriz.
Başbakan Erdoğan sandığımın aksine “light” bir kabine yapmadı ve kelimenin gerçek anlamıyla bir “teknokratlar kabinesi” oluşturdu. Erdoğan’ın kaptanlığındaki takım anlaşılan tribünlere değil “maç kazanmak” için oynayacak.Örneğin kadın bakan sayısının artacağı sanılıyordu, olmadı; sadece Nimet Çubukçu yerini korudu. Sekiz yeni bakan var ve bunlardan sadece üçü yeni transfer. Mehmet Şimşek ve Zafer Çağlayan beklendiği gibi ama Ertuğrul Günay’ın Kültür ve Turizm’e verilmesi AKP’nin merkeze taşınma iddiasına bir ölçüde gölge düşürdü. DYP kökenli Mehmet Sağlam’ın Milli Eğitim Bakanı olmaması da sürpriz sayılmalı. Diğer yeni bakanlara baktığımızda Nazım Ekren, Hayati Yazıcı ve Veysel Eroğlu gibi Erdoğan’ın çok güvendiği ve yıllardır birlikte çalıştığı isimleri görüyoruz. Bunlardan Ekren ve Yazıcı’nın AKP Genel Başkan Yardımcılığı’ndan Başbakan Yardımcılığı’na taşınmış olmaları çok ama çok önemli. Yeni bakanlardan Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Said Yazıcıoğlu ilahiyat çevrelerinde epey saygın bir isimdir ve muhtemelen Diyanet Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu ile uyum içinde çalışır. Kabineye yeni giren tek Milli Görüş kökenli isimse Faruk Çelik. Öte yandan Abdullah Gül, Abdüllatif Şener ve Osman Pepe’nin kabineden çıkan Milli Görüş kökenliler olduğunu hatırlamak gerek.Çelik’in gücüKabinede 11 bakan yerini korudu. Bunların çoğunun icracı ve parayı kontrol eden bakanlar olması, AKP’nin “yola devam” sloganıyla uyumlu. Özellikle Recep Akdağ, Binali Yıldırım, Mehdi Eker ve Hilmi Güler’in, Erdoğan’ın gözdeleri olduğunu söyleyebiliriz. Bu arada “kesin gidiyor” denen Hüseyin Çelik’in yerini koruması, onun sanılandan güçlü olduğunu bir kez daha kanıtladı. Bir diğer altı çizilmesi gereken husus, Abdülkadir Aksu’nun (ki kendi rızasıyla bakan olmadı) çekilmesiyle kabinedeki “Güneydoğulu abi” rolünü Çelik’in üstlenecek olması.60. Hükümet’in bombası hiç tartışmasız Aksu’nun yerine Beşir Atalay’ın kaydırılması. Yıllardır “dinci” diye yaftalanmış, bu nedenle Sezer tarafından Milli Eğitim Bakanlığı veto edilmiş Atalay’ın İçişleri’nin başına geçmesi, tam da bu bakanlıkta “dinci kadrolaşma” iddiaları ayyuka çıkmışken muhtemelen kriz yaratacaktır. Uzun bir süre bu konuyu tartışacağımız kesin ama, Atalay hakkındaki iddiaların hayli abartılı olduğunu ve ima edilen cemaat ile doğrudan ilişkisi olmadığını söyleyebilirim.Atalay’ın bilinen bir özelliği Cumhurbaşkanı Gül’e yakın olması. Yani yeni kabinede hem “iç”, hem “dış” ilişkiler bir nevi Çankaya’ya havale edilmiş durumda. Ali Babacan’ın yoğun dış sorunların altından kalkamayacağı yorumları şimdiden yapılmaya başlandı. Burda kritik sorular şunlar: Dışişleri bürokrasisi yeni bakanla nasıl bir ilişki kuracak? Ve Prof. Ahmet Davutoğlu sahiden bir süre sonra üniversiteye dönecek mi? Gül ve Erdoğan’ın onu Babacan’a destek için kalmaya ikna edeceklerini sanıyorum. Terfi edenlerEski kabineden Atalay ve