Dün Diyarbakır’da Nevruz kutlamalarını izlerken aklımda hep 1992 yılındaki “Kanlı Nevruz” vardı. Kısaca hatırlayalım: DYP Lideri Süleyman Demirel, “şeffaf devlet” ve “Kürt realitesini tanıma” sözü vererek girdiği Ekim 1991 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmış ve birlikte hükümet kurduğu SHP’nin lideri Erdal İnönü’yü de yanına alarak Diyarbakır’a giderek sözünü tutacağına dair söz vermişti. Oluşan bu hoşgörü ve barış atmosferinin sınanacağı ilk an 1992 Nevruzuydu. O sırada çalıştığım Cumhuriyet Gazetesi tarafından Diyarbakır’a yollandım. Diyarbakır’da sakin geçen kutlamaları izlerken Nusaybin’de olaylar çıktığı haberi geldi. Hemen oraya gittik ama güvenlik güçleri tarafından içeri sokulmadık. Ardından başka bölgelerden de çatışma haberleri geldi. Sonunda bölgede Nevruz kana bulandı ve resmi açıklamalara göre Şırnak’ta 52, Cizre’de 10, Nusaybin’de 14, Gercüş’de üç, Yüksekova’da üç kişi öldü. Bunlardan biri de meslektaşımız İzzet Kezer’di. 17 yılda gelinen noktaDün Diyarbakır Nevruz Meydanı’nda toplanan kalabalığın son 17 yılın bilançosunu çıkarmamda epey yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Bazı saptamalarımı şöyle sıralayabilirim:1) Bu süre zarfında Türkiye’nin Kürt sorunu konusunda olumlu anlamda epey mesafe aldığı ortada. Dünkü Nevruz’u izleyen bir yabancıya, yakın zamana kadar Kürtçe konuşmanın, şarkı söylemenin, sarı-kırmızı-yeşil renklerini birlikte kullanmanın yasak olduğunu söyleseniz imkanı yok inanmaz. Öyle ki konuşmaların yüzde 80’i, şarkı-türkü ve marşların nerdeyse yüzde 100’ü Kürtçeydi ve özellikle kadınlar bu üç renge bürünmüşlerdi.2) Bir zamanlar Öcalan ve PKK’nın adının geçmesi, resim ve bayraklarının açılması sorun ve çatışma çıkması için yeterli oluyordu. Dün güvenlik güçleri bu türden hareketlere hiç müdahale etmedi. Öyle ki Öcalan’ın muhtemelen Bekaa Vadisi günlerinden görüntüleri barkavizyonda gösterilip Nevruz mesajı okundu ancak yine bir şey olmadı.3) Dünkü Nevruz AKP Lideri Erdoğan’ın “kimlik”in karşısına “hizmet”i çıkarma stratejisinin, en azından Diyarbakır’da sonuç almasının çok zor olduğunu gösterdi. AKP adayı Kutbettin Arzu’nun dediği gibi, kalabalıkta Diyarbakır dışından gelenler ve seçme hakkı olmayan gençlerin sayısı epey yüksek olabilir; ayrıca aralarında Nervruz kutlamaya gelmiş ama oyunu AKP’ye atacaklar da bulunabilir ama bu tür argümanlar dün DTP’nin çok etkili bir gövde gösterisi yaptığı ve bölgede tartışmasız bir realite olduğu gerçeğini değiştiremez. Bu noktada Erdoğan’ın DTP’nin adını bile anmama politikasının ne derece isabetli olduğunu bir kez daha tartışmak iyi olur.4) 17 yıl önce ülkeyi yönetenlerin gündeminde “Kürt realitesini tanıma” vardı. Hem onlar ürkek çıktı, hem de PKK ortamı iyice provoke etti ve Türkiye yıllarını, enerjisini, imkanlarını ve en önemlisini evlatlarını yitirdi. Dünkü Nevruz bugünün gündeminin çok daha farklı olduğunu -en azından bana- gösterdi. Artık “Kürt realitesini tanıyoruz” diyerek, TRT 6 gibi kuşkusuz çok hayati adımları öne çıkararak o meydanı dolduran kitleleri sisteme entegre edebilmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Kutlamaları izlemeye