Dün TBMM’de üç büyük partinin, yani AKP, CHP ve MHP’nin grup toplantılarını izledim. Sadece liderler, yani Erdoğan, Baykal ve Bahçeli konuştu. Üçünde de gündemin ana maddesi PKK terörüydü. Üç lider, birbirinden farklı üç yaklaşımı seslendirdi. Erdoğan “güvercin” di, yani askeri çözüm yerine diplomatik ve siyasi arayışları ön plana çıkarıyor; demokrasi ve hukuk devletine halel gelmesinden kaygılanıyordu. Bahçeli “şahin” di. Demokrasi, hak ve özgürlükler, hukuk devleti gibi kavramların terörü mazur göstermek için kalkan olarak kullanlmasından şikyayetçiydi. Hükümetin bir an önce tezkerenin gereğini yapmasını, kapsamlı bir harekatla PKK’yı Kuzey Irak’tan söküp atmasını istiyordu.Baykal’ı tarif için bir kuş türü aklıma gelmiyor. Bazen “şahin”, bazen “güvercin” di; ama sonuçta ne biri, ne de ötekiydi. Örneğin Amerikan yönetiminin PKK’yı “düşman” olarak tanımlamasından; Irak Kürtlerinin “tehditle orantılı bir müdahale” ye yeşil ışık yakmalarından; genel olarak Batı dünyasının ilk kez Türkiye’ye hak veriyor olmasından “yıllardır arzu ettiğimiz nokta” diye söz etti; yani hükümetin bugüne kadarki diplomatik girişimlerini dolaylı olarak övdü. Ama hemen ardından “PKK derhal dağıtılmalıdır” diyerek sınırötesi harekatın bir türlü gerçekleşmemesini eleştirdi. Öyle ki bunun ardında PKK ile müzakere girişimlerinin olabileceğini de ileri sürdü.Baykal daha önce de “Başbakan’ın ağzının altında bir bakla var” diyerek “müzakere” söylentilerini dile getirmişti. Dün daha bir kendinden emin konuştu. Ona göre AKP’nin böyle bir yola başvurmasının nedeni ya “aymazlık” tı ya da “teslimiyet”. Üçüncü bir ihtimalin daha bulunduğunu ama bunu telaffuz etmek istemediğini söyledi ancak milletvekillerinden biri hemen “ihanet” diye araya girince Baykal da söylemekten kaçındığı şıkkın bu olduğunu kabul etti.Halbuki Baykal’dan üç saat önce MHP lideri Bahçeli hiç de o kadar kibar değildi. Konuşmasında üç kere “ihanet” ten söz etti. Bahçeli’ye göre hükümet PKK ile “müzakere” den öte “mütareke” arayışı içinde olduğunu ileri sürdü.Bahçeli 7 sayfalık konuşma metninin dışına bir tek kez çıktı. Hükümetin teröristler için genel af çıkarmak istediğini öne sürdükten sonra şu cümleyi etti: “Sayın Başbakan bu niyetinizi saklamayınız.” MHP liderini seçim kampanyası döneminde Trabzon, Konya ve Osmaniye’de dinlemiştim. O zaman da AKP’nin Kürt sorunu ve teröre bakışı konusunda çok sert suçlamalar getiriyordu. Seçim sonrası kendisiyle uzun bir sohbet gerçekleştirdim. PKK eylemleri yeniden başlamamıştı ve Bahçeli DTP’lilerin uzattığı elleri sıkmış olmaktan hiç de pişman değildi.MHP liderinin dünkü konuşmasının, onun bugüne kadarki “en sert” çıkışı olduğunu düşünüyorum. Yağlı urgan fırlattığı Erzurum mitinginde bile bu kadar “şahin” değildi. “İç çatışma” uyarılarıMHP liderinin dün iki kez “iç çatışma” ihtimaline vurgu yapması ilginç ve düşündürücüydü. Hükümetin PKK için “genel af” çıkarmayı düşündüğünü ileri süren Bahçeli şöyle devam etti: “Ülkemizde iç çatışmanın fitilini ateşlemek anlamına gelecek böyle bir teslimiyetin Türkiye’ye ihanet olacağı unutulmamalıdır.” Şahsen MHP liderinin bu sözlerini bir “uyarı” dan çok, bir “meydan okuma” olarak görüyorum. Ve Bahçeli’nin burada sadece AKP hükümetine değil, onun stratajilerine destek veren ya da yeterince itiraz etmeyen devletin diğer kurumlarına da seslendiğini düşünüyorum.Baykal da konuşmasında teröre karşı mücadelede gösterilen zaafın en büyük bedelinin “ülkedeki kardeşlik bağlarının zedelenmesi” olduğunu söyleyerek iç barışın tehdit altında olduğunu belirtti.DTP tartışmalarıDün DTP’liler nedense grup toplantılarını yapmadılar. Ama AKP ve MHP liderleri DTP hakkında çok şey söyledi. Bahçeli hiçbir şekilde DTP’lileri muhatap almadı ve DTP üzerinden hükümete yüklendi. Açık açık olmasa da DTP’nin kapatılmasını savundu.Başbakan Erdoğan, DTP’lilere, terörle aralarına mesafe koymaları yolundaki çağrılarını yineledi. Hem “yargısız infazın, ayrımcılığın, siyaseten lincin kitabımızda yeri yok” dedi, hem de “hukuki meşruiyet demokratik siyasetin en temel şartıdır. Hukuki meşruiyetini yitirenler varlık zeminini de kaybederler” diyerek DTP’nin pekala kapatılabileceğini ima etti.Baykal DTP konusuna pek girmedi. Ama onun “geldiğimiz noktada talep, artık bireysel hak ve özgürlüklerin ötesinde, etnik temelde Türkiye’nin anayasal sistemine, egemenlik anlayışına, devletin yapısına yönelik talepleri kabul ettirmektir” sözleriyle DTP’nin “özerklik” talebine cevap verdiği de açıktı.
