Türk İslamcılığının en ilginç ve özgün hareketlerinden olan İbda’ya bağlı bir grup genç bir zamanlar “Taraf” adında bir dergi çıkarırdı. “Taraf olmayan bertaraf olur” sloganını Türkiye’de yaygınlaştıran İbdacılar işi o noktaya götürmüşlerdi ki Birinci Körfez Krizi sırasında “Sen oradan biz buradan” pankartıyla Saddam Hüseyin’e açık destek vermişlerdi. Sonuçta taraf olup bertaraf oldular.Halbuki Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeninde siyasi konulara duyarlı insanların herhangi bir gelişmede taraflarını belirlemelerinin epey zorlaştığı günlerden geçiyorduk. O gün Baba Bush ile Saddam Hüseyin arasında sıkışıp kalmıştık; yıllar sonra Saddam yine vardı ama babasının yerini oğlu aldı. 11 Eylül saldırıları da bir başka derin yarılma yarattı. Haklı nedenlerle Amerikan imparatorluğundan nefret eden belki de milyonlarca insan, taşıdığı bütün sembolik anlamlara rağmen sivilleri hedef alan bu saldırıları kınasın mı, alkışlasın mı, şaşırdı.Son yıllarda hayatımız bu türden gerilimlerle geçiyor. Alın size İran’ın nükleer programı: Sırf Washington’a kafa tutuyor diye Ahmedinecad’ı sevmemiz isteniyor. Lübnan’da İsrail’e kök söktürdüğü için Hizbullah göklere çıkarılıyor. Son olarak, İsrail’in saldırganlığını mahkum etmenin yanında Hamas’ı da eleştirmeye kalkanlara hemen ayar veriliyor. Hamas’ın (ve bir dizi başka örgütün) en çok sivillere zarar veren intihar eylemlerine anlayışla yaklaşmamız bekleniyor.Eski bir tartışmaGeçtiğimiz günlerde İsrail Dışişleri Bakanı Livni, tüm dünyaya “Ya bizdensiniz ya onlardan” diye meydan okudu. Tıpkı 11 Eylül sonrası Bush’un; her vesileyle bin Ladin ve Eymen el Zevahiri’nin yaptığı gibi. Sahiden bu kavgalarda, savaşlarda bir tarafı tutmamız şart mıdır? Bir aydının herhangi bir davaya kendini adamasının doğru olup olmadığı çok eski zamanlardan gelen bir tartışmadır. Büyük Fransız düşünür Jean-Paul Sartre’ın Cezayir direnişine verdiği destek bu tartışmada bir dönüm noktası olmuştur. Sartre gibi olumlu örneklerin yanı sıra İtalyan faşizmi, Alman nazizmi gibi hareketlere angaje oldukları için hep nefretle anılan aydınların da bulunduğunu hatırlamak şart. Bir de değişik ülkelerde komünist partilerine girip aradıklarını asla bulamayanlar, özellikle İspanya İç Savaşı’nda büyük hayal kırıklığı yaşayan gönüllüler var.Bazı ilkelerHerkesin kendinden sorumlu olduğuna inandığım için kendi pozisyonumu izah etmeye ve son günlerde bazı okurlardan gelen “Yazılarınız hep nötr düzeyde. Ne etliye karışıyorsunuz ne sütlüye. Hiç renk vermiyorsunuz” türü eleştirileri bir ölçüde cevaplandırmaya çalışayım.Değişik vesilelerle yazdım ve söyledim: Kendimi bildim bileli solcuyum ve bu dünyayı böyle terk etmeye kararlıyım. İlk solcu olduğum 1970 ortalarında iş çok kolaydı: Birkaç kavram ve birkaç sloganla idare edebiliyordunuz. Yaşadığımız postmodern çağdaysa solcu olmak ve kalmak epey zorlaştı. Körfez Krizi zamanında İstanbul’da sohbet ettiğim Le Monde Diplomatique dergisinin editörü Alain Gresh “Dünya çapında bir savaş yaşanıyor ve ben ilk defa, en yakınımdaki insanların bile hangi tarafı tuttuğunu kestiremiyorum” diyerek biz solcuların içine düştüğü ve o günden beri süregelen kriz halini çok iyi özetlemişti. Bu tür krizlerden alnımın akıyla çıkabilmek için kendime bazı ilkeler belirledim. Bunlar:1) Tavır almadan önce anlamaya çalışmak;2) Çatışan tarafların herbirinin haklı ve haksız oldukları yönleri ayrıştırmaya çalışmak;3) Asla “düşmanımın düşmanı dostumdur” dememek;4) Kimseyi mutlak bir şekilde desteklememek;5) “Araç amacı belirler” diye düşünmek. Örneğin hiçbir “haklı dava”nın masum sivillerin katlini meşrulaştırabileceğine inanmamak;6) Çatışan aktörlere (siyasetçiler, örgütler, devletler) mesafeli, her zaman her çatışmanın asıl mağlubu olan halklara yakın olmak;7) Hep mazlumun yanında, hep zalimin karşısında olmak.Taraf olup olmama tartışmasını Türkiye içi gerilim konularına (laiklik, Ergenekon, Kürt sorunu...) taşıyarak sürdürmek istiyorum.