gelen bazı AKP’liler ve iktidar partisine yakın kimi isimler de, yaptığımız sohbetlerde, AKP ile Erdoğan’ın genel olarak Kürt sorunu, özel olarak da Diyarbakır stratejilerinin tıkanmış olduğunu, Nevruz’un bunu iyice ortaya çıkardığını söylediler.Kafalarda Erbil konferansıNevruz kutlamaları sırasında DTP’lilerin hemen hepsinin kafasında önümüzdeki birkaç hafta içinde Irak’ın Erbil kentinde toplanması beklenen Kürt Konferansı vardı. Bilindiği gibi DTP çevreleri, Ankara’nın Washington ve Erbil ile anlaşıp PKK’yı tasfiye etmeye kalkmasından ciddi olarak endişeleniyorlar. Buna karşılık PKK’nın da bir şekilde dahil edileceği bir sürecin gelişebileceği noktasında ümitleri var. Bu açıdan Zana’nın konuşmasının Türkçe bölümünde verdiği mesajlar ilginçti. Zana sadece Türkiye’dekilerin değil “tüm Kürtlerin” Türkiye ile “ortaklaşabileceklerini” söyledi.Dün Leyla Zana ve DTP’nin birçok önde gelen ismiyle sohbet etme imkanı buldum. Toplanan kalabalıktan ve bunun coşkusundan çok memnundular. Herhalde dün itibariyle, Erbil öncesi DTP’nin ve dolayısıyla PKK’nın elinde kozları artırmış olduğunu düşünüyorlardı. Pek haksız da sayılmazlar.
1989 yerel seçimlerinden beri seçim kampanyalarını takip etmeye çalışan bir gazeteciyim. Vaat bakımından bu kadar kısır, siyasi söylem açısından bu kadar sığ, adaylar açısından bu kadar donuk olan ve bütün bu heyecansızlığa bağlı olarak medyanın bu kadar pasif ve etkisiz kaldığı bir başka seçim hatırlamıyorum. AKP’nin, tıpkı bir zamanların ANAP’ı gibi, girdiği bu dördüncü seçimde inişe geçeceğini düşünenler çok. Aynı kişiler, ülkemizi de kapsama alanına alan küresel ekonomik krizin bu düşüşü daha da hızlandıracağına inanıyorlar. Doğru mu düşünüyorlar? Bugüne kadar 10 ayrı ilde AKP mitingi izledim. Bunların kimi olağanüstü başarılıydı, kimi “idare eder” di, kimisiyse sönüktü, ancak hiçbir yerde iktidar partisinden gözle görünür şekilde kopuşlar yaşandığını görmedim, duymadım. Buna karşılık, Diyarbakır, İzmir, Adana, Mersin, Batman gibi çok önem verdiği illerde AKP’nin belediyeleri kazanma ihtimalinin hayli düşük, hatta bazılarında imkânsız olduğu sonucuna vardım. Toparlarsam, AKP’nin ülke genelinde hâlâ “alternatifsiz” olduğunu söyleyebilirim. Buna bağlı olarak oylarında çok ciddi düşmeler beklemiyorum; hatta artırmasının da ihtimal dahilinde olduğunu sanıyorum. Buna karşılık tek tek belediye başkanlığı seçimlerinde iktidar partisinin tam olarak umduğunu bulamayacağı, ne zamandan beri hayal ettiği bazı belediyeleri CHP, DTP ve DSP’den alamayacağı gibi hiç beklenmedik bazı başkanlıkları DTP, CHP, MHP ve hatta DP’ye bile kaptırabileceği görüşündeyim.Çok çelişkili bir değerlendirme yaptığımın farkındayım fakat bunu 10 yerde de karşıma çıkan bazı olgulara dayandırıyorum: 1 AKP hem devlet imkânlarını çok iyi seferber ediyor, hem de çok profesyonel bir kampanya yürütüyor. Muhalefetin onunla yarışması mümkün değil.2 Siyasi kariyerinin zirvesinde olan Tayyip Erdoğan çok etkileyici bir performans gösteriyor. Kampanyayı neredeyse tek başına sırtlandığını söyleyebiliriz. Vatandaşla birebir ilişki kurmakta çok istekli ve başarılı. Dün Tekirdağ gibi nispeten