SINIRÖTESİ harekat gecikiyor. Başbakan Erdoğan PKK’yı silah bırakmaya, “düz ova” da değil de “şehirler” de siyaset yapmaya çağırıyor. Talabani ve Barzani sadece PKK’yı hedef alacak, sınırlı operasyonlara itirazları olmadığını söylüyorlar. Bütün bunlar, “kapsamlı bir harekât” tan ziyade “kapsamlı bir plan” ın gündemde olduğu rivayetlerine yol açıyor.Kimilerine göre bu planın temelleri ABD Dışışleri Bakanı Rice’ın Türkiye ziyaretinde atıldı, Başbakan Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Başkan Bush ile görüşmesindeyse son şeklinin verildiğini öne sürüyorlar. PKK sorununun silahtan ziyade siyaset yoluyla çözülmesi hedeflendiğini düşünen ve bunu olumlu bir strateji olarak görenler, yine de bu planın neleri kapsadığını bilememekten şikayetçiler. Kapsamlı değilErdoğan-Bush görüşmesini Washington’da izledim. Türk heyetinden birçok kişiyle konuyu tartışma imkanım oldu. Kuşkusuz, yıllar süren oyalamalardan sonra Amerikalıların PKK’yı alenen “düşman” ilan etme noktasına gelmiş olması önemlidir. Ancak ortada çok “kapsamlı” bir plan olduğunu ve çok gizli saklı şeylerin tezgahlandığını sanmıyorum. Beyaz Saray zirvesinden sonra yakın gelecekte şöyle bir sürecin yaşanacağını iddia etmiştim:1) İlkin Amerikalılar PKK’nın Kuzey Irak’taki lojistik desteğinin kurutulması ve lider kadronun tasfiyesi için Türkiye’ye anlık istihbarat verecekler;2) Ardından Irak Kürtleri Türk güvenlik güçleriyle PKK arasında çıkacak çatışmalara seyirci kalacaklar;3) Türkiye de, Irak Kürtlerinin otorite ve prestijini gözeterek, sivilleri hiçbir şekilde rahatsız etmeyecek şekilde Kuzey Irak’taki PKK kamplarına, lider kadrolarına ve yasal faaliyet yürüten mekanlara baskınlar düzenleyecek.4) Bir yandan Irak’ta PKK’ya öldürücü darbeler indirilirken, diğer taraftan militanları silah bırakmaya teşvik etmek için Türkiye’de yeni siyasi açılımlara gidilecek.Öneş’in açılımlarıBurada MİT’in İstihbarattan Sorumlu Müsteşar Yardımcılığından yakın zaman önce emekli olan Cevat Öneş’in görüşlerinden söz etmek şart. Ona göre PKK Irak’tan askeri operasyon yapılmadan da bitirilebilir. Taraf Gazetesi’nde Neşe Düzel’e, Washington’da PKK’nın tasfiyesine karar verildiğini ileri süren Öneş şöyle devam ediyor: “ABD ’silahları bırakın, Irak’ı terk edin’talimatı verdiği anda PKK Irak’ta biter.” Çünkü Öneş’e göre PKK’nın Irak’ta kaç tane gücü olursa olsun “gerçek bir güçten söz edilemez”. Keşke işler Öneş’in tarif ettiği gibi kolay olabilse. Kendisinin PKK’nın gücünü hafifseyip ABD’ninkini abarttığını düşünüyorum. Bununla birlikte Kürt ve PKK sorunları konusunda gönüllü ya da zorunlu otosansürün ağırlığını iyice hissettirdiği şu günlerde Öneş’i cesareti için tebrik etmeliyiz. Örneğin Kürt sorunun sivil çözümü üzerine doğru şeyler söylüyor. PKK sorununun çözümü içinse, anladığım kadarıyla “Eve Dönüş Yasası” nın daha cazip hale getirilip alt düzey kadrolara bir tür “örtülü af” çıkarılması, PKK lider kadrosunun Kuzey Avrupa’da sürgüne gönderilmesi gibi, Öcalan’ın teslim edilmesinden sonra gündeme gelip cesaret edilemeyen adımların bugün atılabileceğini ima ediyor. Nitekim “silahların bıraktırılması konusunda Öcalan’ın katkısı olabileceğini düşünüyorum” da diyebiliyor.Fakat aynı röportajda, isabetli bir biçimde Öcalan’ın PKK içindeki konumunu “manevi ve sembolik lider” olarak tanımlıyor. Peki o zaman PKK’nın Murat Karayılan, Duran Kalkan, Cemil Bayık, Mustafa Karasu gibi yaşlı yöneticileri nasıl ikna edilecek? Hatırlanacağı gibi itirafçı kadın doktor S.S. şu uyarıda bulunmuştu: “Bu kesimin, PKK içinde yaşama dışında hiçbir seçeneği yoktur. Türkiye içinde yapılacak hiçbir siyasi