Ergenekon soruşturmasının neredeyse başından itibaren oldukça paradoksal bir durum yaşanıyor. Her ne kadar Veli Küçük, Sami Hoştan, Sedat Peker gibi ona bulaşmış insanları kapsasa da Ergenekon soruşturmasının Susurluk’u bypas ettiği gibi bir imaj ortaya çıkmıştı. Küçük, Hoştan, Peker gibi isimler hakkında Susurluk döneminde dile getirilen birçok suçlamaya hiç atıfta bulunulmaması ya da bunların epey geri plana itilmesi nedeniyle Ergenekon’un “üzüm yemek” yerine “bağcı dövmek”, diğer bir deyişle Türkiye’deki Gladyo yapılanmasını ortadan kaldırmaktan ziyade AKP iktidarını rahatsız eden “ulusalcı” muhalefeti tasfiye etmeyi hedeflediği kuşkusu yaygınlaşmıştı. En azından geçmişte Susurluk skandalının üstüne giden çevrelerin önemli bir bölümü Ergenekon’a açık ve aktif destek vermekten kaçındılar. Onların tereddütünün bir diğer gerekçesi, dün Susurluk skandalına karşı şu ya da bu şekilde mücadele etmeyen, hatta mücadele edenlere karşı mücadele edenlerin bazılarının bugün Ergenekon soruşturmasının bayraktarlığını yapıyor olmalarıydı. Bunun sonucunda, Türkiye’de, Sabah yazarı Umur Talu’nun tanımıyla “Susurluk destekçisi, Ergenekon karşıtları” ile “Susurluk karşıtları, Ergenekon destekçileri” gibi ilginç bir yarılma yaşandı.Aynı çevreler, Susurluk mahkumu İbrahim Şahin’in de gözaltına alınmış olmasına rağmen, Sabih Kanadoğlu, Prof. Yalçın Küçük ve Prof. Kemal Gürüz gibi isimlerin de işin içine katılmış olması nedeniyle Çarşamba günü yaşanan onuncu dalga operasyona da mesafeli durdular; hatta şüphelerinin daha da arttığını söyleyebiliriz. Fakat İbrahim Şahin’in evinde ele geçen krokilerden hareketle yapılan önceki akşam başlatılan ve dün ilk somut sonuçları alınan kazılarla birlikte işin rengi değişti. Çünkü nihayet Susurluk ile Ergenekon ciddi bir şekilde buluştu ve buna bağlı olarak Ergenekon soruşturmasında hayati bir dönüm noktasına gelindi.Solu sürece katabilmekKimileri bu tespitimi abartılı bulabilir ancak şöyle düşünelim: Dün hükümetin ve devletin birçok kurumunun onca çabasına rağmen ve ortada dişe dokunur herhangi bir yasal soruşturma yokken sivil toplumun önemli bir bölümü Susurluk konusunda çok dinamik bir süreç başlattı. Amaçlarına tam anlamıyla ulaşamamış olsa bile Susurluk kampanyası Türkiye’de sivil toplum tarihinin, deprem dayanışmasıyla birlikte zirvesinde yer almaktadır. Ergenekon’a dönecek olursak: Hükümetin elinden gelen her şeyi yapmasına; artık toplumsal realitemizin en başat olgularından biri haline gelmiş olan Fethullah Gülen cemaati başta olmak üzere İslami camianın sonsuz desteklerine; medyanın hatırı sayılır bir bölümünün onca çabasına ve çok ciddi ve etkili bir yasal sürece rağmen Ergenekon’un tam anlamıyla topluma mal olabildiğini söyleyebilmek mümkün değil.Bunun başlıca nedeni Ergenekon’un “sol” değil “sağ” görünmesidir. Düne kadar solcu bildiğimiz (ki büyük kısmı hâlâ öyle olduklarında ısrarlı) bazı kişilerin “ulusalcı” olarak tanımlanan hareket içinde yer almasının bunda bir ölçüde payı var. Fakat asıl nedenin, ulusalcılığa mesafeli, hatta ona karşı olan sol aydınların ciddi bir bölümünün Ergenekon’a sıcak bakmamaları olduğunu düşünüyorum.Ergenekon soruşturmasını destekleyen bazı çevrelerin (ki bunların içinde “liberal” olduklarını söyleyenlerin oranı daha yüksek) bu soruşturma üzerinden Türk solunun tarihine, önemli şahsiyetlerine ve bazı değerlerine leke sürmeye çalışmaları da bu mesafeli bakışta hayli etkili oldu. Bu arada Türk solunun polis teşkilatıyla olan tarihini de akıldan çıkarmamak şart. Kimileri ülkedeki askeri darbelerin her zaman en büyük mağduru olan solcuların, sırf bu nedenle Ergenekon soruşturmasını kayıtsız şartsız desteklemesini bekliyor. Ancak onların her askeri darbe sonrası emniyet işkencehanelerine doldurulup en insanlık dışı muamelelere maruz kalmış olduklarını ıskalıyorlar.Sonuç olarak Ergenekon soruşturmasının dün itibariyle meşruiyet zemininin hayli genişlemiş olduğunu ve Susurluk boyutunun daha fazla öne çıkarılması; buradan hareketle yakın geçmişin faili meçhul cinayetlerinin aydınlatılmaya başlatılması halinde sivil toplumun daha aktif ve dönüştürücü bir şekilde bu sürece dahil olabileceğini öngörebiliriz.