küçük bir ilde düzenlediği 46. mitinginde bu noktada birçok olaya şahit olduk. Örneğin bir erkek izleyici, tam da Erdoğan konuşmasına kısa bir ara vermişken “Başbakanım sana aşığım” diye seslenince hemen “ben de sana aşığım” cevabını verdi. Sürekli laf atan bir başka izleyici için yanındakiler sarhoş işareti yapınca “tamam, anlaşıldı” dedi. En ön saftaki çarşaflı yaşlı bir kadınla da doğal gazın kömürden neden iyi olduğuna dair uzun bir sohbete daldı.3 Erdoğan ülkenin her bölgesinde “hizmet” temelli bir söylem üzerinden halka sesleniyor. Bunu yaparken izleyicileri rakamlara boğuyor.4 Danışmanları her miting öncesi Erdoğan’a Baykal ve Bahçeli hakkında gülünç bazı benzetmeler buluyorlar. Erdoğan iki muhalif lider hakkında “ruh ikizi” benzetmesini daha önce yapmıştı. Dünse Tekirdağ’da, bir Trakya türküsünden esinlenerek “Sayın Baykal bir yana, sayın Bahçeli bir yana/ikisinin resmini çıkarsınlar yan yana” diye dalgasını geçti. Bu arada 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesi de Erdoğan’ın MHP ile CHP’yi eşitlemeye çalıştığını ve bu propagandanın sağ seçmen üzerinde belli bir etkisi olduğunu hatırlatmak lazım. Dün yine Tekirdağ’da, bu kampanya boyunca benim bildiğim ilk kez, yine 22 Temmuz öncesinde olduğu gibi “CHP paradan, puldan Atatürk resmi çıkardı” dedi. Yine CHP döneminden kaldığını iddia ettiği ekmek karneli eski bir nüfus kağıdını gösterdi. Bunlardan hareketle, Erdoğan’ın moda tabirle “tekrara düştüğü”nü, yani bir bakıma muhalefete laf yetiştirmede belli bir tıkanıklık içine girdiğini söyleyebiliriz.5 AKP’nin en büyük zaaflarıysa, parti teşkilatının ona aşırı güvenmesi, nerdeyse her şeyi Erdoğan’a havale etmesi ve birçok belediye başkan adayının iktidar partisinin çıtasının çok altlarında seyretmesi. Yazıyı Tekirdağ’dan birkaç izlenimle noktalamak istiyorum: AKP beş yıl önce Trakya’da sadece Tekirdağ’da il belediyesi kazanmıştı. Edirne ve Kırklareli’ne de göz diken AKP’nin temel önceliği kuşkusuz Tekirdağ’ı korumak. Fakat bu seçime yine Ahmet Aygün ile giren AKP’yi, CHP adayı Adem Dalgıç’ın epey zorlayacağı söyleniyor. Erdoğan tarıma verdikleri destekleri anlatırken “devlet daha ne yapsın?” dedi ve “lütfen bunları görelim, vatandaşım bilsin” diye sitem etti.Bahçeli ile olan “karanlık oda” tartışmasını “iddia sahibi iddiasını ispatla mükelleftir. Sayın Bahçeli, dostça söylüyorum. Eğer bu iddiayı ispatlamazsan namertsin” sözleriyle sürdürdü. Ve Türkiye’yi 1 trilyon dolar gayri safi milli hasıla ve 500 milyar dolar ihracatla dünyanın en büyük 10 ekonomisi içine sokmayı hedeflediklerini açıkladı.Bu arada her vesileyle hamdolsun demeyi de ihmal etmesi. “Erdoğan hamdolsundan başka şey bilmiyor” diyen köşe yazarlarıyla da “hamdolsun ki varlar” diye dalga geçmekten geri kalmadı.