açılım, çözüm bu grubu ilgilendirmemektedir. Hatta Türkiye’de gelişen demokratik ortamı baltalamak bu grubun en önemli hedefleri arasındadır. Örgütün ortaya koyduğu temel siyasi hedefler kabul edilip örgütün legal bir duruma gelmesini dahi kabul etmezler. Ancak ve ancak Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürdistan adında bir devlet kurması ve başına da kendilerini getirmesiyle tatmin olabilirler.” Operasyon kaçınılmazSanıldığından ve umulduğundan daha zor bir süreçten geçiyoruz. Öneş’in ileri sürdüğü gibi “silahsız çözüm” şansı bulunsa bile, bu saatten sonra K. Irak’taki PKK varlığına karşı askeri operasyon düzenlememe ihtimalinin kaldığını sanmıyorum. Çünkü hükümet ve TSK, kendilerini, son Gabar ve Dağlıca saldırılarının hesabını sormak zorunda hissediyorlar. Aksi bir durumu Türk kamuoyuna izah edebilmeleri çok güç olur. Yine de PKK’ya yönelik misillemelerin ortamı daha da sertleştirip çözümü daha imkansız hale getirmemesi için dozajda ayarlama yapılabilir.İstihbarat paylaşımının başladığını Dışişleri Bakanı Ali Babacan açıkladı. Kürt liderler de “nötr” kalacaklarını resmen ilan ettiler. Şimdi geriye “nokta operasyonlar” ı kaldı. O aşamadan sonraysa, yeni siyasi açılımları bekleyeceğiz; dört gözle.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya davayı açar açmaz kamuoyunda Anayasa Mahkemesi’nin kesinlikle DTP’yi kapatacağına dair bir kanı oluştu. Öyle ki DTP’lilerin daha dava sonuçlanmadan partilerini feshedip yedekte bekleyen Özgür Toplum Partisi’ne (ÖTP) katılabileceğini düşünenler de var. Artık bütün tartışma DTP’nin kapatılacağı öngörüsünden hareketle yürüyor ve kapatmanın çözüm olmayacağı yorumları biraz daha fazla öne çıkıyor.AKP neden soğuk?Bu noktada AKP’nin tutumunu mercek altına almakta yarar var. Başbakan Erdoğan başta olmak üzere AKP çevreleri kapatma şıkkına pek sıcak bakmadıklarını gizlemiyorlar. Bunun kabaca dört nedeni var:1) Her ne kadar son dönemlerde lafı fazla edilmese de AB sürecinin sürmesi AKP için hayati öneme sahip. DTP’nin kapatılmasının, Türkiye’yi AB’de istemeyenlerin eline çok güçlü bir koz vermesinden kaygılanıyorlar.2) AKP Güneydoğu’da birçok seçim bölgesinde DTP’yi geçti. Şimdi yerel seçimlerde Diyarbakır, Batman gibi belediyeleri de almak için çalışıyorlar. Kendileri de FP’nin kapatılmasının doğrudan ürünü oldukları için, son açılan davasının bölge halkını DTP veya yerini alacak partiye sürüklemesinden endişeleniyorlar.3) AKP, DTP’den de fazla sayıda Kürt kökenli milletvekiline sahip ve bunlar da gerek kişisel nedenlerle, gerekse tabanlarıyla sorun yaşamamak için dikkatli davranıyorlar;4) AKP Hükümeti’nin inisiyatifi silaha değil de siyasete vermek istediği biliniyor. Hatta PKK sorununu çözmek için, Washington’ın da bilgi ve desteğiyle “kapsamlı bir program” üzerinde çalıştığı söyleniyor. DTP’nin kapatılması daha hayata geçirilemeden bu programı devre dışı bırakabilir.Siyasi bir davaYine de Anayasa Mahkemesi’nde DTP’yi kapatmak için gerekli olan yedi oyun çıkmama ihtimalini hiç yabana atmamak gerek. Kuşkusuz Başsavcı’nın iddianamesine, DTP’lilere yöneltilen suçlamalara, yasalar ve Anayasa’ya, daha önceki davalara baktığımızda hukuki açıdan kapatma kararı çıkmasının kuvvetle muhtemele, hatta kesin olduğunu görürüz. Ancak bu davada hukuk kadar, hatta belki de ondan daha fazla siyasi mülahazaların belirleyici olacağı ortada.Öncelikle bunun siyasi bir dava olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. DTP’nin, Öcalan’ın talimatlarıyla kurulduğu, PKK ile şu ya da bu şekilde ilişkisi olduğu başından beri biliniyordu. Yani tek belirleyici faktör hukuk olsaydı Başsavcı’nın daha kurulur kurulmaz dava açması gerekirdi. Ancak DTP, hatırlanacağı gibi PKK’nın iyi kötü sürdürdüğü “ateşkes” koşullarında kurulmuştu ve o dönemde partinin Öcalan ve PKK ile ilişkisine olumsuzdan çok olumlu bakılıyordu. Nitekim DTP’lilerin bağımsız olarak seçimlere girmesi ve TBMM’de grup kurmaları da bir riskten çok fırsat olarak görülüyordu. Ne zaman ki PKK terör eylemlerini tırmandırdı ve iç barışı ilk