Ergenekon kapsamında bugüne kadar birbirinden ilginç isimler gözaltına alındı ve bunların çoğu da tutuklandı. Fakat dün “en önemli dalga” nın yaşandığını söyleyebiliriz. “Neden en önemli dalga?” sorusunu yanıtlamaya çalışacak olursak:1) Davanın başlaması ve duruşmalarda fazla heyecanlı anlar yaşanmaması nedeniyle Ergenekon eski popülerliğini kaybetmişti. Dün bunun aldatıcı olduğunu gördük.2) AKP hükümetinin, Ergenekon’u kapatma davası süresince pazarlık unsuru olarak kullandığını, kapatmama kararının ardından konuya eski ilgi ve desteğini kestiği yolunda neredeyse bir görüş birliği oluşmuştu. Hatta en ateşli destekçileri bile soruşturmanın daha fazla derinleştirilmesi konusundaki ümitlerini kaybetmeye başlamışlardı. Bütün bunların yanlış olduğunu anladık.3) Hurşit Tolon ve Şener Eruygur gibi iki emekli orgeneralin ardından daha fazla üst düzey emekli askerin soruşturmaya katılmasının zor olacağı düşünülüyordu. Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz başta olmak üzere çok sayıda eski subay da gözaltına alındı.4) Kimlik ve konumları tam olarak netleşmemekle birlikte albay, binbaşı ve yarbay türbesinde muvazzaf subaylar da gözaltına alındı ki dünün en az dikkat çeken en çarpıcı gelişmelerinden biridir.5) Operasyonun ilk flaş isminin Yalçın Küçük gibi toplumun hemen hemen tüm kesimleri tarafından bilinen; yine her kesimden seveni ve nefret edeni bol olan bir aydın olması dünkü dalgayı başlıbaşına medyatik kıldı.6) Susurluk mahkumu eski polis şefi İbrahim Şahin’in de gözaltına alınmış olması, soruşturmada Susurluk ayağının daha da güçleneceği ve buna bağlı olarak yeni gözaltılar olabileceğinin işaerti olarak algılandı.7) Dönemin MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’a ek olarak dönemin Genelkurmay Hukuk Müşaviri Erdal Şenel ile YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün de alınmış olması Ergenekon’a ilk kez ciddi olarak 28 Şubat süreciyle hesaplaşma boyutu kattı.8) Dünün en önemli ismi hiç kuşkusuz Sabih Kanadoğlu’dur. 28 Şubat sürecinin son dönemine yetişen Kanadoğlu’nun en belirgin vasfı emekli olduktan sonra da bir tür “baş içtihat mercii” fonksiyonu görmesi ve AKP hükümetine karşı neredeyse tek başına çok etkili bir muhalefet yürütmesidir. Kanadoğlu’nun evlerinin aranması, savcıların, onun içtihadıyla tetiklenen 27 Nisan süreciyle de hesaplaşmayı düşündüklerini gösteriyor. Öte yandan soruşturmaya ilk kez ciddi bir biçimde yüksek yargı ayağı eklenmiş oluyor ki Kanadoğlu bile gözaltına alınabiliyorsa birçok eski yüksek yargı görevlisinin de kapsama alanına girebileceği akla geliyor. Bunun bir diğer anlamı Ergenekon soruşturması destekçileriyle yüksek yargı arasında da zaten varolan ama pek su yüzüne çıkmayan çatışmanın şiddetleneceğidir.9) Bedrettin Dalan isminin de altını çok ama çok kalın çizgilerle çizmek gerekiyor. Uzun zamandan beri Dalan’ın adı açık ya da örtülü bir şekilde “derin devlet” le bağlantılı bir şekilde anılırdı. İlk kez bu söylentileri savcıların da fazlasyıla ciddiye aldıklarını gördük. Bakalım Dalan söylediği gibi ilk fırsatta ülkeye dönecek mi, yoksa soruşturmanın gelişimini gözlemek için ABD’deki ikametini uzatacak mı?10) Dünkü dalga, Ergenekon soruşturmasının kolay kolay bitmeyeceğini net olarak bizlere gösterdi. Bugüne kadar soruşturma kapsamına alınan isimleri tek tek hatırladığımızda, Türkiye’de “ulusalcılık” olarak bilinen ve son yıllarda ortaya çıkmış olan siyasi hareketin öne çıkmış isimlerinin çoğunun devre dışı bırakılmış olduğunu görüyoruz. Ancak ulusalcı hareket tam anlamıyla bitmemiş olduğu göz önüne alınırsa yeni dalgaların yolda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 28 Şubat, 27 Nisan süreçlerinin de soruşturmaya dahil edilmiş olması Ergenekon’un bambaşka boyutlar kazanmakta olduğunu bizlere gösteriyor.