29 Mart yerel seçimlerinin en çarpıcı özelliklerinden biri, son yıllarda belki de ilk kez laiklik konusunun ve etrafındaki tartışmaların propaganda malzemesi olarak kullanılmaması. Ama galiba İzmir hariç. Türkiye’nin üçüncü büyük şehrinde CHP ile AKP arasındaki yarışın esas olarak “yaşam tazları” ekseninde geliştiğini söyleyebiliriz. Örneğin dün AKP İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı Taha Aksoy, Gündoğdu Meydanı’nı dolduran kalabalığa hitap ederken ısrarla belediyeyi kazanmaları durumunda kimsenin hayat tarzına karışmayacaklarını; el ele dolaşan sevgililere, evcil hayvan besleyenlere müdahale etmeyeceklerini vurguladı. Miting alanında konuşma imkanı bulduğumuz değişik kademelerden çok sayıda AKP’li de CHP’nin bütün kampanyasını, İzmirli kentli orta sınıfların kaygılarını kaşıma üzerine oturttuğunu vurguladılar.AKP lideri Erdoğan ise, ilginç bir biçimde, belediyeyi alırlarsa kimseyi işten çıkartmayacakları sözü verdi ancak laiklikle ilgili konulara doğrudan girmemeye özen gösterdi. Kendilerinin “hizmet”, CHP’nin ise “ideoloji” eksenli siyaset yaptığını söylemekle yetindi.Erdoğan faktörü22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesi, aynı meydanda AKP mitingi izlemiş ve İzmir gibi bir ilde böyle bir organizasyon gerçekleştirmiş olmalarından etkilenmiştim. Dünkü mitingin beni çok fazla etkilediğini söyleyemeyeceğim. Miting alanlarında kaç kişi olduğunu asla söyleyemem ancak iki yıl öncekiyle dünkü miting arasında sayısal olarak çok büyük fark olduğunu sanmıyorum. Daha önemlisi iki yıl önce Cumhurbaşkanı seçilmesi engellenmiş Abdullah Gül ile soldan yeni transfer Ertuğrul Günay’ın da halka hitap ettiği alabildiğine coşkulu bir mitinge tanıklık etmiştik; dün ise sadece Erdoğan vardı. Bu izlediğim dokuzuncu AKP mitingi ve ilk kez Samsun mitingi ardından dile getirdiğim “AKP kampanyasını Erdoğan tek başına sürüklüyor” tespitimin doğru olduğunu İzmir’de bir kez daha gördüm. Birçok ilde Erdoğan ile birlikte bulunmuş olan AKP’nin önde gelen isimlerinden biri de “Bizim kampanyamızın yüzde 95’i sayın Başbakan üzerinden yürüyor” diyerek beni doğruladı. Son olarak izlediğim Adana ve Mersin’de AKP’nin şaşırtıcı ölçüde zayıf adaylar çıkardığını, bu yüzden bütün yükün Erdoğan’ın sırtına bindiğini yazmıştım. İzmir için aynı durumun söz konusu olduğu asla söylenenemez. AKP ’nin ana hedefi laikliğe duyarlı, liberal eğilimli kentli orta sınıflardan da oy alabilecek bir aday bulabilmekti. Fakat teklif götürülen birçok isim ikna edilemedi. Bunun üzerine bu profile en fazla uyan, İzmir Milletvekili Taha Aksoy’da karar kılındı.Tipik bir İzmirli olarak tarif edebileceğimiz Aksoy’un en büyük handikapı, beş yıl önce şaşırtıcı bir oy almasına rağmen CHP’li Ahmet Priştina’ya kaybetmiş olması. Bir de, konuştuğum bazı AKP’liler Aksoy’un “haddinden fazla kibar” olmasından yakınıyorlar. Örneğin bir AKP’li Aksoy için “CHP’li Aziz Kocaoğlu’na cüzdanını emanet edebilecek kadar güvendiğini söyleyebiliyor. Bu kadarı da fazla ama” diye konuşuyor. Gizli oy potansiyeliPeki “daha yırtıcı” bir aday olsaydı AKP daha fazla mı oy alırdı? Eğer hedef kentli orta sınıflarsa, agresif bir adayla AKP’nin tam bir hayal kırıklığına uğrama ihtimali hayli yüksek olurdu kanısındayım. Peki AKP Aksoy ile ne yapar? Çok partiliyle konuştum, açıkçası “büyükşehiri kesin alırız” diye rastlamadım. Sadece bir milletvekili “müthiş bir gizli oy potansiyelimiz var” dedi ki, farklı seçim bölgelerinde benzer durumları ya bizzat gözlemledim ya da güvendiğim bazı gözlemcilerden