Babacan dahil beş bakan yer değiştirdi. Mehmet Ali Şahin’in Adalet Bakanı olması, kendisinin, Erdoğan’ın en güvendiği isimlerden biri olduğunu gösteriyor. Fakat en büyük zıplamayı Cemil Çiçek’in yaptığı kesindir. Çiçek’in “hükümüten iki numarası” olma konusunda Hayati Yazıcı ile yarışacağını öngörebiliriz. Bu arada bazı “liberal” yazarların Çiçek’in bir nevi cezalandırıldığı şeklindeki yorumlarına katılmadığımı belirtmeliyim.Yeni kabinenin en büyük sürprizlerinden biri Kemal Unakıtan’ın yerini koruması ve ekonomi koordinatörlüğüne Ekren’in getirilmesidir. Acaba Maliye Bakanı bu durumdan memnun mudur? Değilse şikayetini dile getirecek midir?Tabii hayal kırıklığına uğrayan diğer AKP’lilerin de ne yapacakları önemli. Mesela Salih Kapusuz, Mehmet Sağlam, Edibe Sözen, Dengir Fırat, Mehmet Müezzinoğlu, Egemen Bağış ve tabii ki Ömer Çelik. Kim ne derse desin 60. Hükümet’in en büyük sürprizi Bülent Arınç’ın bakan olmamasıdır. Her ne kadar çok kişi bundan epey memnun olsa da, TBMM Başkanlığı’nı kendi rızasıyla bırakmış Arınç’ın kabineye girmemesi kesinlikle “anormal” bir durumdur. Bildiğim kadarıyla Arınç, kendisine uygun bir konum yaratılamadığı için kabine dışında tutuldu.Bu cümlenin tercümesi şu: Arınç’ın Adalet Bakanlığı ya da Başbakan Yardımcılığı dışında bir göreve getirilmesi mümkün değildi. Ama bu bakanlıklar da MGK’da temsil edildiği için askerle yeni sorun çıkmasından endişe edildi.Erdoğan’ın formülüArınç’la Erdoğan’ın formülü şu: Arınç AKP’de Hayati Yazıcı’nın yerine teşkilattan sorumlu genel başkan yardımcısı olacak. Arınç TBMM başkanı olduğu için AKP yönetiminde yer alamıyordu. Bu nedenle kongreye kadar resmen bu görevi üstlenmesi imkansız. Ancak AKP yönetimi kongreye kadar bu görevi Arınç’ın yürütmesi için bir formül bulmaya çalışıyor.Bir hususu tekrarlamakta yarar var: Erdoğan Arınç’ı dışta tutarak bir krizden kaçındı ama Atalay nedeniyle yeni gerilimlerin çıkacağını da kabul etmemiz gerekiyor.
Abdullah Gül’ü ama ondan ziyade Türkiye’yi çok ama çok zor bir dönem bekliyor. Lakin kötümser olmak zorunda değiliz. Gül ve Türkiye, ilk bir-iki yılı kazasız belasız atlatabilirse, umulmadık bir normalleşme dönemi başlayabilir ve birçok alanda ülkenin önü açılabilir.Gül’ün bu zorlu sınavı atlatabilmesi, kriz potansiyelini fırsata dönüştürebilmesi için “olmazsa olmazlar” şunlar:Tarafsızlık: Dünden itibaren Gül artık AKP’li değil. Bundan böyle Meclis’te bulunsun bulunmasın tüm partilere olabildiğince eşit mesafede, yakınlıkta olmak zorunda.Kapsayıcılık: Cumhuriyet Bayramı’nda doğan, Abdullah’ın yanında “Cumhur” adına da sahip olan Gül, bu cumhuriyetin çocuğu olduğu unutur ve onun temelini oluşturan “kardeşlik” ilkesini ihmal ederse kaybeder.Laiklik: Gül’ün İslami hareketten geldiğini, dindar olduğunu biliyoruz. Ama onun da aklından çıkarmaması gereken iki husus var: 1) Türk modernleşmesi ve laikliğinin en çarpıcı yönü, dindar insanların da en tepelere çıkmasına imkan tanımasıdır. Yani Gül 11. Cumhurbaşkanı olabilmesini sadece demokrasiye değil laikliğe de borçludur. 