Mahalle baskısı tartışmalarına katkıda bulunmak için bir anımı anlatmak, bunun için de, daha bu kavramın bilinmediği 1990’lı yılların başına, bundan en az 15 yıl önceye dönmek istiyorum. İstanbul Gümüşsuyu’nda bir arkadaşımızın evindeki bir partideydik. Ev sahibi ve konukların çoğunluğu Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi veya mezunuydu. Partinin en popüler ismi, yakın bir zamanda, o günlerin moda tabiriyle “hidayete ermiş” bir arkadaşımızdı. İslami hareketin yükselişinin yoğun bir şekilde gözlenip tartışıldığı o günlerde bu arkadaşımızın elinden geldiğince İslamiyetin gereklerini yerine getirmeye çalışması biraz hayret, biraz tepki, çokça da ilgi uyandırıyordu.Partinin bir anında, konuklardan biri, aldığı alkolün de etkisiyle “hidayete eren” kişinin yanına gitti ve ona “nasıl böyle bir şey yaparsın!” diye çıkıştı. Çok eski dost oldukları için önce şaka yapıyor sandık ama haddinden fazla ciddi ve öfkeli olduğunu anlamakta gecikmedik. İşin ilginci bir yandan “senden hiç beklemezdim” derken diğer yandan arkadaşımızın elindeki şarap kadehini gösterip arkadaşımızı “hem Müslümanım diyorsun, hem içki içiyorsun” diye eleştirmekten de geri kalmıyordu.Baktık iş kavgaya kadar gidiyor, mecburen olaya müdahil olduk. Saldırgan arkadaşıma insanların tercihlerinde özgür olduğunu, ayıp ettiğini söylediğimi hatırlıyorum. Herhalde beni de “hidayetin eşiğinde” görmüştür.Öbür mahalleye gelecek olursakBu olay “mahalle baskısı” nın sadece muhafazakâr kesimlerden kaynaklanmadığını her mahallenin farklı nedenler ve şekillerde olsa da kendi baskısını ürettiğini gösteriyor. Fakat ben bu anımı sadece bu gerçeği bir kez daha vurgulamak için anlatmadım. Çünkü bunun bir de devamı var. Hikayenin devamında, yine yolları Boğaziçi’nden geçmiş iki sosyal bilimci, Prof. Şerif Mardin ile Prof. Binnaz Toprak’ın önemli rolleri var.Bilindiği gibi Prof. Mardin “mahalle baskısı” kavramını gündemimize soktu ve mahalledeki muhafazakâr havanın “AKP’yi bile dövebileceğini” söyledi. Prof. Toprak ise İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener’le birlikte yaptığı araştırmada muhafazakâr çevrelerin, cemaatlerin ve yerel yöneticilerin Anadolu’da gençlere, kadınlara, Alevilere, kısacası “öteki”lere baskı uygulamakta olduğunu gösterdi.Girişteki olayın üç aktörüne dönecek olursak: Üçümüz de bugün üç ayrı gazetede köşe yazıyoruz ve doğal olarak “mahalle baskısı” tartışmaları sırasında da görüşlerimizi bildirdik. 15 yıl önceki kavgayı ayıranlardan biri olarak “Türkiye’nin yapısı, dinle ilişkileri ne olursa olsun insanların ‘öteki’ne hiç de iyi bakmadığını bize gösteriyor. Ülkedeki iktidar değişimlerine paralel olarak mazlumlar kolaylıkla zalime, zalimler de mazluma dönüşebiliyor” diyerek Prof. Mardin ve Prof. Toprak’ın önerme ve bulgularına katıldığımı söyledim.Sırf dine yöneldiği için kendi mahallesinden yoğun bir baskı görmüş olan arkadaşımızsa “Dindar muhafazakâr kesimin beklentisinin, hep onların karşılaştığı haksızlık ve baskılara karşı çıkmak, habire ve hep katı laiklik anlayışını sorun etmek olduğunu gayet iyi bilen biriyim. ‘Meselenin bir de bu yanı var’ dediğiniz an, ‘hiç beklemezdik!’, ‘aslına rücu etti’ tepkisi ile karşılaşabiliyorsunuz, ‘laik kesim’den gelen birinin hep özür dilemesi bekleniyor” diyerek muhafazakâr çevrelere, kendileri gibi olmayan kesimlere baskı kurmamaları çağrısında bulundu.Nereden nereye?Yaklaşık 15 yıl önce kendi cemaatinden ayrıldığını düşündüğü arkadaşını sert bir şekilde “uyarmış olan” kişiye gelelim. “Binnaz Toprak’ın son çıkışından sonra, Anadolu’daki dindar cemaat baskısını bir kez daha iliklerimizde hissettik. Ve düzenli olarak almamız gereken ‘devletten bağımsız cemaat korkusu’ dozunu bu kez Boğaziçi markası ve Radikal sponsorluğunda bilimsel olarak aldık” diyen bu arkadaşımız şöyle devam etti: “Beyaz Türk’lerin, 100 yıldır totaliter/otoriter bir devlete sırtlarını dayayarak yarattıkları zihinsel, vicdani kargaşanın, ve artık bu çağın taşıyamadığı iki yüzlülüklerinin bedelini karşı tarafa ödetmenin en kestirme yolu, sürekli ‘cemaatler savaşı’ yapmak, ya da bu savaşı hiç unutturmamak, hep gündemde tutmaktır.” Yani o tarihte muhalefette olan, dışlanan dindarların hak ve özgürlüklerine sahip çıkan biz ikimiz yaklaşık 15 yıl sonra “Beyaz Türk”lüğe terfi etmiş oluyoruz. Üçüncü arkadaşımızsa, tam da dindarların mazlumluktan iyice sıyrıldıkları bir dönemde “liberal demokratlık” payesine erişti. Allah kabul etsin!
Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin son sözlerini “yıllardır aynı şeyleri söylüyor zaten”, Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin ziyaretini de “bu tür gelişi gidişler çok oluyor zaten” diye önemsiz görmeye ve göstermeye çalışanlar olabilir. Ancak son gelişmeleri, içinden geçmekte olduğumuz sürecin verileriyle değerlendirdiğimizde PKK sorununda yepyeni bir aşamanın eşiğinde olduğumuzu pekâlâ söyleyebiliriz. Çünkü: 1) Obama’nın başkan seçilmesiyle Irak’taki Amerikan varlığının çok fazla sürmeyeceği tescillenmiş oldu. Iraklılar -buna Kürtler de dahil- bundan böyle komşularıyla ilişkilerini kendi başlarına düzenlemek zorunda olduklarını biliyorlar. Yıllardır Irak topraklarını üs olarak kullanan İranlı rejim muhalifi Halkın Mücahitleri’ne kapıyı gösteren Iraklılar’ın PKK’yı tolere etmeyi sürdürerek Türkiye’yi alenen karşılarına almaları beklenemez. Kürdü, Şiisi ve Sünnisiyle tüm Iraklılar Türkiye ile ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirmeye mecburlar. Bunun önündeki en büyük engelin topraklarındaki PKK varlığı olduğunu biliyor ve artık bu işi noktalamak istiyorlar. 2) Hükümet uzun bir süredir PKK’yı devre dışı bırakmak, bunun için Irak Kürtleri’nden istifade etmek istiyordu ancak TSK’nın önüne çıkardığı “kırmızı çizgiler” nedeniyle istediği gibi hareket edemiyordu. Fakat Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte çok ciddi bir değişim yaşandı. Org. Başbuğ, Irak Kürtleri’ni neredeyse PKK’dan daha tehlikeli görme anlayışını terk etti ve hükümetin Kürt yönetimiyle görüşmelerine “yeşil” olmasa da “sarı” ışık yaktı. Öyle ki hükümetle asker arasında terörle mücadelede son dönemde varılan mutabakatın en temel ayaklarından birinin Irak Kürtleriyle ilişkiler olduğunu söyleyebiliriz. Zorla mı, gönüllü mü?Öncelikle şu soruya cevap vermek gerekiyor: PKK zorla mı tasfiye edilecek, yoksa kendi rızasıyla silah mı bırakacak? Talabani, Irak Kürtleri’nin PKK ile savaşmasının asla söz konusu olmayacağını bir kez daha açık açık vurguladı. Onların aktif katılım ve desteği olmadan Türkiye’nin örgütü Kuzey Irak’tan kazıyabilmesi çok gerçekçi değil. Talabani’yi dinlediğimizde, Irak Kürtleri’nin bütün enerjilerini PKK’yı silah bırakmaya ikna etmeye sarf edeceklerini anlayabiliyoruz. Bunun yolu da hiç kuşkusuz silah bırakmayı örgüt için cazip kılmaktan geçiyor. Peki bu cazibe nasıl sağlanabilir?İlk akla gelenleri sayalım: Alt düzey militanlara af (Talabani de açık bir şekilde militanların “evlerine dönmesi”nden bahsediyor suçları neyse onun cezasını -belki belli indirimlerin ardından -çekmelerini telaffuz etmiyor) üst düzey yöneticiler için sürgün benzeri bir formül Kürtlere yasal siyaset imkanlarının sonuna kadar sunulması buna bağlı olarak Kürt sorununun çözümü noktasında reformlara hız verilmesi... Öcalan’ın geleceği konusu da en yakıcı sorun olarak dile bile getirilemiyor.Fakat Başbakan Erdoğan ise zaten yıllar önce “Eve Dönüş Yasası” çıkartmış olduklarını söylemekten öteye gitmiyor. Org. Başbuğ’un da buna ek olarak af çağrışımı yapabilecek herhangi bir yeni yasaya hiçbir şekilde sıcak bakmadığını biliyoruz. Halbuki “Eve Dönüş Yasası” kimsenin eve dönmesine kapı aralayamamış bir “Pişmanlık Yasası”ndan başka bir şey değildi.Görüldüğü gibi, çözüm tartıştığımızda hep aynı kısır döngünün içine yuvarlanıyoruz. Çünkü Türk devlet geleneğinde, bildiğim kadarıyla “pes etme” (günümüz için tercüme edersek “teröristle müzakere”) intibaı yaratacak herhangi bir örnek yok. Peki bugün bu döngüyü kırma ihtimali var mı? Bence var. Daha önce de yazmış olduğum gibi, yine aynı tarihe baktığımızda, devletin en beklenmedik anlarda alabildiğine gerçekçi davranabildiğini, kendi içinden çıkan ayaklanmaların sorumlularını kolaylıkla affedebildiğini, hatta bazı durumlarda bunları mevcut sisteme dahil etmekten çekinmediğini görüyoruz. Prof. Metin Heper’in “Devlet ve Kürtler” kitabında bu konuda birçok örnek bulabiliriz.