kez ciddi anlamda tehdit eder hale geldi, DTP de kapatılma potasına girdi. Özetle Gabar ve Dağlıca saldırıları yaşanmasa, tüm ülke sınırötesi harekâtı tartışıyor olmasa bu dava açılmayabilirdi.Haşim Kılıç’ın tutumuİkinci olarak, en son 367 olayında gördüğümüz gibi, Anayasa Mahkemesi kararlarını sadece ve sadece hukuka dayalı olarak vermiyor. Kaldı ki Mahkeme’nin tüm üyeleri, hatta yeni başkanı Haşim Kılıç hukukçu değil. Sonuç olarak DTP davasının kaderini, esas olarak terörle mücadele sürecinin gelişmesi belirleyeceğe benziyor. Burada Başkan Kılıç’ın tutum ve performansının da çok önemli olacağını ileri sürebiliriz. Gerek hükümet, gerek Çankaya ile birçok konuda belirgin bir uyum içinde olduğunu bildiğimiz Kılıç’ın bu odakların hassasiyetlerini kaale alması şaşırtıcı olmaz.Haşim Kılıç’ın bir diğer özelliği de genellikle parti kapatma kararlarında karşı oy kullanmış olması. Ancak bu tutumunun, günümüzü ilgilendiren iki istisnası var: Kendisi DEP ve HADEP’in kapatılmaları yönünde oy kullanmıştı.
Bugün yapılacak olan Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) kongresinin sonuçlarını merak eden var mı? Evet, partide ne zamandır kimin genel başkan olacağı tartışması sürüyor ama burda seçimi partinin kongre delegelerinin yapmayacağı çok açık. Her zaman olduğu gibi birtakım mekanizmalar işledi ve saptanan aday, yani Nurettin Demirtaş oyların çoğunu alıp seçilecek.Demirtaş son günlerde DTP çevrelerinde yıldızı parlayan biri, ancak genel kamuoyunda bilinen biri değil. Zaten ortada dolaşan diğer isimler de pek tanınmıyordu. Birikim ve meziyetlerinden ziyade hareket içindeki, birbirleriyle kıyasıya rekabet eden iktidar odaklarıyla olan ilişkileri sayesinde ön plana çıkan kişilerdi. Sonuçta genel başkanın Demirtaş, eşbaşkan da Emine Ayna olması çok da önemli değil. Zira ne Demirtaş, ne de Ayna’nın asla birer “lider” olamayacaklarını, parti içinde bir hakimiyet kuramayacaklarını ve muhtemelen kısa sürede yıpranıp yerlerini başkalarına bırakacaklarını kolaylıkla kestirebiliriz. Burada, başkan adaylarının siyasi kapasiteleri veya karizmaları değil DTP’nin bir türlü durmuş oturmuş bir parti olamaması, olacağa da benzememesi belirleyici rol oynuyor. PKK ile ilişkiÖrneğin DTP’liler PKK’nın terör eylemlerini yeniden tırmandırdığı dönemde sessiz, pasif ve etkisiz kaldılar. Şimdi PKK’ya karşı ciddi operasyonlar kapıda. DTP muhtemelen bu yeni süreçte çok gürültü çıkaracak, alabildiğine aktif olacak, ama yine etkisiz kalacaktır. Sorun bazılarının iddia ettiği gibi, DTP’nin PKK ile bir şekilde ilintili olmasından kaynaklanmıyor. Zaten PKK ile hiçbir bağı olmayan, hele ona açıkça karşı çıkan bir DTP’nin hiçbir anlamı da kalmazdı. Ancak DTP’liler PKK ile aralarına belli bir mesafe koymayı; bağımsız olmasa bile özerk olmayı ya istemiyorlar, ya da beceremiyorlar. Öte yandan İrlanda, Bask bölgesi gibi örneklere baktığımızda, buralardaki silahlı örgütlerle yasal ayrılıkçı partiler arasında, bizdeki gibi “efendi/köle” ilişkisini göremezsiniz. IRA ve ETA da sık sık yasal partileri ipotekleri altına almak istemiş ve yer yer almışlardır, ama buralardaki süreçlerin esas aktörleri yasal ayrılıkçı siyasetçiler olmuştur.Fırsat kaçırdılarSon olarak kaçırılan sekiz asker olayında, DTP’nin PKK üzerinde herhangi bir etkisi olmadığını, onun peşinden savrulduğunu bir kez daha net olarak gördük. DTP’liler daha baştan, askerlerin serbest bırakılmasını sağlayarak Türk kamuoyu nezdinde prestij kazanacaklarını sanarak büyük hata yaptılar. Nitekim gelişmeler, DTP’lilerin serbest bırakmada başrol oyuncusu değil figüran olduklarını gösterdi. Üstelik partinin PKK’nın güdümünde olduğunu düşünenler bu olayla haklı çıktıklarını ilan ettiler.Halbuki çok basit birkaç hareketle, örneğin masadaki Öcalan resmini kaldırtarak veya teslim tutanağı komikliğine izin vermeyerek, kendilerinin PKK’dan bir nebze olsun farklı olduklarını, olabildiklerini gösterebilirlerdi.Ne Demirtaş, ne de Ayna’nın DTP’yi yaşanan sürece damga vuracak bir parti yapabileceklerini ummak aşırı bir hayalcilik olur.