2) Devletin tüm din yorumlarına karşı nötr olması demek olan laiklik, sadece Müslüman olmayanlar ya da dinle ilişkisi gevşek olanlara değil, hatta belki de onlardan çok dindarlara lazımdır.Yüksek profil: Eğer Gül’ün yerine, yine AKP’den “düşük profilli” bir isim cumhurbaşkanı olsaydı hemen herkes ona “hükümetin noteri” muamelesi yapacaktı. Gül’ün karakteri, birikimi ve karizması nedeniyle, istese de noter olamayacağı kesin ama nasıl bir performans göstereceği de belirsiz.Şeffaflık: Gül’ü aktif siyasete atıldığı 1991 yılından beri tanırım. Yalan söylemeyi beceremeyen, alışılmadık türde bir politikacıdır. Siyasette gücünü halktan aldığını sıklıkla vurgular ama onun “kitle kuyrukçuluğu” yaptığı, hele bazılarının son günlerde ileri sürdüğü gibi “mahalle baskısı”na teslim olduğu pek görülmemiştir. Sürekli olarak “güven, diyalog, samimiyet” gibi kavramların altını çizer ama dilinden hiç düşürmediği kavram “şeffaflık”tır. RP, FP ve AKP dönemlerinde Gül’ün ne derece şeffaf olabildiği tartışmaya açıktır. Ama bu partilerde hiç “birinci adam” olmadığını akılda tutmak lazım. Ne var ki artık böyle bir mazereti yok. Yani Gül’ün Çankaya’yı ne derece dışa açacağı çok önemli. Aktivizm: Gül’ün içerde ve dışarda çok aktif bir cumhurbaşkanı olacağı yolunda kuvvetli işaretler var. Fakat bütün bu faaliyetleri yukarda saydığımız “tarafsız, herkesi kucaklayıcı” bir cumhurbaşkanı olarak mı yürütecek, yoksa AKP iktidarının “iki numarası” olmaya devam mı edecek? Galiba önümüzdeki döneme rengini bu sorunun cevabı verecek.Gül’e yatırım yapanlarKişisel olarak, Gül’ün yukarıda sıraladığım “olmazsa olmaz”lar konusunda alabildiğine hassas, özenli ve gayretli olacağını tahmin ediyorum. Ne var ki Gül’ün süreci tek başına belirlemesi mümkün olamaz. Evet Genelkurmay, CHP, ulusalcılar gibi ilk akla gelen kurum ve toplulukları muhakkak akılda tutmak şart. Evet, Gül’ün geçmişi, eşinin kıyafeti toplumun bazı kesimleri için sorun oluşturuyor, ama önümüzdeki dönemde hiç umulmadık yerlerden beklenmedik krizlerin tetiklenebileceğini de hesaba katmak lazım. Örneğin Gül’e destek veren veya verdiği sanılan çevrelere bakalım:1) Gül’e olmadığı kadar “İslamcı” misyon biçenler: Bunlar Gül’ün Çankaya’ya çıkmasının laikliğe karşı alınmış bir rövanş olduğunu düşünüyor veya böyle olmadığını bilmelerine rağmen böyleymiş gibi yapıyorlar.2) Gül’e olmadığı kadar “demokratik” misyon biçenler: Bunlar cumhuriyet ile demokrasi arasında çatışmanın kaçınılmaz olduğunu ve demokrasinin zaferi adına cumhuriyetin bazı temellerinden vazgeçilebileceğini düşünüyorlar.3) Gül’e olmadığı kadar “Amerikancı” misyon biçenler: Bunlar yakın bir zamana kadar, Washington’un çıkarlarına aykırı politikalar geliştirdiği için Dışişleri Bakanı Gül’e ateş püskürüyor, gizli gizli onun ve Prof. Ahmet Davutoğlu gibi danışmanlarının ipini çekmeye çalışıyorlardı. Fakat birdenbire “demokrasi adına” AKP’yi ve Gül’ü destekler oldular.