Yine “mahalle baskısı” tartışacağız. Tartışalım çünkü Prof. Şerif Mardin’in gündemimize soktuğu bu kavram ülkemizi, sorun ve sıkıntılarımızı anlamamız ve eğer istersek, bunları çözmemiz için çok uygun. Kaldı ki bu kavram 183 sayfalık “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” adlı bir araştırma raporu üzerinden gündelik hayatta da teyit edilmiş durumda. Birileri metot tartışmalarıyla karalamaya, değersizleştirmeye uğraşsa da gençlerin, kadınların, Alevilerin ve yaşadıkları toplumda kendilerini azınlıkta hisseden diğer insanların anlattığı onlarca baskı ve ayrımcılık öyküsü nasıl bir ülkede yaşadığımızı bizlere gösteriyor. “Mahalle baskısı” tartışmalarında şu ana kadar öne çıkan saflaşmaları şöyle özetleyebiliriz:“Tabii ki var” diyenlerMuhafazakâr kesimlerden kaynaklanan baskı saptaması en çok “laikliğe duyarlı kesimler” diye tanımlayabileceğimiz çevreler tarafından benimsendi. Yıllardır dile getirdikleri “şeriat tehditi”nin bu kavramsallaştırmayla onaylanmış olduğunu savundular. Hatta Prof. Mardin’i, son araştırmayı yöneten Prof. Binnaz Toprak’ı ve benim gibi yıllardır “şeriat tehdidi” kampanyalarına kulak asmayıp İslami camiayı anlamaya çalışan buradan hareketle yeni bir “bir arada yaşama” hukuku ve kültürü arayışında olanları “gördünüz mü, sonunda bizimle buluştunuz” demeye kadar vardırdılar.“Tabii ki yok” diyenler“Mahalle baskısı” kavramını Türkiye’deki İslami canlanmanın önünü kesmek için türetilmiş bir “psikolojik savaş” aracı olarak görenler de oldu. Bu yaklaşım sahiplerinin kimisi, münferit olaylar sayılmazsa, dindar kesimlerin kesinlikle kendilerinden olmayanlara karşı herhangi bir sistematik baskı uygulamadığını söylüyorlar. Bir diğer grupsa anlatılan birçok örneği baskı olarak değil de “İslami tebliğ” olarak görüyor ve göstermek istiyor.“Tabii ki var ama...” diyenlerBu öbektekileri de iki grupta inceleyebiliriz. İlk olarak, Türkiye’nin temel önceliğinin devletten, hatta devletin içinde de ordunun başını çektiği Kemalist kurumlardan geldiğini “mahalle baskısı” nın öne çıkartılmasının hedef saptırmak anlamına gelip demokrasiyi zayıflatırken demokrasi dışı odakları güçlendireceğini savunanlar karşımıza çıkıyor. İkinci olarak, “mahalle baskısı”nın sadece dindarlardan kaynaklanmadığını, onlara yönelik baskıların da söz konusu olduğunu vurgulayanlar, ki yıllardır süren başörtüsü yasağı ve sorunu nedeniyle, dindarlar üzerindeki baskının daha önemli olduğunu savunanların sayısı hayli fazla. Hatta bunların arasında, “mahalle baskısı” kavramının dindarlar üzerindeki baskıyı meşrulaştırmak için kullanıldığını ileri sürenler de mevcut.Benim yerim“Senin yerin neresi?” diye sorulacak olursa, cevabım “Bunların hiçbiri” olacaktır. Bir kere “mahalle baskısı”nın olduğuna, sırf Prof. Mardin’le bu röportajı yapmış olduğum için değil, yıllardır Anadolu’yu gezen ve azınlıktaki vatandaşların çektiği sıkıntılara bizzat tanıklık eden bir gazeteci olarak hiç tereddütsüz inanıyorum. Ama bunun bir “şeriat düzeni”ne kapı araladığını hiç düşünmedim, bundan sonra da aralayacağını sanmıyorum. “Bırakın mahalleyi, Genelkurmay’a bakın” diyenlere, nafile bir şekilde “Siz de biraz çevrenize, topluma baksanız hiç fena olmaz” denebilir ancak. Zira yıllarını devlet kaynaklı baskıları teşhir ve bunlarla mücadele etmeye adamış kişileri, sinik bir şekilde “askerin oyuncağı” olmakla suçlayabilenler için yapacak fazla bir şey yok.Yıllar boyunca, içinde yer aldıkları çevrelerin bütün uyarı, itiraz ve baskılarına rağmen dindarlara “umacı” olarak bakmayan, onları ve dertlerini, sorunlarını anlamaya çalışan, bunların çözümü için gayret gösteren bazı isimlerin bugün, dindarların kendileri gibi olmayanlar üzerinde doğrudan ve/veya dolaylı baskı uyguladıklarını bunları belli bir iktidara sahip olmalarıyla daha da artırdıklarını ileri sürmelerini kimisi “döneklik”, kimisi de “sonunda gerçeği görmek” olarak adlandırıyor ki hiçbiri haklı değil.Türkiye’nin yapısı, dinle ilişkileri ne olursa olsun insanların “öteki”ne hiç de iyi bakmadığını bize gösteriyor. Ülkedeki iktidar değişimlerine paralel olarak mazlumlar kolaylıkla zalime, zalimler de mazluma dönüşebiliyor.Bundan 18 yıl önce, Türkiye’deki İslami oluşumları anlattığım ilk kitabım “Ayet ve Slogan”ın girişine İsmet Özel’in şu dizelerini koymuştum: “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.” Değişen hiç ama hiçbir şey yok. Şahsen her taraftan gelen baskılara karşı çıkmak, kim olursa olsun baskıya maruz kalanlarla dayanışma içinde olmak gerektiğine inanıyorum.