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Washington’a çok geldi, ABD Başkanı George W. Bush ile çok görüştü ama bugün Beyaz Saray’da ikili arasındaki en ilginç ve en kritik buluşmanın gerçekleşeceği tartışılmaz. İlginç çünkü öncekilerin aksine bugün iki lider yalnızca bir konuyu görüşecek: PKK’nın son dönemde tırmanan eylemleri. Bir diğer ilginç yönse Başbakan’ın yanında ilk kez bir askerin, Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ergin Saygun’un bulunması.Kritik çünkü Türkiye çok hassas bir dönemden geçiyor. PKK saldırılarının iç barışı bozma ihtimali her zamankinden daha fazla. Kritik çünkü iki tarafın kaygı ve beklentileri arasında çok büyük farklar var. Türkiye artık ne yapıp edip PKK’nın kökünü kurutmak istiyor. Bunun için Washington’dan stratejik yardım bekliyor. İlk aşamadaysa örgütün Kuzey Irak’taki varlığının sonlandırılması için elinden geleni yapmasını istiyor. Dünyada El Kaide, Irak’ta direnişle uğraşan Bush yönetiminin öncelikleri arasındaysa PKK’nın yok edilmesi yok. Üstelik, Irak’ın “en güvenli” bölgesi olan Kuzey’in de karışmasından korkuyor. Bu nedenle Türkiye’nin kapsamlı bir sınır ötesi harekat düzenlemesinden ürküyor.Bugünkü buluşmanın anahtar kavramı “somut adımlar.” Washington’un yıllardır PKK ile mücadele konusunda, örgütün “ateşkes” ine bel bağlayıp kendilerini oyaladığını düşünen Ankara, “Hemen inandırıcı ve somut tedbirler alınmazsa durum değişir” diyor. Yani sınır ötesi kozunu ilk kez bu kadar güçlü ve inandırıcı bir şekilde kullanıyor.Bush yönetiminin işin vahametini kavramış olduğu tartışılmaz, ama ne yapmak istediği ve ne yapabileceği kuşkulu. Öte yandan Ankara’nın sınır ötesi konusundaki kararlılığı Amerikalıları ürkütüyor ürkütmesine de Washington’da “Bakmayın böyle dediklerine, gerçekten kararlı olsalardı çoktan girerlerdi” diyenler de yok değil.Bush ile Erdoğan’ın arasındaki en ciddi tartışmanın Irak Kürtleri konusunda çıkacağı muhakkak. Washington, Irak’taki en sadık müttefiki olan Kürtleri dışlayarak, hele onlara rağmen, onlara karşı adımlar atmak istemiyor. Ankara da, Irak Kürtlerinin PKK konusunda samimi olmadığını, olmasının da mümkün olmadığını düşünüyor. Amerikan Dışişleri’nin, sekiz askerin serbest bırakılmasını bir nevi Irak Kürtlerinin zaferi olarak göstermesi de AKP hükümetine pek inandırıcı gelmiyor.Burada bir parantez açıp askerlerin bırakılmasının Washington’da yarattığı dalgalanmadan söz etmek gerek. Erdoğan ve beraberindeki heyet Washington’a vardıktan kısa bir süre sonra sekiz askerin serbest bırakıldığı öğrenildi. Bu haber, Ankara’nın, ABD ve Irak yönetimleriyle Irak Kürtleri üzerindeki baskılarının sonuç vermeye başlaması olarak değerlendirildiği için heyete büyük moral aşıladı. Hatta Erdoğan’ın sabaha karşı (Türkiye’de Pazar günü öğle saatleri) bir basın toplantısı düzenlemesi bile düşünüldü ama son anda bundan vazgeçildi.Ancak serbest bırakmanın detayları netleştikçe, yani askerlerin Abdullah Öcalan posterleri önünde DTP’li milletvekilerine teslim edildikleri anlaşılınca işin rengi değişti. Özellikle DTP’nin dahil olmasının yarattığı rahatsızlığı Başbakan’ın bazı danışmalarının yüzlerinden okumak mümkündü.Yine de bugünkü buluşmanın, bazı PKK bürolarının kapatılması ve askerlerin bırakılması gibi “olumlu” adımların gölgesinde başlayacak olması hiç yoktan iyi. Ama bundan sonra ne olacağı, olabileceği epey tartışmalı. Bush muhtemelen Irak kaynaklı yeni PKK eylemlerinin engelleneceği yolunda teminatlar verecek, bu da Erdoğan ve yanındakilerini tam tatmin etmeyecektir. Bu noktada Amerikalıların, çapı ve süresi sınırlı bir operasyona yeşil ışık yakması ve hükümetin kamuoyu karşısında bir nebze rahatlamsına yardımcı olması mümkün gözüküyor.Sonuçta yeni bir PKK saldırısına kadar eski statükoya, yani PKK’nın “ateşkes” uyguladığı günlere döneceğe benziyoruz. Ama bu ne kadar sürer, yine belirsiz. Belli olan tek şey, kısa süre içinde yeni bir Dağlıca saldırısı olursa Türk-Amerikan ilişkilerini kimse tamir edemez.