İşte bu üç çevre de beklentilerinin karşılanmaması durumunda Gül’e epey sıkıntı çıkarabilirler. Bunlara bir de, Gül’ün cumhurbaşkanı olmaması için ellerinden geleni yapmış ama başarısız olmuş AKP’lileri ve AKP’cileri eklemek lazım. “Uzlaşma” adına Gül’ün feragat etmesini dayatmış olan bu çevreler yarın yaşanabilecek her krizden Gül’ü sorumlu tutacak ve “biz demiştik” diyeceklerdir. Gül, eğer kendisinin cumhurbaşkanlığını sindiremeyen ve kolay kolay da sindireceğe benzemeyen kişi ve çevrelerin gönül ve zihinlerini kazanmak için samimi bir şekilde elinden gelen gayreti gösterirse kriz filan çıkmaz.Ama Gül’ün kendisine kuşkuyla bakanları kazanmak için kendisini sevenleri dışlamasını beklemek de çok büyük haksızlık olacaktır.
Dünya çapında en etkili Musevi şahsiyetlerden olan Abraham Foxman’ın bir yaptığı bir diğerini tutmuyor. 1913’de kurulan İftira ve İnkarcılıkla Mücadele Birliği’nin (ADL) başı olan Foxman, önce 1915’de Ermenilerin yaşadıkları trajediyi soykırım olarak tanımlayan ADL New England Bölgesi Şube Müdürü Andrew Tarsy’yi görevden aldı. Ancak yoğun tepkiler üzerine, birkaç gün sonra, 21 Ağustos’ta ADL olarak bundan böyle Ermenilerin başına gelenleri “soykırım” olarak tanıdıklarını resmen açıkladı.Hem Ankara’nın, hem Türkiye Yahudi cemaatinin bu beklenmedik karara çok sert tepki göstermesi üzerine Foxman, Türkiye’nin Ermenistan’a yaptığı çağrıları desteklediklerini söyledi. Ayrıca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazarak “Aramızdaki bağları güçlendirmek için yollar aramaya devam edeceğiz. Son tartışmalarla birlikte aramızdaki dostluğun gerilmiş olduğunu bilmek bizim acımızı bir kat daha artırıyor” dedi.Türk medyası bu mektubu “Foxman’dan geri adım” olarak duyurdu ancak bunun doğru bir yorum olduğu söylenemez. Çünkü ADL lideri, Erdoğan’a mektubu yolladığı önceki gün Boston Jewish Advocate adlı gazetede çıkan “Orjinal misyon ama yeni pozisyon” başlıklı yazısında, “1915-18 arasında yaşanan acı olayların sonuçlarının soykırıma eşdeğer olduğunu düşünüyoruz” dedikten sonra “gelecekte de soykırım terimine başvurmakta tereddüt etmeyeceğiz” demeyi ihmal etmedi.Foxman aynı yazıda, Amerikan Kongresi’nden soykırım tasarısının geçmesinin Türk-Ermeni ilişkilerinin iyileştirilmesine katkısı olmayacağına, tam tersine olumsuz sonuçlara yol açacağını belirterek Türkiye’nin gönlünü almaya çalıştı.“Asla tarafsız olmadık” Foxman yazısında, yıllar boyunca Türkiye’deki 20 bin kişilik Yahudi cemaatinin uyarılarını dikkate alarak “soykırım” demekten kaçındıklarını, ama asla tarafsız kalmadıklarını, bir araya geldikleri her Türk yöneticisinden geçmişleriyle samimi bir şekilde yüzleşmelerini istediklerini hatırlatıyor. Geçtiğimiz günlerdeyse, Yahudi cemaatinin birlik ve beraberliğini gözettikleri için, konuyu yeniden ele alıp “soykırım” tanımlamasında karar kıldıklarını söylüyor.Yazının en ilgi