Önümüzdeki yerel seçimlerde hiçbir rakibinin AKP’nin birinciliğini engellemesi mümkün gözükmüyor. Yine de iktidar partisinin seçimlere çok rahat ve emin girdiğini söyleyemeyiz. Belediye başkan adaylarının gecikmeli bir şekilde ve azar azar açıklanıyor olması, esas olarak aday belirleme sürecinin uzun ve karmaşık olmasına bağlanabilir ancak olayın bir de iktidar partisinin kendisine tam olarak güvenememesi boyutu olduğu da ortada.AKP ve lideri Erdoğan’ı en çok tedirgin eden husus, her ne kadar açıkça kabul edilmese de Türkiye’nin ekonomik krize girmiş olması ve bunun özellikle 2009’un ilk çeyreğinde çok daha şiddetlenme riskinin hayli yüksek olması. Krizin etkilerini gündelik hayatta hemen göstermesi halinde seçmenin tercihlerinin de değişme ihtimali AKP’lileri çok ürkütüyor. Krize ek olarak, Temmuz 2007 seçimlerinde yüzde 47’e yaklaşmış olan AKP’nin, terör, kapatma davası gibi ciddi sorunların da etkisiyle, yaklaşık bir buçuk yıldır dikkate değer siyasi gelişme ve açılıma imza atmamış, atamamış olmasının sonuçlarının da sandığa yansıyacağı söylenebilir.Yerel seçimlerde AKP birçok eşiği birden aşmak zorunda kalacak ki bunlardan herhangi birinde tökezlemesi durumunda iktidar partisinin “inişe geçtiği” yorumları dillendirilecektir. Bu eşikleri teker teker ele almaya çalışalım:1)Yüzde 41.6 eşiği: AKP beş yıl önceki yerel seçimlerde, genel seçimlere göre oylarını 7 puan artırarak yüzde 41.6 oy almış ve birinci parti olmuştu. Bunun altına düşülmesi AKP için kesinlikle bir başarısızlık ve gerileme olarak nitelenecektir. Zaten AKP’nin ağır topları da eşik olarak “yüzde 40” ı telaffuz ettiler.2) Yüzde 46,5 eşiği: Birçoklarına göreyse kıyaslamayı Temmuz 2007 Genel Seçimleri ile yapmak gerekiyor. Buna üç gerekçe gösteriyorlar: Aradan çok da fazla zamanın geçmemiş olması iktidardaki partinin yerel seçimlerde genellikle oylarını artırmış olması ve AKP’nin geleneksel olarak yerel yönetimlerde daha iddialı olması. AKP’nin bu eşiği aşması kimilerine göre zor, hatta imkansız. Ancak aşarsa, hele yüzde 50’lere ulaşırsa iktidar partisinin çok açık bir zaferinden söz etmek gerekecek.3) Yeni belediyeler kazanma eşiği: Oy oranı ne olursa olsun AKP’nin yeni belediye başkanlıkları kazanıp kazanmayacağı kazanacaksa bunların hangileri olacağı da önemli bir gösterge olacak. Hedefte CHP’nin elindeki İzmir, Mersin ve Trabzon DSP’nin elindeki Eskişehir ve Ordu DTP’nin elindeki Diyarbakır ve Batman var. Bunlara İstanbul’da Şişli, Kadıköy, Bakırköy, Beşiktaş Ankara’da Çankaya gibi büyük ilçeleri de ekleyebiliriz. 4) Varolan belediyeleri koruma eşiği: AKP yeni belediye başkanlıkları kazanmak kadar elindekileri de korumak zorunda. Tabii ilk olarak akla İstanbul ve Ankara geliyor. İstanbul’da Kadir Topbaş’ın kesinleşmiş olması, AKP’nin burada kendine güvendiğinin işareti olarak görülebilir ancak Ankara’da Melih Gökçek’in durumunun belirsizliğini sürdürmesi, Murat Karayalçın’dan çekinildiği yorumlarına neden oluyor. Adana’da Aytaç Durak’ın istifasının AKP’ye etkileri hakkında birbirinden farklı yorumlar yapılırken Antalya’da Menderes Türel’in yeniden seçilip seçilmeyeceği merakla bekleniyor. Bu arada DTP’nin, AKP’nin elindeki Van ve Siirt’e göz diktiği biliniyor. 5) Kürt sorunu eşiği: Bu noktada, bu yerel seçimlerin kalbinin ağırlıkla Güneydoğu’da atacağını söyleyebiliriz. Başbakan Erdoğan belli bir süredir Kürt sorununun çözümünü yerel seçimlerinden başarılı çıkmaya endekslemiş durumda. AKP, çoktan seçim kampanyasına başlamış olan DTP’nin “kimlik sorunu” nu öne çıkartmasından hareketle, “hizmet” ve “vaat” ağırlıklı bir kampanya yapmak iddiasında. Fakat Erdoğan DTP ile sert siyasi polemiklere girmekten çekinmiyor, hatta yer yer bunu kışkırttığını da söyleyebiliriz. Sonuç olarak Güneydoğu’da elde edeceği sonuç iktidar partisinin, dolayısıyla Türkiye’nin yakın geleceğinde çok belirleyici olacak.