bu tarz izlenimler işittim. Bu seçimde AKP’ye oy vereceğini açıkça deklare etmeyen, bundan kaçınan çok sayıda seçmenle karşılaşabiliriz.Yine de bu gizli oy potansiyeli ne kadar “müthiş” olursa olsun AKP’nin CHP’nin elinden İzmir büyükşehiri alması epey zora benziyor. Galiba burada esas hedef oyları daha da artırmak ve sonraki seçimlerde İzmir kalesini ele geçirmek.Kale dedim de, Erdoğan dün epey yumuşak, ılımlı bir konuşma yaptı ve Diyarbakır, İzmir, Eskişehir gibi yerlerin kale gibi gösterilmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. AKP lideri “biz şehirleri değil gönülleri fethetmek istiyoruz” dedi ancak onun yıllardır İzmir ve Diyarbakır’da çoğunluğu elde etmek için çok gayret sarf ettiğini biliyoruz.Her iki ilde de “kimlik”in karşısına “hizmet”i çıkaran Erdoğan’ın en azından bu seçimlerde de hedefine ulaşamayacağını ileri sürebilirim. Dün Gündoğdu Meydanı’nda kentli orta sınıfların epey azınlıkta olması, sanıyorum o günün doğmasının henüz çok uzak olduğunu bize gösterdi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül önceki akşam Tahran’da iki kritik görüşme yaptı. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın ardından 20 yıldır İran’ın “bir numarası” olan dini lider Ayetullah Ali Hameney tarafından kabul edildi. İran’da “Rehber” in, NATO üyesi ve AB üye adayı bir ülkenin liderini kabul etmesi, onunla bir saati aşkın süre dünya meselelerini tartışması ve sohbetin en ağırlıklı konusunun ABD’de Obama ile başlayan yeni dönem ve bunun Ortadoğu ve İslam dünyasına etkileri olması kesinlikle çarpıcı bir olaydır. Bu görüşmeden şu birbiriyle ilintili sonuçları çıkartabiliriz:1) Bölgede en önde gelen rakibi olarak kabul edebileceğimiz İran tarafından da fazlasıyla önem verilen bir ülke olması, Türkiye’nin “bölgesel güç” olma iddiasını her geçen gün pekiştirdiğini gösteriyor;2) Obama ile tüm dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da yeni bir dönemin açılabileceği umudunu İranlılar da taşıyor;3) Bu yıl İslam Devrimi’nin 30. yılını idrak eden İran’da toplum kadar yönetici sınıf da, dünyadan daha fazla kopuk yaşayamayacaklarının bilincindeler. İktidarlarını garanti altına alabilecekleri bir geçiş sürecine kendilerini hazırlıyor olmalılar.İran’ın rezervleriGül’ün Hameney ile neler konuştuğunun ayrıntılarına sahip değiliz ancak Salı sabahı uçakta bize söylediği “Obama’nın Bush’tan en temel farkı, başkalarına zorla bir şeyler empoze etmeye çalışmaması. Bu sayede büyük anlaşmazlıkların çözümü için yeni fırsatlar doğuyor. Her şey çözülecek değil ama yeni bir hava, iklim söz konusu. Bunu çok iyi değerlendirmek lazım” sözlerini tekrarlamış olmalı. Bir de muhakkak “İlk 5-6 ay çok önemli. Esas sorumluluk tabii ki Amerikalılarda, ama herkes katkı koyabilir, koymalı” demiştir.