çekici cümlelerinden biriyse şu: “Bize göre Türk hükümeti Ermenilerle olan tarihlerinin ahlaki sonuçlarını dile getirmelidir. Zira Türkiye, çağımızın büyük mücadelesinde, yani ılımlı İslami bir modelin İslami radikalizmi altettiğini görme çabasında, kritik bir noktada bulunuyor.” Geri adım yokYazının son paragrafıysa, ADL’nin “Ermeni soykırımı” konusunda geri adım atmayı düşünmediğinin açık bir kanıtı. Foxman Türkiye Yahudilerinin iyiliğini düşünmeye devam edeceklerini vurguladıktan sonra “Yine de” deyip devam ediyor: “Türk hükümetini doğru yöne sevk etmeye devam edeceğiz. İyiniyetli insanların bakışımızı anlayacaklarına inanıyoruz ama anlamasalar da yıllardır Yahudilere ve daha geniş kitlelere hizmet etmiş olan kuruluşumuzun temel değerlerine uygun hareket ettiğimize inanıyoruz.” Özetle, ADL hem Türkiye-İsrail ilişkilerini, hem AKP’nin İslam dünyasına “model” olma potansiyelini, hem de Türkiye Yahudilerinin durumunu hesaba katıyor katmasına ama 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanımlamakta da kararlı. Dolayısıyla ADL ve Foxman’ın “geri adım” atmasını beklemek gerçekçi değil. Foxman’ın son yazısını haber veren Fahri Ercem’e teşekkürler. Bu yazıya http://www.adl.org/ADL_Opinions/International_Affairs/20070824-BostonJewish+Advocate.htm> linkinden ulaşabilirsiniz.
İftira ve İnkarcılıkla Mücadele Birliği (ADL) ile Amerikan Musevi Komitesi’nin (AJC) 1915 olaylarını “Ermeni soykırımı” olarak tanıma kararı almalarının bir dizi nedeni var ve bu gelişme bir dizi önemli sonuca yol açmaya aday. Öncelikle “neden böyle oldu?” sorusuna cevap arayacak olursak:1) Bu karar tamamen siyasidir. “Bilimsel” kriterlerle açıklanması hiç inandırıcı olmaz. Çünkü son birkaç yılda soykırım tartışmalarıyla ilgili hiçbir ciddi yeni bulgu veya kanıt ortaya çıkmış değil.2) Bu karar, Ermeni lobisinin ABD başta olmak üzere Batı’da ne kadar güçlü, Türk lobisininse onunla rekabet edemeyecek ölçüde zayıf olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.3) Musevi lobisinin karar değişikliğinde AKP iktidarının İslamcı geçmişi ve Ortadoğu’ya yönelik (özellikle Hamas’ın Ankara ziyaretinin) politikalarının belirleyici olduğunu söylemek fazlasıyla abartılı olur.4) AKP’liler, ADL başta olmak üzere Musevi lobisiyle iyi ilişkiler içinde olmaya özen gösterdiler. Başbakan Erdoğan ile ADL lideri Abe Foxman’ın dostluklarının daha AKP kurulmadan önceye dayandığı biliniyor. Bu karar, her ABD ziyaretinde alışkanlık haline gelen Musevi lobisi ziyaret etmenin de bir aşamadan sonra işe yaramadığını gösteriyor. 