Hükümetin Alevi açılımının ilk adımı dün İstanbul’da, Başbakan Erdoğan’ın Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde gerçekleşti. Erdoğan’ın daveti üzerine Cem Vakfı Başkanı Prof. İzzettin Doğan buluşmaya Alevi Vakıfları Federasyonu’ndan üç arkadaşıyla birlikte geldi. Başbakan Erdoğan’a ise, Devlet Bakanları M. Said Yazıcıoğlu ve Mehmet Aydın ile AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu eşlik etti.“Yaklaşık iki saat, son derece uygar ve demokratik bir görüşme gerçekleştirdik. Bütün konuları açıkyüreklilikle, birer akademisyen gibi tartıştık” diyen Prof. Doğan’ın aktarımına göre hükümet kanadından en çok Bakan Yazıcıoğlu konuşmuş, Erdoğan ise genellikle dinlemiş ve yer yer araya girmiş. Prof. Doğan’la konuştuktan sonra, görüşmede en çok öne çıkan konuların şunlar olduğu sonucuna vardım:1) Aleviliği gerçek manada kim ya da kimler temsil ediyor?2) Aleviler içindeki görüş farklılıkları hükümetin açılımı önünde engel oluşturur mu?3) Cemevleri camiye alternatif olarak gösterilmek istenir mi?“Korkmayın, biz varız” Prof. Doğan, hükümet yetkililerine endişe edilecek bir şey olmadığını zira Türkiye’deki Aleviliğin yüzde 98’ini kendilerinin temsil ettiğini Aleviliği İslam dışı göstermek isteyenlerin “birkaç kişi” olduğunu Ankara’daki mitingin yüzde 80’ini “Kürt kardeşlerin” oluşturduğunu, geri kalanlarınsa “iyi niyetli Aleviler” olduğunu bir daha miting düzenlense bu kalabalığı toplayamayacaklarını kendilerinin Aleviliği tabii ki İslam içinde gördüklerini cemevleri ile cami arasında kesinlikle bir çatışma/çekişme yaşanmayacağını anlattıklarını söyledi. Peki Başbakan ve yanındakiler bu anlatılanlardan ikna oldular mı? Prof. Doğan bu kanıda. Örneğin Devlet Bakanı Yazıcıoğlu’nun görüşmenin sonunda “artık sorunun çok daha kolay çözülebileceğini düşünüyorum” dediğini aktarıyor.Aynı soruyu AKP’nin Alevi kökenli milletvekili Çamuroğlu’na da yönelttim, “her anlamda verimli bir görüşme oldu. Açılımın önü açıldı. Bundan sonra daha etkili adımlar atabiliriz” cevabı verdi.Peki bu adımlar ne olabilir? Prof. Doğan ana tartışma konularından birinin Alevi vatandaşlara hizmet veren din görevlilerinin maaşlarının devlet tarafından ödenmesi olduğunu bu konunun yasal bir çerçeve içinde çözümünün şart olduğunda ısrar ettiklerini anlattı. Ancak Alevilerin devlet içinde temsilinin Diyanet içinde mi, Kültür Bakanlığı veya Başbakanlık çatısı altında mı olması gerektiğ konusu görüşmede gündeme gelmemiş.Prof. Doğan’a göre hükümet Alevilerin taleplerini hayli ciddiye alıyor ancak seçime kadarki süreçte “yanlış anlaşılır” diye somut adım atmayacak seçim sonrasını bekleyecek. Ne var ki Çamuroğlu, bu noktada bir yanlış anlama olma ihtimaline dikkat çekiyor. Ona göre Erdoğan, Prof. Doğan’a bir sonraki görüşmelerini, yoğunluğu nedeniyle ancak seçim sonrası yapabileceğini söylemiş. Çamuroğlu, seçime kadar, özellikle Muharrem ayında birçok adımın atılmasının söz konusu olduğunu da ekliyor.Diğer Aleviler ne olacak?AKP’nin Alevi sorununu bütün yönleriyle tanımlamak ve çözüm önerilerini tartışmak için, tüm kesimlerin katılacağı bir çalıştay (workshop) düzenlemek istediğini biliyoruz. Prof. Doğan görüşmede bu konunun gündeme gelmediğini, zaten kendilerinin 28 Aralık’ta benzer bir buluşma gerçekleştireceklerini söylüyor. Ancak onun düzenleyeceği toplantıya Ankara mitingini düzenleyen Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonu başta olmak üzere diğer Alevi kuruluş ve çevrelerinin davet edilip edilmeyecekleri, edilseler bile katılacakları hayli şüpheli.İşin garip tarafı, hükümet Alevi sorununu 9 Kasım’daki mitingten bir gün sonraki Bakanlar Kurulu’nda ele aldı ve bir açılım için start verdi. Prof. Doğan ve arkadaşlarıysa başından itibaren bu mitinge karşı çıkmış, Alevileri provokasyon olacağı gerekçesiyle mitinge katılmamaya çağırmışlardı. Bu nedenle, Başbakan’ın ilk olarak Prof. Doğan ile görüşmesinin sorunun çözümünü kolaylaştıracağı pek söylenemez. Şimdi soru şu: Erdoğan diğer Alevi kuruluşlarının temsilcileriyle de buluşmak isteyecek mi? İstese, o kişiler bu daveti kabul edecek mi? Etseler, dünkü gibi “samimi ve verimli” bir buluşma gerçekleşecek mi?Alevi hareketinin “sol” kanadında yer alan kişi ve kuruluşların, Erdoğan-Doğan görüşmesini, “AKP-sağcı Alevi ittifakı” olarak niteleyip hükümetin yapmayı düşündüğü açılıma destek vermeyeceğini düşünebiliriz. Bu düşüncemi aktardığım Reha Çamuroğlu “Zaten söz konusu arkadaşların açılımı sekteye uğratma tavırlarını gözlemliyoruz. Örneğin talepleri karşılanamaz hale getirmek için sürekli değiştiriyorlar” diyor. Sonuçta dünkü buluşma, hükümetin Alevi açılımının startı olabileceği gibi pekala bir “faux depart” da (Atletizm yarışlarında hatalı çıkış) olabilir.