Türkiye’nin en etkili cemaati Türk dünyası ve Avrasya’nın ardından Batı’ya açıldı. Cemaatin yeni hedefi Batı üzerinden İslam dünyasına ulaşmakFethullah Gülen cemaatinde 1980 ortalarına kadar Said Nursi’nin risaleleri, aylık Sızıntı dergisi ve Gülen’in “Abdülfettah Şahin” müstearıyla yayınlanan kitaplarından başka bir şey okunmazdı. Öyle ki cemaatin dersanelerine, “ışık evleri” ne başka yayınlar sokan öğrenciler cezalandırılırdı. Ve bir gün cemaat, bir grup İslamcı aydının çıkartmakta olduğu Zaman Gazetesi’ni satın aldı. Bu yeni gelişmeyi bir İslamcı bir aydın “önce kendi gazetelerini okurlar, sonra da başka gazeteleri okumaya başlarlar” diye yorumlamıştı ama benim aklım pek yatmamıştı.Cemaate bağlı Londra Diyalog Derneği’nin düzenlediği “Dönüşüm Geçiren ’İslam Dünyası’: Gülen Hareketinin Bu Sürece Katkıları” başlıklı konferans boyunca aklıma hep, ne zamandır Başbakan Erdoğan’ın yakın çevresinde olan o kişinin sözleri geldi. Kuşkusuz ne o, ne de ben yirmi yıl içinde bu hareketin alıp başını gideceğini, Türkiye’nin en büyük ve etkili İslami cemaati olacağını, önce Türk dünyasına, sonra Avrasya’ya ve nihayet Batı’ya açılıp kelimenin gerçek anlamıyla küreselleşeceğini kestirememiştik.Ancak üç gün boyunca Londra’da gördüklerim, onun tespitini tam anlamıyla doğruluyordu. O alabildiğine disiplinli, kapalı cemaat büyüyüp geliştikçe açılmak durumunda kalmıştı. Bu açılım iki yönlü: 1) Cemaat üyeleri dış dünyaya, kendilerinden olmayan kesimlere gidiyorlar, 2) Kendilerinden olmayan kesimlere kapılarını açıp kendilerini tanımalarını, anlamalarını istiyorlar.İçerden yapılan araştırmaBu noktada diyalog işlerini yürüten dernek veya vakıflarda, medya ve üniversitelerde görev yapan dil bilen, iyi eğitimli cemaat üyelerine büyük görev düşüyor. Dış dünyayla köprü görevi üstlenen bu kişilerin bir nevi “ikili hayat” yaşadıklarını söyleyebiliriz. Geçtiğimiz günlerde kendisiyle uzun bir röportaj yaptığımız Berna Turam “İslam ve Devlet Arasında” başlıklı kitabında dışa yönelik olarak alabildiğine “açık” ve “liberal” bir yaşantı süren cemaatin erkek üyelerinin nasıl “kapalı” ve “muhafazakar” aile yaşantıları olduğunu çarpıcı örneklerle anlatmıştı. Bu tür eleştirilerin artmasının da etkisiyle olsa gerek, son akşam Thames Nehri’ndeki tekne gezintisine organizasyonda rol alan bazı erkeklerin eşleri de katıldı.Konferansta cemaatin içinden yetişmiş bazı genç sosyal bilimcilerin Gülen ve hareketi üzerine çok sayıda araştırma yürüttüklerini, bunlarda özeleştirel boyutların yok denecek kadar az olduğunu ama akademik ölçütlere uygun olma kaygısının da öne çıktığını gördük. Yıllarca “ışık evi” diye bir şey olmadığını kanıtlamaya çalışan cemaatin şimdi “ışık evleri” nin sosyolojik boyutunu irdeleyen genç araştırmacıları teşvik etmesi ilginç. Ayrıca dışardan bazı araştırmacılar da cesaretlendiriliyor, en azından kapılar tam olarak kapatılmıyor. Hatta bunlardan birkaçının dile getirdiği bazı eleştiriler fazla kızgınlık da yaratmadı. Yine de bu açılımın daha ilk aşamalarındayız. Cemaatin tam olarak şeffaflaşabildiğini ve kısa sürede bunun gerçekleşebileceğini söylemek mümkün değil. Hedef İslam dünyası “Dönüşüm Geçiren ’İslam Dünyası’: Gülen Hareketinin Bu Sürece Katkıları” başlığı hiç de rasgele seçilmiş değil. Konferans boyunca gerek cemaat üyesi sosyaş bilimciler, gerekse yabancı tebliğciler dönüp dolaşıp şu formülü dile getirdiler: “11 Eylül (İngiltere için de 7 Temmuz) sonrası tüm dünya, buna bağlı olarak da İslam dünyası büyük bir dönüşüm geçiriyor. Bu dönüşümün teröre değil de evrensel barışa hizmet etmesi için İslam düşüncesinin yenilenmesi (tecdid), Batı’ya karşı düşmanca bakışın yerini diyalog ve işbirliğine bırakması, bütün bunların olabilmesi için de İslam dünyasında bir eğitim seferberliği olması gerekiyor. İşte Gülen hareketinin bunca yıllık deneyim ve birikimi tam da bu ihtiyaca cevap veriyor. Bu nedenle Batı bu hareketi destekleyip önünü açmalı, onun İslam yorumunun tüm İslam dünyasına egemen olması için katkıda bulunmalıdır.” Bu önermeler ilk bakışta çok iddialı görünebilir ama çok da uzun olmayan bir sürede dünyanın birçok noktasına girebilmiş olan Gülen hareketinin, Arap dünyası başta olmak üzere diğer Müslüman topluluklara açılımı da pekala mümkün olabilir. Fakat Batı’nın desteğini arkasına alabilse bile Gülen cemaatinin hem bu coğrafyayı yöneten otoriter veya totaliter rejimlerle, hem de bu toplumlarda iyice kök salmış olan radikal İslamcı hareketlerle başedebilmesi o kadar da kolay olmayacaktır.***Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.