“24 yıllık gazetecilik hayatımda her hükümetin medya kuruluşları ve medya çalışanları arasında bir ölçüde ayrımcılık yaptığına tanık oldum ama zirveye Erdoğan-Beki ikilisinin birlikte vardıklarını düşünüyorum” Akif Beki’yi Kanal 7’de çalıştığı zamanlardan tanırım. Muhafazakâr kesimin medya alanında ilk sivrilen isimlerinden biriydi. İyi gazeteciydi. Yönettiği birkaç program ve haber bültenine konuk olarak katılmış ve hiçbirinde pişman olmamıştım. 2002 seçimlerinden kısa bir süre sonra, Erdoğan’ın henüz siyasi yasaklıyken çıktığı Çin gezisinde, Radikal’den Murat Yetkin ile birlikte birbirimizi daha yakından tanıma imkanı bulduk.2005 başında, Vatan Gazetesi Washington muhabiriyken Akif’in Başbakalık Sözcülüğü görevine atandığını duyduğumda gerçekten çok sevindim. Çünkü bir diğer meslektaşımız Ahmet Tezcan bir şekilde Başbakan ile medya ilişkilerini sorunsuz bir şekilde yürütemiyordu. Bir süre Kanal 7 Washington temsilciliği yapmış olduğu için bize de Batı standartlarını pekala taşıyabilirdi. Bu nedenle 11 Eylül sonrası ABD Başkanı Bush’un sözcülüğünü yapmış olan Ari Fleischer’in kaleme aldığı kitabı, Başbakan Erdoğan ile Washington’a ilk resmi gezisini yapan Akif’e hediye ettim. İşi çok ama çok zordu zira Batı’da liderler olabildiğince az konuştukları için sözcüler çok öne çıkıyordu. Erdoğan tam tersine konuşmayı sevdiği için Akif’in esas görevi onu daha az konuşturmaya çalışmak veya irticalen konuşurken yaptığı hataları telafi etmek olacaktı.4 yılın bilançosu4 yılın bilançosunu şöyle çıkartabiliriz: 1) Bir ara sözlü açıklamalar yapan Beki, Başbakan’ı az konuşturmayı başarmanın mümkün olmadığını anlayınca bunlardan vazgeçti; 2) Enerjisinin büyük bölümünü Başbakan’ın hatalarını düzeltmeye ayırdı. Bunu yaparken hep patronunu kollayıp sürekli olarak gazetecileri sorumlu gösterdi. Çetrefil cümlelerle bezediği yazılı açıklamalarında gazetecilik ve ahlak dersleri vermeye kalktı. Bu açıklamalarda hakaretamiz tabirlerle sık sık karşılaştık.3) Medya çalışanlarıyla eşit ve yapıcı ilişkiler geliştirmeye çalışmak yerine, hükümet imkanlarını kullanarak medya üzerinde tahakküm kurma arzusuna kapıldı. Muhabiri haber müdürüne; haber müdürünü temsilciye; temsilciyi genel yayın yönetmenine; genel yayın yönetmenini de patrona şikayet etmeyi alışkanlık haline getirdi. Her şey bir yana, bu mesleğin temelini oluşturan muhabirlere reva gördüğü muamelenin utanç verici olduğuna tanıklık edebilirim.4) Başbakan’ın en yakın çevresinde olmanın avantajını uluorta kullarak AKP içinde de kendine geniş bir iktidar alanı açmaya çalıştı. Parti ve hükümet içi iktidar çekişmelerinde aktif olarak yer aldı. Çoğu kez kazandı ancak Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde olduğu gibi bazı durumlarda bariz yenilgilere uğradığı da oldu. Her gazeteci Başbakan’la görüşmek ister ve her Başbakan her gazeteciyle görüşmek istemez. Sözcünün asli görevi bu karmaşık durumu olabildiğince bir dengeye oturtmaktır. Akif daha işin başında bu zorlu misyona talip olmadı ve örneğin Başbakan’ın uçağına binme imkanını gazetecilere karşı kimi zaman havuç, kimi zaman sopa olarak kullandı. Hoşuna giden yazılar kaleme alan köşe yazarını uçağa alıp ödüllendirdi; hoşuna gitmeyenleri de almayarak cezalandırdı. 24 yıllık gazetecilik hayatımda her hükümetin medya kuruluşları ve medya çalışanları arasında bir ölçüde ayrımcılık yaptığına tanık oldum ama zirveye Erdoğan-Beki ikilisinin birlikte vardıklarını düşünüyorum. Tabii burada demokratik ülkelerde bir benzerine raslanmayan son akreditasyon iptaline özel bir yer açmak lazım. Türk basın tarihine armağan ettiği bu inanılmaz uygulamanın Akif’in görevini bırakmak zorunda kalmasını tetiklemiş olduğu muhakkak. Anladığım kadarıyla Erdoğan yerel seçim sürecinde medyayla kavga etmek, hırçın bir ilişki kurmak istemiyor ve sırf bu yüzden bile Beki ile yola devam etmeme kararı vermiş olması isabetli bulunabilir.Gazeteciliğe dönecekDün TBMM kulislerinde Akif Beki’nin istifasına üzülen tek bir gazeteciyle bile karşılaşmadım. Hatta ayak üstü sohbet ettiğim AKP’li bazı milletvekillerinin de memnun olduğunu gördüm. Tek başına bu ilk tepkiler bile Beki’nin başarılı bir dört yıl geçirmediğini gösteriyor.Şahsen Akif’in bu işlere hiç bulaşmamış olmasını yeğlerdim. Hem kendisi, hem Erdoğan, hem Türk demokrasisi (medya-iktidar ilişkileri) açısından berbat bir dört yıl yaşandı. Akif şimdi gazeteciliğe dönmek istediğini söylüyor. Fena bir fikir olmayabilir ama hatırlaması için epey bir zamana ihtiyacı olacağını aklından çıkarmamalı.