Son günlerde siyasi hayatımızı şu üç konu etrafındaki tartışmalar belirliyor: 1) CHP’nin çarşaf-şalvar açılımı2) Önce MHP’nin, ardından AKP’nin Alevi açılımı3) AKP’nin, daha doğrusu Başbakan Erdoğan’ın Kürt ricatı, yani geri çekilmesi veya açılmak yerine bu konuda kapanması.Her üç partinin şu günlerde Türkiye’nin bu üç temel sorunu (Kürt, Alevi ve laiklik) noktasında açılması veya kapanmasının muhakkak yaklaşan yerel seçimlerle bir ilintisi var. Partiler kendilerine uzak kesimlere açılır veya daha fazla kapanırken kuşkusuz fazladan alabilecekleri oylar kadar kaybedecekleri seçmenleri de hesaba katıyorlar. Örneğin AKP hükümetinin, yarattığı bütün beklentilere rağmen Alevi açılımında bir türlü somut adımlar atamamasının esas nedeni, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” yani Alevi oyu almayı hesaplarken muhafazakâr Sünni kesimleri ürkütme kaygısıdır.Bu noktada “Erdoğan neden CHP Lideri Baykal kadar rahat hareket edemiyor?” sorusu akla gelebilir. Galiba Baykal, laikliğe duyarlı seçmenin, kendi çarşaf açılımına ne kadar kızarsa kızsın CHP’ye oy vermeye mahkum olduğunu, zira aynı kampta oy verilebilecek güçlü başka partiler bulunmadığını düşünüyor. Halbuki AKP yöneticileri aynı ölçüde rahat değiller partilerinden kaçabilecek muhafazakâr Sünni seçmen için MHP’nin pekala bir alternatif olabileceğini düşünüyorlar.Onların kaygılarının, MHP Lideri Bahçeli’nin son Alevi açılımdan sonra mesnetsiz olduğunu düşünüyorum. Bu görüşümü geçen Salı günü bazı AKP milletvekillerine söylediğimde kendilerinin MHP’yi Alevi sorununda samimi bulmadıklarını, hatta bu partiye fazlasıyla şüpheyle baktıklarını gözledim. Geçen türban düzenlemesinde MHP’nin kendilerine bir “tuzak” kurmuş olduğuna inanıyor Alevi konusunda da benzer bir strateji izlediğini düşünüyor olmalılar. Hem kızgın, hem memnunAKP, CHP ve MHP’nin Kürt, laiklik ve Alevi sorunları konusunda geliştirdikleri son politikaların samimiyetini bir kenara bırakıp, farklı kesimlerin ve bazı kanaat önderlerinin bu partilere bakışlarını sorgulamak daha ilginç olabilir. Öncelikle kendilerini “demokrat” ve/veya “liberal” olarak tanımlayan bazı aydınları AKP’ye ve özellikle de Erdoğan’a yönelik son dönemde tırmanan eleştirilerini ele alacak olursak bazılarının iddia ettiği gibi, bu çıkışların Başbakan’ı fazla etkilemediğini hiç sanmıyorum. AKP Liderinin bu eleştirilerden kısmen rahatsız, kısmen de memnun olduğunu tahmin edebiliriz. Rahatsızdır çünkü Erdoğan, doğrudan kendisini hedef alan açık ve sert eleştirileri fazla tolere edebilen bir siyasetçi değil. Rahatsızdır çünkü bu aydınların gerek AKP tabanı, gerekse iktidar partisinin iyi ilişkiler içinde olmak istediği dış odaklar nezdinde epey itibarları olduğunu çok iyi biliyor. Nitekim Türk basınında çıkan Erdoğan eleştirileri, kısa sürede, belki daha da keskin bir şekilde Batı basınına da taştı.Rahatsızdır çünkü eleştiriler daha çok Kürt sorununda odaklanıyor ve Başbakan yerel seçimlerde en fazla Güneydoğu’yu önemsiyor. Öte yandan Erdoğan’ın bu eleştirilerden memnun olduğunu da söyleyebiliriz çünkü bu sayede, son dönemlerde kendisine kuşkuyla bakmakta olan milliyetçi duyarlığa sahip bazı kişi ve çevreler nezdindeki imajı yeniden parlıyor. Memnundur çünkü “entellerin” hoşlanmadığı siyasetçi imajı sayeinde seçim kampanyasında daha rahat popülüzim yapabilir.Baykal’la flörtBaykal’ın son açılımları hakkındaysa, genellikle gözden kaçmakta olan bir boyutun altını çizmek istiyorum. Bilindiği gibi, bazı muhafazakâr kişi ve çevreler Baykal’ı aşırı ölçüde destekliyor ve kimi CHP milletvekilleri de bunu sadece, Baykal’ın tesettürü meşrulaştırması ve tek parti dönemini tartışmaya açmasına bağlıyorlar. Halbuki bu kesimlerin Baykal’ı coşkuyla alkışlamalarının ardında sadece ideolojik motivasyonlar yatmıyor, işin içinde bazı siyasi hesaplar da var. Baykal’ın, samimiyeti hayli şüpheli şu birkaç adımla çok sayıda Sünni muhafazakâr oy olması tabii ki pek mümkün gözükmüyor. Fakat bazı örgütlü İslami yapılar, Baykal kozunu oynayarak AKP ile pazarlığa oturabilir veya zaten masadalarsa, ondan daha fazla taviz koparabilirler. Bu noktada “liberal” aydınların eleştirilerini hatılayalım: Reformlara bariz bir şekilde ara vermiş, Kürt sorununda TSK ile kapsamlı bir mutabakat içinde olan AKP ve Erdoğan kimi İslami grup, cemaat ve aydınlara eskisi kadar güven vermiyor, onları artık fazla heyecanlandırmıyor. Kuşkusuz AKP’nin alternatifi olarak CHP’yi görmeleri pek inandırıcı olmaz, ancak Baykal ile flörtleşmelerinin Erdoğan’ın pek hoşuna gitmediğini kestirebiliriz.