Hükümet tezkereyi neden çıkarıyor? Gerçekten Kuzey Irak’a yönelik bir sınır ötesi harekatı mı arzuluyor? Yoksa tezkere sayesinde yeni terör eylemlerinin önünü almayı mı hesaplıyor?Bugüne kadar yapılan açıklamalar hükümetin hiç de böyle bir şeye hevesli olmadığı yolunda bize sayısız ipucu sunuyor. AKP’nin böyle bir arzusu olsaydı, son dönemde PKK’nın kentlerde (mesela Ankara Anafartalar Çarşısı bombası) veya kırsal alanda (mesela Tunceli Pülümür’deki jandarma karakolu baskını) gerçekleştirdiği saldırıları bahane edebilirdi. Dolayısıyla hükümetin, TBMM’den geçmiş bir tezkere ile yeni eylemleri engellemeyi umduğunu ileri sürebiliriz. Ancak bu hesabın ne kadar tutabileceği çok tartışmalı. Şöyle ki, Irak’ı kasıp kavuran iç savaştan olabildiğince az etkilenmenin nimetlerinden geniş bir şekilde faydalanan Kürtlerin, topraklarında Türk Ordusu’nu görmek istemeyeceği açıktır. Benzer bir şekilde, Irak bataklığında debelenip duran Amerikan ordusunun, durup dururken nispeten güvenlikli olan Kuzey’e müdahale etmek istemediği de aşikârdır. Evet, Barzani, Talabani ve Bush’un farklı nedenlerle sınır ötesine razı olmayacaklarını biliyoruz, ancak onların PKK eylemlerine istedikleri anda son verdirme gücü ve olanağına (ve hatta niyetine) sahip olup olmadıkları konusunda rivayet muhtelif. PKK eylemlerinin ardında, doğrudan Irak Kürtleri ve hatta ABD’nin bulunduğuna inananlar için tezkerenin caydırıcı bir rol oynayacağı açıktır. Ancak PKK’yı, bütün karışık ve karmaşık ilişkilerine, sızmalara ve yönlendirilmelere fazlasıyla müsait yapısına rağmen her şeyden önce kendi ayakları üzerinde duran bir örgüt olarak görenler de var. Ben de bunlardan biriyim ve tezkerenin PKK’yı zayıflatabilecek bir silah olabileceği gibi “bumerang” da olabileceğini; yani pekala geri tepebileceğini düşünüyorum. Yeni eylemler olabilirÇünkü PKK’nın son terör eylemleriyle Türkiye’yi Irak’a çekmek istediğini, böylece Kürt sorununu uluslararası platforma taşımayı hedeflediği kanısındayım. 15 askerin şehit edilmesine kısmi bir yer veren Batı basınının tezkere tartışmalarını çok yakından takip etmesi ve muhtemel bir sınırötesi operasyona alabildiğine geniş yer vereceğinin kesin olması PKK’nın pek de hayalci olmadığını gösteriyor. Eğer sınır ötesi harekat olursa, PKK’nın zaten pek kaale alınmayan terörist yüzünün iyice unutulacağını ve militanlarının birer “özgürlük savaşçısı” payesine çıkarılacağını, Türk Ordusu’nun da “işgalci” olarak resmedileceğini kestirmek herhalde kehanet olmaz. Buradan hareketle, PKK’nın, sınır ötesi harekatı iyice provoke etmek için, önümüzdeki günlerde yeni terör eylemleri düzenlemekten çekinmeyeceğini öngörebiliriz. Böylesi bir durumda, elinde hazır tezkere de olan hükümetin bu eylemlere anında cevap vermekten, yani Irak’a girmekten başka seçeneği olmayacağı da kesindir. PKK’nın da sınır ötesine karşı kendince hazırlıklar yaptığını kestirebiliriz. Örgütün özellikle büyük kentlerde sivillere yönelik “kör terör” eylemleriyle terörü tüm ülke çapında iyice yaygınlaştırıp tırmandırmak için elinden geleni yapacağı ortadadır. Çözüm içerde, ama zorBütün bu kâbus senaryolarından sonra “peki ne yapmalı?” sorusu üzerine birkaç şey söylemek kaçınılmaz. Öncelikle tezkerenin, yani sınırötesi operasyonun ne mutlak anlamda başarı, ne de başarısızlık anlamına gelmediğini kabul etmek; getirip götüreceklerini çok iyi hesaplamak şart. Bu hesapları sadece askeri açıdan yapmamak ve harekatın muhtemel siyasi, ekonomik ve sosyal sonuçlarının tahlillerini yapmak da bir başka zorunluluk.Her ne kadar PKK’yı birebir kontrol etmeseler/edemeseler de gerek Irak