Bundan yaklaşık üç sene önceye gidelim ve 2006 yılının ilk günlerinde Hamas’ın Filistin’de yapılan seçimlerden birinci parti çıktığını; kısa bir süre sonra da Halid Meşal başkanlığındaki bir Hamas heyetinin Ankara’yı ziyaret ettiğini hatırlayalım. Buna bağlı olarak içerde ve dışarıda sırf bu ziyaret nedeniyle AKP hükümetinin, Başbakan Erdoğan’ın, dönemin Dışişleri Bakanı Gül’ün ve bu ziyaretin mimarı Başdanışman Prof. Ahmet Davutoğlu’nun nasıl linç edilmek istendiğini de hatırlayalım. Bu ziyarete yeşil ışık yakanları ABD ve İsrail’e şikayet etmek için, aralarında kendilerini “liberal”, “demokrat” vs. olarak tanımlamaya özen gösteren çok sayıda kanaat önderinin de bulunduğu uzun kuyruklar oluşturulmuştu. Yıllarca süren bu karalama kampanyasının temel tezi “Hamas teröristtir. Teröristlerle pazarlık edilemez” idi. AKP bu ziyaretle neyi amaçlamıştı. Çok basitleştirirsek AKP Hamas’ı bir “direniş örgütü” olmaktan çıkarıp, sorumluluklarının farkında bir “iktidar partisi”ne dönüştürmek ve İsrail ile barış içinde yan yana yaşama çizgisine çekmek istiyordu. AKP hükümeti, sandıktan çıkıp meşruiyetini pekiştirmiş olan Hamas’ın, Suriye ve en çok da İran’a bağımlı olmasından derin bir rahatsızlık duyuyordu. Fakat AKP’nin Hamas’ı uluslararası sistemin içine çekme gayretleri, hem Batı dünyası, hem de İran ve Suriye gibi Ortadoğu’nun “red cephesi” üyesi güçleri tarafından engellendi ve kısa sürede başarısızlığa uğradı.Prof. Davutoğlu’nun öngörüsüO günlerde, Türk basınında bu ziyareti açıkça savunmuş birkaç kişiden biri olarak, eğer bu iki uçlu sabotaj faaliyetleri olmasa, eğer Hamas içinde “ılımlı” olarak tanımlanabilecek kanat daha baskın çıkabilse ve eğer Ankara erken pes etmese bugünleri yaşamayabilirdik diye düşünüyorum. Ve bu noktada, birçok kez olduğu gibi Prof. Davutoğlu’nun son derece haklı çıkmış olduğunun altını çizmek istiyorum. Prof. Davutoğlu o günlerde yaptığımız bir sohbette “Neden böylesine bir risk aldınız?” sorumu şöyle yanıtlamıştı: “Gözümüzü kapatıp bekleyebilirdik, ama ilerde kriz çıkarsa Türkiye bundan etkilenmeyecek mi? Dolayısıyla bu yaptığımız o kadar da riskli değil.” Prof. Davutoğlu “Aslında ABD ve İsrail’in bize müteşekkir olması lazım, çünkü biz tansiyonu düşürmeye çalışıyoruz. Böyle giderse bir-iki yıl içinde Filistin’de, bölgeyi ve İslam dünyasını karikatür krizinden çok daha fazla sarsacak gelişmeler yaşanacak ve bu tüm dünyaya sirayet edecek” demiş ve şöyle devam etmişti: “Hamas’a verdiğimiz mesajlar belki iki ay sonra anlamlarını kaybedecek. Şimdi bizi eleştirenler de o zaman gelip ‘Türkiye Hamas’ı ikna etmek için gayret sarfetsin’ diyecekler. Fakat iş işten geçmiş olacak.” Peki bugün iş işten geçmiş durumda mı? İyimser olabilmek, İsrail’in katliamlarını erkenden bitirmesi için ortada pek bir işaret olmadığını biliyorum ancak Gazze operasyonunun bir de sonrası var. Ne kadar uzatırsa uzatsın İsrail er geç Gazze’den çekilecek ve ne kadar yanaşmıyor gözükse de doğrudan veya dolaylı olarak Hamas ile masaya oturmak zorunda kalacak. İşte o zaman Hamas ile İsrail arasında fonksiyonel arabuluculara ihtiyaç duyulacak ki Türkiye bunların en önde gelen adaylarından biridir. “Bize ne!” diyenleri bir kenara bırakıp, Başbakan Erdoğan’ın Gazze’de yaşananlara başından itibaren çok sert tepkiler göstermesinden hareketle Türkiye’nin kendini devre dışı bıraktığını ileri sürenlerin yanıldıklarını vurgulamak şart. Bu çıkışlar yüzünden Erdoğan’ın ve dolayısıyla Türkiye’nin, “İsrail nezdindeki kredibilitesi” azalmıyor, tam tersine artıyor. Diyelim ki azaldı. Ya Hamas ne olacak? Onunla kim, nasıl temas kuracak?Şayet İsrail’in bu operasyonlarının Hamas’ı ortadan kaldırabileceğine inanıyorsanız sorun yok. Ama şayet Hamas’ın bu süreçten daha da güçlenerek çıkma ihtimalini göz önüne alıyorsanız, ister beğenin ister beğenmeyin denklemlerinize mutlaka Hamas’ı da almanız gerekir.