AKP hükümeti Alevi açılımını resmen başlattı. Bugün Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu ile AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu bir araya gelip bu sürecin “yol haritası” nı çıkartacaklar. Tüm siyasi partiler ve Alevi kuruluşları başta olmak üzere en geniş toplum kesimlerini bir tartışma zeminine çekmeye çalışacaklar. Ancak işleri çok zor gözüküyor, çünkü gerek Alevi sorununun tanımlanması, gerekse çözüm önerileri noktasında hem AKP içinde, hem dışında ciddi görüş ve yaklaşım farklılıkları mevcut. Sürecin ilk günlerinde üç temel tartışma konusu öne çıkıyor:1) Alevilerin devlet içinde temsiliAlevi kuruluşları Diyanet bünyesinde veya yeni oluşturulacak bir birimin çatısı altında devlet içinde temsil edilmeleri konusunda kabaca ikiye ayrılmış durumdalar. Bazıları “evet mutlaka bizler de temsil edilmeliyiz” derken, geri kalanlar da bu türden temsile, devletin kontrolü altına girmeye yol açacağı iddiasıyla karşı çıkıyorlar.AKP ise, tabanından gelen “ne gereği var?” türü itirazlara kulak asmayıp Alevilerle ilgilenecek bir birime sıcak bakma noktasına geldi. Fakat bunun nasıl bir birim olacağı, daha önemlisi nerede inşa edileceği konusunda tam bir belirsizlik söz konusu. İlk seçenek Diyanet içinde Alevilerle ilgili bir daire açılması ki buna bu kurumun yöneticileri başta olmak üzere çok kişi itiraz ediyor. İkinci öneri, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde yepyeni bir kurum oluşturulması. Önceki gün Bakan Ertuğrul Günay ile sohbetimizde, kendisi açık ve net bir şekilde gündemlerinde bu konunun bulunmadığını zaten bunun iyi bir fikir de olmadığını en ideal çözümün Diyanet içinde aranması gerektiğini söyledi.Geriye Başbakanlık bünyesinde, tıpkı Diyanet gibi bir Alevi kurumlaşmasına gitme seçeneği kalıyor ki bu ister istemez “Alevi Diyaneti” olarak anılacaktır. Bu nedenle pek arzulanmıyor.2) Cemevlerinin statüsüHükümet tereddütlerinden arınmaya ve cemevlerine yasal bir statü vermeye hazır. Ancak bu statünün ne olacağı konusunda da belirsizlik hakim. Aleviler cemevlerinin, tıpkı camiler gibi “ibadethane” olarak tanımlanmasını talep ediyorlar. Hükümetse, caminin karşısına cemevi çıkarılacağı endişesi taşıyan muhafazakâr Sünni çevreleri yatıştırmak için, buraları birer “kültürevi” olarak tanımaya eğilimli. Sadece kavramlar etrafında cereyan ediyor gibi görünse de statü tartışması sembolik olmanın ötesinde, çok derin anlamlar içeriyor. 3) Dedelere maaş bağlanmasıHükümet cemevlerinde görev yapacak dedelere ve diğer kişilere maaş bağlamaya hazır, fakat bu noktada da üç pürüz çıkıyor: a) Birinci maddede ele aldığımız gibi cemevleri personelinin bağlı olacağı kurum konusunda belirsizlik sürüyorb) Cemevlerinde görev yapacak kişilerin hangi esaslara göre ve kimler tarafından belirleneceği belli değil. Ayrıca bu kişilerin nerede, kimler tarafından ve hangi esaslara göre yetiştirilecekleri de şu an için bir soru işaretic) Etkili birçok Alevi kuruluşu, dedelerin maaşının devlet tarafından ödenmesine kesin bir dille karşı çıkıyor ve para kabul edecek kişileri dışlayacaklarını söylüyorlar. Bu arada cemevlerinin elektrik, su paralarının, tıpkı camilerde olduğu gibi devlet tarafından ödenmesi önerisine fazla itiraz gelmediğini hatırlatalım.Peki her şey çok mu kötü? Sanmıyorum. Olumlu noktaları sıralayalım:1) İktidar partisi Alevi taleplerine daha fazla kayıtsız kalamayacağını kabul etti.2) Parti ve hükümet içinde, bu açılımın başarıyla sonuçlanması için çalışanlar var.3) Diyanet, kendi bünyesi dışındaki çözüm arayışlarına destek veriyor.4) MHP Alevi sorununun çözümü için sorumluluk üstlenmeye hazır olduğunu ilan etti.5) DTP’nin çözüm arayışlarına sıcak baktığını biliyoruz.6) CHP de, Alevi seçmenle yoğun ilişkisi nedeniyle, onların hayırlarına olacak adımları engellemek istemeyecektir.7) İçlerindeki bütün ayrılık, rekabet ve çekişmelere rağmen Aleviler içinde “bağcı dövmek” değil “üzüm yemek” isteyenlerin ağır bastığı gözlemleniyor.