İranlı muhataplarının ne tepki verdiğine gelince: Öğrenebildiğimiz kadarıyla ne Ahmedinecad, ne Hameney, Obama üzerinden ABD ile ilişkiler konusunun yoğun bir şekilde gündeme gelmesinden rahatsız olmamışlar. Ancak Gül’ün coşkulu ve heyecanlı üslubuna karşı rezervli bir tutum takınmışlar. Devrimden bu yana geçen 30 yılda yaşanan baskı, gerginlik ve çatışmalar hesaba katılacak olursa pek de haksız sayılmazlar doğrusu.Herkesin ortak çıkarıAslına bakılırsa İran ile ABD’nin birbirlerinden hoşlanmamak ve kuşkulanmak için fazlasıyla gerekçeleri var. Ama aralarındaki iletişimsizliği sona erdirmek için de fazlasıyla gerekçeleri mevcut. İran, “bölgesel güç” olarak kalabilmek için sürekli olarak Ortadoğu’daki çatışma potansiyellerini teşvik ediyor ve bu uğurda epey masraf yapıyor. Öte yandan adının terörle birlikte anılıyor olması İran’ın kabuğunu kırması, dışa açılması ve doğal olarak kalkınması önünde ciddi engel oluşturuyor.ABD ise bölgedeki tüm planlarının karşısına İran’ın çıkmasından fazlasıyla şikayetçi. Afganistan’da İran’la iyi ilişki geliştirmenin getirmiş olduğu faydaları çok iyi bilen Washington, Tahran’la yaşanacak bir normalleşmenin Filistin, Lübnan, Irak ve hatta genel olarak terörizm sorunlarında belirgin iyileşmelere, hatta çözümlere kapı aralayabileceğinin farkında.Bu noktada Türkiye’nin oynadığı ve bundan sonra oynayabileceği role gelecek olursak, öncelikle birçok kesimi birden rahatsız eden “arabuluculuk” terimini, en azından bir sürelik kullanmamak yararlı olabilir. Nitekim Ahmedinecad, dün bir kez daha bu kavramın kullanılmasına itiraz etti. Gerçekten de Ahmedinecad’ın belirtiği gibi diyalog için “hakkaniyet ve saygı” şart. Ama anlamak da lazım. Türkiye her iki tarafı da çok yakından tanıyıp anladığı için Tahran ile Washington’un birbirlerini daha iyi tanıyıp anlamalarına yardımcı olabilir. Gül’ün uçakta biz gazetecilere sık sık “anlamak” fiilini telaffuz etmesi boşuna değildi. Fakat burada bir noktayı da hatırlatmak gerekiyor. Gül, Ortadoğu’da sorunların çözümü ve yeni bir çağın açılabilmesi için “İsrail’in güvenlik kaygılarının anlaşılması ve giderilmesi” nin şart olduğunu da vurguladı. Dolayısıyla Tahran rejiminin İsrail’e yönelik herhangi bir pozitif açılımı bölgede birçok şeyi değiştirebilir.Çok zor ama imkansız değil. Yani yeni bir çağ bekleyen Gül’ü hayalperest olarak damgalamak haksızlık olur.
TAHRAN YOLUNDA KONUŞTUCumhurbaşkanı Abdullah Gül, dün Tahran’da gerçekleştirilecek zirve için İran’a gitti. Cumhurbaşkanı Gül, Tahran’a giderken uçakta VATAN yazarı Ruşen Çakır’a konuştu.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Tahran yolunda, yeni ABD Başkanı Barrack Obama ile dünyada yepyeni bir döneme girildiğini; büyük anlaşmazlıkların çözülmesi için yeni fırsatların doğduğunu; bu fırsatların değerlendirilmesi durumunda yeni bir çağ açılacağını ve gerçek anlamda yeni bir dünya düzeni kurulabileceğini söyledi.Radikal’den Cengiz Çandar, Yeni Şafak’tan Fehmi Koru ve Taraf’tan Amberin Zaman’la birlikte yaptığımız ve yaklaşık 40 dakika süren sohbetten, Obama’nın seçilmesinin Cumhurbaşkanı Gül’ü alabildiğine heyecanlandırıp umutlandırdığı sonucunu çıkarttım. “Kendisinin kitaplarını, daha aday olmadan önce, 2-3 yıl kadar önce okumuştum. Onun seçildikten sonra dile getirdiği tek taraflı hareket etmeme, herkesin fikrini alma, diyaloğa açık olma düşüncelerini öteden beri savunduğunu biliyordum. Samimi olduğunu düşünüyorum. Şimdi de bunun işaretlerini veriyor” diye konuşan Gül ilk örnek olarak Afganistan’ı verdi: “Obama’nın gündeminde ekonomiden sonra ikinci sırada Afganistan’ın yer aldığını görüyoruz. Soruna sadece askeri açıdan da bakmıyorlar. Mesela Taliban içinde konuşulabilecek unsurlarla da görüşülebileceği noktasına vardılar.” Cumhurbaşkanı Gül’ün verdiği ikinci örnekse İran oldu: “Washington’un İran konusunda da üslubunun çok farklı olduğunu görüyoruz. Eskisi gibi askeri çözüm, savaş gibi hususları telaffuz bile etmiyorlar.” Herkese görev düşüyorGül’e göre Obama’nın Bush’tan en temel farkı, başkalarına zorla bir şeyler empoze etmeye çalışmamsı. Buradan hareketle şöyle konuşuyor: “Büyük anlaşmazlıkların çözümü için yeni fırsatlar doğuyor. Herşey çözülecek değil ama yeni bir hava, iklim söz konusu. Bunu çok iyi değerlendirmek lazım.” Gül fırsatların kaçırılmaması için herkesin gerekli hazırlıkları yapması gerektiği görüşünde: “Ortadoğu’da yaptığım tüm görüşmelerde muhataplarıma, yeni bir dönemin başladığını, herşeyi Amerikalılardan beklemememiz gerektiğini, herkesin kendi hazırlığını yapması ve çözüm önerisni masaya koyması gerektiğini söylüyorum. Eğer Amerikalıların fikri ortadayken, Ortadoğu’nun, mesela İran’ın bir fikri yoksa tenkit etmekten öteye gidemeyiz.” Gül bölge ülkelerinin Washington’la ilişkilerinde sıklıkla yaşanan bir sıkıntının da altını çiziyor: “Bazen ’Amerikalılar ne der? Kızar mı?’diye hareket edildiği oluyor. Fakat bazı konuları onlardan çok daha iyi bilebiliriz. O zaman hiç çekinmeden görüşlerimizi dile getirmeliyiz. Tabii ki onların düşündüklerini de göz önüne almalıyız ama bildiğimiz konuları kendilerine pekala anlatabiliriz. Yeter ki rasyonel olalım.” “Esas sorumluluk tabii ki ABD’de ama herkes katkı koyabilir, koymalı” diyen Gül şu uyarıyı yaptı: “İlk 5-6 ay çok önemli. Çünkü nasıl başlarsa öyle gider.” Bölge için fırsatObama’nın Türkiye’yi ziyaret edecek olmasının kendileri için sürpriz olmadığını vurgulayan Gül şöyle konuştu: “Başkan Obama’yı tebrik etmek için aradığımda kendisini ülkemize davet de etmiştim. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın ziyaretinin hemen öncesinde bize Başkan Obama’nın ziyaret arzusunu belirttiler, biz de kendisini yeniden davet ettik.” Gül ziyaretin tarihi ve Obama’nın İstanbul’a da gidip gitmeyeceği gibi konularda çalışmaların sürdüğünü belirtmekle yetindi ve “bu ziyaret ikili olacak” dedi. Bu cümleden, Obama’nın Medeniyetler İttifakı toplantısı kapsamında gelmeyeceği sonucu çıkarılabilir.Gül Obama ziyareti için “İşin başında herşeyi oturup değerlendirmek doğru olur. Bu ziyaret hem ABD, hem Türkiye, hem tüm bölge için çok iyi bir fırsat olacak” diye konuştu.
AKP lideri Erdoğan’ı Adana Uğur Mumcu Meydanı’nda beklerken, AKP’nin önceki gün Şanlıurfa’da düzenlediği mitingi izlemiş olan meslektaşlarımla sohbet ettim. Hemen hepsi o mitingin, AKP tarafından yeniden aday gösterilmediği için bağımsız adaylığını koyan Belediye Başkanı Ahmet Eşref Fakıbaba’nın gölgesinde geçtiğini vurguladı. İlginçtir, Fakıbaba’yı destekleyenlerin Erdoğan’ı sevmeye devam ettiğini gözlemişler. Seçmenin yerel seçimlerde adayı mı, partiyi mi tercih ettiğini anlamak için Şanlıurfa kuşkusuz çarpıcı ipuçları verecek. Adana’nın Şanlıurfa kadar olmasa da “parti mi, aday mı?” tartışmasının netleşmesine katkı sunacağı açık. Hatırlayalım: Aytaç Durak 1984’te ANAP’tan Adana Belediye Başkanı seçildi ve beş yıl sonra CHP’li Selahattin Çolak’a yenik düştü. 