Kürtleri, gerekse Washington yönetimini, Ankara’nın niyetinin ciddi olduğuna inandırmak gerekiyor. Özellikle Irak Kürtleri, PKK’ya silah bıraktıramasalar bile belli bir süre eylem yapmamaları için nüfuzlarını kullanabilirler.Ama Türkiye çözümü esas olarak kendi topraklarında ve kendi içinde aramak durumundadır. Bu bağlamda, Başbakan Erdoğan’ın DTP’lilerin TBMM’den çıkarılmasının isteyenleri yüreklendirici son çıkışları krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Çünkü ortada DTP’den başka bir muhatap yok. Ancak DTP’den de pek umut yok. Hasip Kaplan gibi “makul” bilinen isimlerin bile yaptıkları sivri çıkışların da gösterdiği gibi DTP’lilerin bugünkü duruşları da çözümü iyice imkansızlaştırıyor.
Dün bir tesadüf eseri Cem Yılmaz ile karşılaştım. Beni görür görmez ağzından “mahalle baskısı” lafı dökülüverdi. Hemen ardından sorusunu patlattı: “Ne dersin abi, Türkiye Hollanda olur mu?” 22 yıllık gazetecilik hayatımda çok soru sordum ve çok soruya muhatap oldum. Cem Yılmaz’ınki kadar güzel, yürek ferahlatıcı bir soruyla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Çünkü İslami hareketler üzerine araştırmalara başladığım ilk günden itibaren sürekli olarak “Türkiye İran olur mu?” sorusuyla karşılaşıyor ve hep “Kesinlikle olmaz” cevabını veriyorum. Bunu sadece Türkiye’de çoğunluğun Sünni, İran’daysa Şii olması, bizde devlete itaat geleneğinin daha güçlü olması gibi gerekçelere bağlamıyorum. Türkiye’den ikinci bir İran çıkmasının önündeki en güçlü engel, bütün sorunlu yönlerine rağmen laik demokratik yapının ülkemizde iyice kurumsallaşmış olması.Son günlerde İran’ın yerini Malezya’nın almış olmasını da yadırgadığımı itiraf etmeliyim. Bir kere laik çevrelerin kesinlikle inandığı “ılımlı İslam” senaryolarının varlığından ciddi bir şekilde şüphe duyuyorum. 2.5 yıl geçirdiğim Washington’da Amerikan yönetiminin, bu türden arayışlardan vazgeçmiş olduğunu, Büyük Ortadoğu gibi projelerin çoktan rafa kaldırılmış olduğunu gözledim.Bununla birlikte, kendi yakın çevrem de dahil olmak üzere toplumun önemli bir bölümünün adım adım şeriat düzenine geçtiğimiz yolunda kaygıları olduğunu görüyorum. AKP iktidarının onların kaygılarını gidermeye yönelik çok ciddi, inandırıcı adımlar atmamasıysa toplumdaki yarılmayı daha da derinleştiriyor. Seviye yükseliyorHer ne kadar abartılı bulsam da bu kaygıları ele almak, derinlemesine incelemek ve tartışmak sorumlu bir gazeteciliğin gereğidir. Bu bakımdan Vatan’da yaptığımız altı gün “Türkiye Malezya olur mu?” başlıklı dizi geniş ilgi gördü ve insanların kafalarındaki birçok hayati sorunun tartışılması için bir zemin oluşturdu. Bize görüşlerini iletenlerin ezici bir çoğunluğu Türkiye’nin Malezya olacağına, hatta daha da beter bir duruma sürükleneceğine inanıyor. Bunların nerdeyse yarıdan fazlası kadın. Gelen mektuplardan, kaygı duyanların büyük kısmının 50’li yaşların üzerinde ve devlet memurluğundan emeklilerin olduğu anlaşılıyor.Vatan’da daha önce de hassas konularda başka interaktif yazı dizileri hazırlamış biri olarak, mektuplardaki seviyenin öncekilere oranla daha yüksek, bir diğer deyişle küfür ve hakaret dozunun çok az olduğunu görmek beni sevindirdi. Laiklik konusunda epey karamsar görüşlere sahip olan okurların bu derece serinkanlı bir üsluba sahip olabilmeleri, tartışmanın geleceği açısından umut verici.Öte yandan İslami kesimden az mektup gelmesi de çok anlamlı. Çok değil bir yıl önce benzer bir tartışma açmış olsaydık, sanıyorum, onların da laikliğe duyarlı kesimler kadar tartışmaya dahil olduklarını görürdük. Bu ilgisizlik, süregiden tartışmayı üstlerine almadıkları, yüzde 47 oyla istedikleri gibi davranma haklarına sahip olduklarını düşündükleri anlamına mı geliyor, yoksa bu tartışmanın gündemi fazla işgal etmesinden endişe mi duyuyorlar? Bu sorunun cevabı Türkiye’nin geleceğinde epey etkili olacağa benzer.Tekrar başa dönecek olursak: Türkiye’nin Malezya olacağını sanmıyorum. Fakat Hollanda olmamızın da, en azından şimdilik mümkün olmadığını biliyorum. Kısacası, biz biz olmaya devam edeceğe benzeriz.