5) Aynı şekilde, her vesileyle ABD ve İsrail’e gidip “her şey kontrol altında” imajı yaratan zevatın da göz boyamakta olduğu böylece açığa çıkmış oldu.Peki bundan sonra ne olacak? Öncelikle, son psikolojik engelin de kalkmış olduğunu, Amerikan Kongresi’nden Soykırım Tasarısı’nın her an geçebileceğini kabul etmemiz lazım. Bunun, zaten pek de iyi seyretmeyen Türk-Amerikan ilişkilerinde muazzam bir tahribat yaratacağı kesindir. Ancak bundan Türkiye-İsrail ilişkilerinin de çok kötü etkileneceğini akılda tutmamız şart. Şöyle ki, Washington’da gazetecilik yaptığım 2.5 senede Musevi lobisinin Türkiye’ye yardım ettiği kadar, yer yer ayakbağı olduğunu da gözledim. Geçen yıl kaleme aldığım “İsrail’in Türkiye’ye borcunu ödemesinin tam zamanı” başlıklı yazıda, son yıllarda Musevi lobisi ve İsrail’den bazı kesimlerin, şantaj boyutuna varan çıkışlarla işin tadını epey kaçırdıklarını belirtip “Türkiye, Ömer Seyfettin’in ‘Diyet’ öyküsünde kolunu kesen demirci Koca Ali gibi, ‘tamam, size muhtaç değilim, ne olursa olsun!’ diyebilir” demiştim.Diyet ödeniyorMusevi lobisinin son kararı Ankara’yı hiç istemediği halde Koca Ali gibi davranmaya itebilir. Böyle bir durumda İsrail ve onu korumayı temel ilke edinmiş olan Musevi lobisi, en az Türkiye kadar, hatta ondan daha fazla kaybedecektir.Çünkü bugüne kadar Kongre’den tasarının geçmemesi, abartılı bir ölçüde, esas olarak Musevi lobisinin çabalarına bağlanırdı. Şimdi geçmesi halinde, Türk kamuoyunda, yine aynı lobiyi, dolayısıyla İsrail’i, hatta tüm Musevileri suçlama eğilimlerinin öne çıkması şaşırtıcı olmaz.ADL ve AJC yöneticileri Türkiye’nin yıllardır İsrail’in İslam dünyası içindeki en güvenilir, sağlam dostu olduğu; en güç anlarında zamanlarda ona omuz verdiği, soluk almasına yardımcı olduğu gerçeğini unutmuşa benziyorlar. Dolayısıyla tasarı geçer geçmez İsrail’in Türkiye’yi kaybetme sürecinin başlaması halinde bunun baş sorumluları da onlar olacaktır. Kuşkusuz tasarının geçmesinin şokunu atlatabilmek kolay olmayacak. Ama yine de her işte bir hayır vardır. Belki de bu sayede Türkiye, ABD başta olmak üzere Batı’da kimseye minnet duymadan ve mecbur kalmadan kendini anlatabilme fırsatını yakalayabilir.
Başbakan Erdoğan yine beklenmedik bir anda, şaşırtıcı bir çıkış yaptı ve uzun süre hafızalarda kalacak sözler etti. Bekir Coşkun, Başbakan onun söylediklerini İran’daki mollaların devrim sonrası tavırlarına benzetmiş. Benimse aklıma 1950’li yıllarda Amerikan sağının sola karşı geliştirdiği, ama esas olarak Vietnam Savaşı’na karşı çıkanlara karşı kullanılan “Ya sev ya terk et” sloganı geldi. Burada sevilmesi dayatılan, “ülke” yani Amerika’dır. Sağcılar, kendileri gibi düşünmeyenleri vatan sevmez olarak tanımlayıp onları ülkeyi terk etmeye zorlamışlar, ama kimse de onların tehditlerine pabuç bırakmamıştır.Tıpkı 1990’lı yıllarda bizde olduğu gibi. O dönem Türkiye’de yükselen “pop milliyetçiliğin” temel sloganı da “ya sev ya terk et”ti. Tıpkı ABD’de olduğu gibi bizde de sağcı milliyetçiler arabalarına bu çıkartmaları yapıştırmışlardı. Milliyetçi trend o gün bugündür yükselişte, ama faşizan “ya sev ya terk et” sloganı pek revaçta değil.Veya “değildi” demek gerekiyor. Çünkü Erdoğan beklenmedik bir şekilde bunu hortlattı. Hem de çıtayı iyice aşağıya çekti. Öyle ki ona göre artık “ülke”yi değil, müstakbel cumhurbaşkanını sevmemek