İsrail’in saldırganlığının ilk kurbanları tabii ki Filistin halkı, özellikle de kadınlar, çocuklar, yaşlılar, hastalar... Ancak İsrail’in Gazze’ye karşı yürüttüğü son harekâtın bedelini sadece Filistinli masum siviller ödemeyecek. Daha önce de defalarca örneğini gördüğümüz gibi İsrail halkı da, kendi devletinin gözü dönmüş öfkesinden dolaylı olarak payını alacak. Sadece halkı değil İsrail’i yönetenler de kısa süre içinde önlerinde yüklü bir fatura bulacaklar. Yaklaşan seçimler öncesi seçmen gözünde itibarları artmış gözüken ve büyük ihtimalle bunun meyvelerini sandıkta devşirecek olan iktidar ortakları yakın bir gelecekte topraklarında yaşanacak yeni Hamas saldırıları karşısında epey sarsılacaklar. Birkaç günü kalmış Bush’u bir kenara bırakalım ancak Barack Obama’nın İsrail saldırganlığı karşısında kılını kıpırdatmaması, yeni dönemde ABD-İslam dünyası ilişkilerininin toparlanabileceğini umanlarda büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Eğer Obama, Müslümanların zihinlerini ve gönüllerini gerçekten kazanmak istiyorsa, işe yılların en büyük adaletsizliklerinden olan Filistin sorunuyla başlaması gerektiğini herhalde biliyor olmalı. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan yönetimlerinin de Gazze’de yaşananlardan birinci derecede sorumlu olduklarını ve buna bağlı olarak ağır bir bedel ödemelerinin söz konusu olacağını söyleyebiliriz. Kendi ellerinde büyüttükleri Hamas’ın daha sonra İran ve Suriye’nin güdümüne girmesinden fazlasıyla rahatsız olan bu ülkelerin yöneticileri eğer Hamas’ın askeri yöntemlerle tasfiyesi, hatta zayıflatılmasının mümkün olduğunu düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Yaptıkları hatayı yüzlerine en sert biçimde kendi kamuoyları ve ülkelerindeki İslami hareketler çarpacaktır.El Fetih başta olmak üzere Hamas karşıtı Filistinli gruplar da sürecin hiç de kendi lehlerine gelişmeyeceğini, tam aksine kendi tabanlarının daha fazla Hamas’a doğru kayacağını anlamış olmalılar ki bir-iki gündür üsluplarını değiştirmeye çalışıyorlar. Fakat geç kalmış olabilirler.Üç tür HamasŞimdi şu soruyu sormanın zamanı: Hamas karşıtı cephenin bu saldırılardan kârlı çıkmayacak olması Hamas ve destekçilerinin kazanacağı anlamına mı geliyor? Birçok kişi bu souya “evet” cevabı veriyor. Onlara göre Hamas çok ağır kayıplara uğrasa bile gerilla taktikleriyle İsrail ordusunu epey hırpalayacak ve bu saldırıdan çok daha güçlenmiş olarak çıkacak.Birçok doğruyu içermesine rağmen bu yaklaşıma katılmıyorum çünkü kazananı olmayan bir savaşla karşı karşıya olduğumuz düşünüyorum. Hamas’ın kazanıp kazanmayacağını anlamak için bu hareketi üç ayrı boyutta incelemek lazım:1) İslamcı bir toplumsal hareket olarak Hamas;2) İslami bir direniş örgütü olarak Hamas;3) İslamcı bir iktidar partisi olarak Hamas.Bilindiği gibi Hamas, yıllar önce Filistin Müslüman Kardeşler hareketi olarak özellikle toplumsal alanda faaliyet yürütüyordu. Finansmanını da büyük ölçüde Körfez ülkelerinden ve Mısır’dan alan Müslüman Kardeşler’e, El Fetih’i zayıflatacağı için İsrail de göz yumar, hatta önünü açardı.Müslüman Kardeşler o kadar güçlendi ki, bir aşamadan sonra, tabanının da baskısıyla İsrail işgaline karşı silahlı mücadeleye başladı ve Hamas adını aldı. Hamas özellikle ikinci intifada sürecindeki performansıyla direnişin en güçlü odağı haline geldi.Filistin Özerk Yönetimi’nin kurulmasının ardından Hamas, başta direnmesine rağmen bir süre sonra yasal siyasi sürece dahil oldu ve 2006 başında birinci parti seçildi. El Fetih’in alabildiğine yıpranmış olmasından istifade eden Hamas Gazze şeridinde mutlak hakimiyet kurdu ve Batı Şeria’da da belli bir güce erişti. Fakat bu süre içerisinde Filistin halkının kangren olmuş sorunlarını çözebilme noktasında hiçbir inisiyatif geliştiremedi. Kabus gibi bir gelecekİsrail’in Gazze harekâtının, Filistin halkının beklentilerini karşılayamayan Hamas’a, iktidar partisi olmaktan çıkıp yeniden bir “direniş örgütü”ne dönüşme imkanı sağladığı ortadadır. Bu bakımdan Hamas ilk başta kârlı çıkıyor gözükmektedir. Fakat bir süre sonra ortam yatışıp İsrail ordusu geri çekilince, yönetim kadrosu büyük darbe almış olan Hamas, zaten sefil olan altyapısı iyice çökmüş, daha da yoksullaşmış bir Gazze’de (Filistin’de) yeniden iktidar partisi fonksiyonu görmeye başlayacak. Eğer 2006’dan bu yana izlediği stratejiyi sürdürmeye çalışırsa, ki ilk işaretler bu yönde, Hamas’ı uluslararası arenada yine yalnızlık, ekonomik ambargo ve abluka, kısacası tam bir çaresizlik bekliyor olacak.