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila’ya Kürt sorunu hakkında şunları söylemiş: “Bu sorun bütün Türkiye’nin sorunudur. Milli bir sorundur. Bu tür sorunlar karşısında millet birlik, beraberlik, dayanışma görmek ister. Neden Sayın Erdoğan ile Sayın Baykal, Diyarbakır’a kol kola, el ele gitmesinler?” Çiçek, son dönemde hükümet ile TSK arasında terörle mücadele noktasında ortaya çıkan mutabakattan cesaret almışa ve bunun içine ana muhalefeti katmak istiyora benziyor. Bu önerinin hayata geçip geçemeyeceği bir yana, akıl kârı olup olmadığını tartışalım. Çiçek çok isabetli bir tespitle başlayıp o derece isabetsiz, hatta tehlikeli bir öneri getiriyor. Evet Kürt sorunu bütün ülkenin sorunudur ve çözüm için birlik ve beraberlik gerekir de Erdoğan’ın Diyarbakır’a, hem de Nevruz’da birlikte gitmesinin iyi olacağı kişi gerçekten Baykal mıdır? Son genel seçimlerde Güneydoğu’da oyları neredeyse yarı yarıya AKP ile paylaşmış olan DTP ve onun lideri Ahmet Türk ne güne duruyor? Bölgenin en güçlü siyasi kuruluşlarından birinin adını bile anmayan, “malum parti” diye söz eden bu partinin lider ve milletvekillerinin ellerini bile sıkmaktan imtina eden Başbakan’ın, olacağı yok ya, Diyarbakır’a Baykal’a gitmesi, son günlerde garip bir şekilde sürdürdüğü “ayrımcı” stratjisinin bir üst aşaması olur, dolayısıyıla birlik ve beraberliği güçlendirmek yerine daha da baltalar.Önce başka konularÖzellikle kapatma davasıyla birlikte içine sürüklenmiş olduğumuz siyasi kriz sürecinde Başbakan ile ana muhalefet liderinin bir araya gelip belli bir uzlaşma aramalarını ısrarla önermiş ve hayal kırıklığına uğramış biriyim. Erdoğan ile Baykal’ın birlikte fotoğraf vermelerinin çok iyi olacağına hâlâ inanıyorum hatta Erdoğan’ın bir ara Org. Yaşar Büyükanıt, ardından Org. İlker Başbuğ ile yaptığı gibi birkaç saat başbaşa kalmaları da iyi bir fikir olabilir. 2002’deki “balıkçı buluşması” hatırlanacak olursa bu hiç de imkansız bir şey değil.Erdoğan ile Baykal’ın aralarındaki buzları bir ölçüde eritmeleri, toplumdaki gerilim ve kamplaşmaların etkisini kesinlikle azaltacaktır. Baykal’ın daha yeni “çarşaf açılımı” yaptığı düşünlürse, ikilinin laiklikle ilgili sorunları birlikte masaya yatırmaları, örneğin başörtüsü konusunda toplumun tüm kesimlerinin razı olacağı bir formül üzerine kafa yormaları hiç de fena olmaz. Veya Erdoğan, resmen start verdikleri Alevi açılımını Baykal’a izah edip onun eleştiri ve önerilerini alarak yılların kangren olmuş bu sorununu çözmede ciddi adımlar atabilir. Fakat bu ikilinin, aralarındaki ihtilafları gidermek yerine, son günlerde birbirlerine iyice yanaştıkları ortada olan Kürt sorunu konusunda karşılıklı iman tazelemeleri ve el ele verip Diyarbakır’a çıkarma yapmaları, yangına körükle gitmek olur.Devlet adamı refleksleriFikret Bila, Cemil Çiçek’i “devlet adamlığı ağır basan bir isimdir. Ulusal sorunlarda bu özelliği daha da öne çıkar. Uzlaşma, dayanışma, birlik ve beraberlik çağrıları yapar, bu yönde öneriler geliştirir” diye tarif ediyor ki tamamen haklı. Nitekim Çiçek hükümetin son Alevi açılımında etkin bir rol üstlenmiş durumda. Ancak Alevilik gibi son derece hassas bir konuda “devlet adamlığı” reflekslerini önemli ölçüde geri plana atabilen Çiçek, Kürt sorununda yine bildiğimiz rezervleriyle hareket ediyor. Ondan, DTP’yi sorunun değil çözümün bir parçası yapmayı yönelik çıkış ve önerileri boşuna beklemeye devam ediyoruz.