bile vatandaşlıktan çıkma gerekçesi haline geldi. Seçim gecesi, partisine oy vermeyen yüzde 53’ün de hassasiyetlerini bildiğini ve bunları dikkate alacağını söyleyerek çok takdire şayan bir başlangıç yapan Erdoğan’ın, kendisi gibi düşünmeyenleri bu kadar alenen dışlayıcı bir sözü sarf etmiş olması akıl alır gibi değil. Kuşkusuz Erdoğan’a hiçbir şekilde inanmayan ve güvenmeyen kişiler için bu sözler şaşırtıcı olmamıştır, ancak onun ve partisinin tavizsiz bir İslamcılıktan (muhafazakar) bir demokratik çizgiye doğru evrildiğini düşünen ve gözleyenlerin tam bir şok yaşadıkları da kesindir.Vatandaşı kovma özgürlüğüBen bu satırları kaleme alırken, kayıtsız şartsız AKP destekçilerinin de Erdoğan’ı mazur, hatta haklı göstermeye yönelik argümanlar üzerinde kafa yorduklarını görür gibi oluyorum. Ama işleri hayli zor. Çünkü Erdoğan’ın bu sözleri, demokrasiyi henüz tam olarak içselleştirememiş olduğu iddialarını doğrular niteliktedir. Benim bildiğim kadarıyla demokrasilerde vatandaşların kendilerini yönetenleri eleştirme, beğenmeme, sindirmeme ve benimsememe hakkı sonsuzdur. Ama yönetenlerin vatandaşlarını beğenmeme, benimsememe hakları yoktur, olamaz. (Bakınız Onur Öymen gibi bazı CHP’lilerin ve çok sayıda AKP karşıtı yazarın 22 Temmuz değerlendirmeleri).Diğer bir deyişle bir vatandaş Bekir Coşkun veya bir başkası “Erdoğan hiç benim başbakanım olmadı, Gül de cumhurbaşkanım olamayacak” demekte sonuna kadar özgürdür. Ama Erdoğan ya da Gül “Beni (veya bizi) beğenmeyenler vatandaşlıktan çıksın” diyemezler. Derlerse demokrasinin temeli olan fikir ve ifade özgürlüğünü ciddi bir şekilde ihlal etmiş olurlar.Gül’ün imajı yara aldıEğer cumhurbaşkanlığına itirazı olan herkes vatandaşlıktan çıkacak olursa, Gül’ün “Herkesin cumhurbaşkanı olacağım” iddiasını gerçekleştirmesi çok ama çok kolay olacaktır. Ama o zaman Türkiye laik ve demokratik bir cumhuriyet olmaktan çıkacaktır.Her şey bir yana, Erdoğan’ın bu sözleri, Gül’ün Çankaya’ya çıkmasına kökten itiraz edenler kadar, belki de onlardan çok, Gül’ün 11. Cumhurbaşkanı olmasının Türk demokrasisi için bir krizden ziyade fırsat olacağını düşünenleri rahatsız etmiştir. Hatta bunların içine muhakkak Gül’ün kendisini de katabiliriz.Çünkü Başbakan’ın bir cümlesi Gül’ün verdiği tüm uzlaşı mesajlarına, yaptığı bütün siyasi parti ve sivil toplum kuruluşları ziyaretlerine gölge düşürdü, onun imajını ciddi bir şekilde zedeledi. Bu hasarı kimin, nasıl ve ne derece tamir edebileceğiyse şüpheli. Gül bunu yapabilir mi? İmkansız değil ama çok zor. “Başbakan aslında şunu demek istedi” gibi teviller de bu saatten sonra pek işe yaramaz. Bu nedenle AKP liderinin açık, net ve tatminkar bir düzeltme yapması, hatta özür dilemesi kaçınılmaz gözüküyor.Acı olan Erdoğan’ın, demokrasiye aykırı olduğu tartışmasız olan bu sözlerinin, demokrasiden hiç de haz etmediklerini bildiğimiz bazı kişi ve çevreler tarafından fütursuzca kullanılıyor ve kullanılacak olmasıdır.