AKP’nin önümüzdeki yerel seçimlere çok ama çok önem verdiğini uzun zamandır biliyoruz. Fakat bugüne kadar tanık olduğumuz çok sayıda olay ve gelişme AKP’nin bu seçimlere pek de iyi hazırlanmadığını; kendisine çok da fazla güvenmediğini ve yaptığı hatalar nedeniyle birçok kritik yerde şansını azalttığını düşündürtüyor. AKP’nin aday belirleme ve bunları duyurma stratejindeki dikkat çeken yönlerin altını çizmeye çalışalım:1) Adayların parça parça açıklanması parti iç demokratik mekanizmaların ne kadar güçlü olduğunu göstermek yerine, mevcut belediye başkanlarının bazılarının parti yönetimi (özellikle de lideri Erdoğan) nezdinde “daha muteber” oldukları yolunda bir izlenime yol açtı. Dolayısıyla parti içi çekişmeleri artırdı. Örneğin Adana’da Aytaç Durak yeniden aday gösterilmeyeceğini düşünerek önce istifa etti, ardından MHP’ye katıldı.2) Parça parça açıklama stratejisi heyecanı olumlu bir şekilde adım adım yükseltmek yerine parti içi gerilimleri tırmandırdı. Özellikle Gökçek’in adaylığının ilanının geciktirilmesi “Çin işkencesi” türünden yorumlara neden oldu.3) Normalde Ankara, Gaziantep ve Erzurum Büyükşehir Belediye başkanlarının durumu önümüzdeki hafta belli olacaktı. Fakat bu isimlerin itibarlarının daha fazla zedelenmemesi uyarıları üzerine iki dış gezisi arasında apar topar bir program yaratıldı. Yine de Gökçek, Güzelbey ve Küçükler’in daha yolun başında epey yaralanmış oldukları kesindir. Küçükler’in Erzurum’da işinin çok kolay olduğu söylenebilir. Fakat Güzelbey’in aynı ölçüde rahat olduğu ileri sürülemez. Hele Gökçek’in CHP adayı Karayalçın’a karşı mücadeleye birkaç puan geriden başladığı ortada. 4) Bursa’da Hikmet Şahin, Samsun’da Yusuf Ziya Yılmaz ve Sakarya’da Aziz Duran’ın durumlarının çok daha kritik olduğuysa açık. İktidar partisinin bu illerde başka adaylarla seçime girmesi yüksek bir ihtimal ama bunların kim olabileceği hakkında bir netlik yok. 5) Erdoğan mevcut 46 il belediye başkanından 18’i ile yola devam edeceklerini açıkladı. Geri kalanların akıbeti ve eğer yeniden aday gösterilmeyeceklerse yerlerine kimlerin konacağı da belirsiz. 6) AKP bir yandan elindeki başkanlıkları koruma konusunda acemilikler yaparken yeni başkanlıkları nasıl kazanabileceği üzerine de fazla ipucu vermedi bugüne kadar. Örneğin Diyarbakır, İzmir, Eskişehir, Trabzon, Mersin, Çankaya (Ankara), Kadıköy, Şişli, Bakırköy, Beşiktaş (İstanbul) kimleri aday göstereceği meçhul. Şu ana kadar yapılan haber ve yorumlar, iktidar partisinin elinin altında çok parlak seçeneklerin bulunduğunu düşünmemize yol açmıyor.Birikmiş faturalarGörüldüğü kadarıyla bu seçimlerin en ilginç ve çekişmeli yarışı Ankara’da yaşanacak. Bir yanda 15 yıllık başkanlığın sağladığı her türden birikim, nüfuz ve ilişkiye, tabii bütün bunlara bağlı olarak yıpranmışlığa da sahip olan Melih Gökçek, karşısındaysa hep siyasetin içinde olmakla birlikte uzun bir süredir geri planda kalmış olan ve bu sayede kendisini “yeni” olarak sunabilme şansına kısmen sahip olan Murat Karayalçın.Gökçek, siyasi kariyerinde pek çok vahim hata yaptı (örneğin Fazilet Partisi kapatıldıktan sonra Erdoğan liderliğindeki yenilikçilerde gelecek olmadığını düşünüp Demokrat Parti’nin başında sağın liderliğine soyunmuştu.) ama bunların karşılığında ciddi bir fatura ödemedi. Bu durum onda aşırı bir özgüvene yol açtı. Kendisini “dokunulmaz” ve “yenilmez” sandı. Fakat CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu karşısında bütün büyüsü bozuldu. İşte o andan sonra geçmişteki faturalar birer birer önüne çıkarılmaya başlandı. Gökçek’in sorunu, yıllardır kendisine diş bilemiş olan bazı partidaşlarının da bu furyaya katılmış olmasıdır. Bir iddiaya göre, dün kendisine “kardeşim” diye hitap eden Erdoğan da artık Gökçek defterinin kapatılmasını düşünenlerden biriydi. Fakat karşısına daha güçlü bir isim çıkmaması; aday gösterilmemesi halinde AKP aleyhine çalışma ihtimali gibi nedenlerle iktidar partisi “kerhen” de olsa Gökçek’le yola devam dedi.Adaylığı güç bela elde edebilen Gökçek’in dördüncü kez seçilmesi çok daha zor olacağa benziyor.
Melih Gökçek’in kaderinin ne olacağı sorusunun cevabını dün de alamadık. Bu belirsizlik geniş bir ilgiyi, her türden yorumu ve spekülasyonu fazlasıyla hak ediyor. Erdoğan gecikmeyi parti içi demokrasi mekanizmalarına bağlıyor. Bu, bir yerden sonra tatminkâr bir açıklama değil zira aynı mekanizmalar İstanbul, Kayseri, Konya, Antalya ve Kocaeli’nde de işletildi ve mevcut başkanlarla yola devam kararı alındı. Yani normal şartlarda Gökçek’in adaylığının da Konya’da ilan edilmiş olması gerekirdi. Gecikme bize en azından Gökçek’in “AKP’nin en muteber belediye başkanları” arasında yer almadığını; Erdoğan başta olmak üzere birçok AKP kurmayının onunla yola devam etme konusunda epey tereddütlü olduğunu açık bir şekilde gösterdi.Hiç tereddüt etmeden “Gökçek’le yola devam” diyenleri bir kenara bırakacak olursak AKP’lilerin Gökçek’e bakışlarını şöyle sınıflandırabiliriz: 1) Gökçek’i isteyen ancak kendisinin çok yıprandığını ve partilerinin onunla seçimi kazanmasının zor olduğunu düşünenler;2) Gökçek’i istemeyen ancak ondan daha iyi bir sonuç alabilecek başka bir aday çıkaramayacaklarını düşünenler;3) Kendisini istemeyen ancak başka bir aday göstermeleri durumunda Gökçek’in aleyhte çalışmasından kaygılananlar.Derin ayrılıkTabii burada esas soru Erdoğan’ın hangi kategoriye girdiğidir. AKP liderinin bütün bu tereddütlerin etkisi altında olduğunu, ancak onun Gökçek’le çok daha derinlerde bir meselesi olduğunu ileri sürebiliriz. Sorun sadece, Gökçek’in AKP’nin ilk kuruluşunda yer almaması, Erdoğan ve arkadaşlarının başarısız olacağı hesabından hareketle alternatif arayışlarına girmiş ve hatta bu uğurda şu an Ergenekon davasında yargılanan bazı isimlere araştırmalar sipariş etmiş olması değil.Her ne kadar her ikisi de “popülist” politikanın ustaları olsa da, Türk sağının en tartışmalı hareketlerinden olan Yeniden Milli Mücadele kökenli Gökçek ile çekirdekten Milli Görüşçü Erdoğan’ın hamurları ayrı ayrı karılmıştır. Hatırlayalım, bundan yaklaşık 15 yıl önce İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan’ın, Ankara’da Melih Gökçek’in RP’den büyükşehir belediye başkanı seçilmiş olmaları tam bir deprem etkisi yaratmıştı. Bu seçimlerin hemen ardından yayınladığım “Ne Şeriat Ne Demokrasi: RP’yi Anlamak” adlı kitabımın sonuç bölümünde Erdoğan ile Gökçek’i şöyle karşılaştırmıştım:“RP içinde, kitle partisine dönüşüldüğünün farkında olan ve bu yeni döneme damga vurmak isteyen farklı odaklar var. Bu odakların başında ‘yenilikçiler’ geliyor. 1984-89 arası ANAP tarzı belediyeciliğe yakın olduğu izlenimi veren R. Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği bu kanat RP’nin ruhuyla ‘83 ANAP ruhu’nu harmanlayabilir. Erbakan sonrasının en güçlü lider adayı olan Erdoğan, hem Bedrettin Dalan’ın, hem Murat Karayalçın’ın belediye başkanlığı deneyimlerinden yararlanmayı becerebilirse parti ve ülke içi konumunu güçlendirebilir. Böyle bir yaklaşım, Türkiye’deki İslami hareketliliğin en dinamik akımı olan ‘İslami liberalizmi’ RP kanallarından akıtabilir. Bunun sonucunda RP’den, ‘yeni ve daha İslami bir ANAP’ çıkabilir. RP’nin ANAP’laşmasının karşısındaki ihtimal ‘2000’li yılların Milliyetçi Cephesi’ne dönüşmesidir. Bu noktada R. Tayyip Erdoğan’ın rakibi olarak Melih Gökçek sivriliyor. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığını tüm sağ partilerin milliyetçi-muhafazakâr kanatlarıyla yürüttüğü karmaşık pazarlıklarla kazanan Gökçek aynı zamanda 1991 seçimlerindeki RP-MÇP-IDP ittifakının mimarlarından biriydi. Erdoğan’ın globalleşmeyi gözeten liberal-kentli stratejisinin karşısına Gökçek’in İç ve Doğu Anadolu’daki ‘ezan-bayrak’ duyarlığını gözeten faşizan-taşralı stratejisinin çıkması ihtimal dahilindedir.” Özetle, Erdoğan ile Gökçek’in yolları 15 yıl önce anormal bir şekilde buluşmuştu. Bugün Erdoğan normal olana dönme iradesini gösterebilir. Onun Gökçek kararı, AKP’nin “liberal-kentli” bir parti olup olmayacağını da büyük ölçüde belirleyecektir. ***İsrail’in Gazze katliamını kınıyorum.