1994 ve 1999’da yeniden seçilme başarısı gösteren Durak daha sonra DYP’ye katıldı. 2004’te bu sefer AKP’den aynı göreve seçilen Durak, Erdoğan’ın kendisini yeniden aday göstermeyeceğinden kuşkulanarak partisinden istifa etti ve bir süre sonra MHP’nin Adana adayı olarak ortaya çıktı. İktidar partisi de onun karşısına, ANAP’lı yıllardan yakın dostu, üç dönem milletvekilliği yapmış Mehmet Ali Bilici’yi çıkardı. MHP Adana’da öteden beri hep belli bir güce sahip olmuştur, örneğin Alparslan Türkeş hep Adana’dan TBMM’ye girmiştir. Fakat Durak ile birlikte MHP ilk kez Büyükşehir belediyesini kazanma fırsatını yakalamış oldu. Hep “düşük profilli bir milletvekili” olarak bilinen Bilici’nin kişisel oy potansiyelinin çok da yüksek olmadığı göz önüne alınırsa Adana’da seçimin aslında Aytaç Durak ile Tayyip Erdoğan arasında geçtiğini söyleyebiliriz. Nitekim Erdoğan dün mitingde MHP lideri Bahçeli kadar, hatta dafa fazla Durak’ı eleştirdi. Durak’ın 2004’te kendisine “bu son, bir daha aday olmayacağım” diye söz verdiğini, ama bunu sonra unuttuğunu söyleyen Erdoğan “Belediyecilik özü sözü bir olmayan siyaset esnafının işi değildir” diye devam etti. Durak’ın başarılı bir başkan da olmadığını ileri süren, örneğin onun döneminde Adana metrosunun yılan hikayesine döndüğünü söyleyen AKP lideri sözlerini “Bu cenazeyi biz kaldıracağız” diye tamamladı.Obama sürpriziPeki kaldırır mı? Edindiğim izlenime göre AKP ile MHP kıran kırana bir yarış içinde. CHP adayı Ümit Özgümüş’ün aradan sıyrılabileceğini düşünene pek rastlamadım ancak ana muhalefet partisini denklemin dışına çıkartmak mümkün değil. Tabii bir de DTP var. Dün DTP Genel Başkan Yadımcısı Emine Ayna da Adana’da, küçük çaplı tatsızlıkların yaşandığı açık hava toplantılarında konuştu. DTP’nin Büyükşehir seçimlerde iddiası yok. Bu nedenle DTP tabanının yapacağı tercih yarışta belirleyici olabilir. İlginçtir, Erdoğan dün Kürt sorunu hakkında doğrudan mesajlar vermedi. Fakat AKP’li adayların kampanya boyunca Kürt kökenli seçmenin gönüllerini kazanmaya özel önem atfettiklerini duyuyoruz.AKP lideri dün bir başka konuya da, ABD Başkanı Obama’nın bir ay içinde Türkiye’yi ziyaret edecek olmasına hiç değinmedi. Halbuki kurmaylarıyla yaptığım sohbetlerin ana teması bu oldu. Haklı olarak çok sevinçliydiler, “Türkiye’nin ne kadar önemli bir güç olduğunu bütün dünya anladı ama içerde bazıları anlamamakta ya da kabullenmemekte direniyor” diyorlar. Obama’nın ilk dış gezisinde Türkiye’ye de uğrayacak olması, her iki taraf açısından da tartışmasız bir şekilde olumlu bir gelişmedir. Hele Obama Türkiye’den tüm İslam dünyasına yönelik sempatik mesajlar verirse, bu ziyaret küresel anlamda olağanüstü sembolik bir anlam kazanabilir. Tabii bu ziyaretin, seçimde Erdoğan için “dünya lideri” sloganını kullanan AKP için ayrıca bir doping etkisi yaratacağı da açıktır. *** “Her soru soruldu” Dün Adana’da Erdoğan’ın yeni basın sözcüsü Kemal Öztürk ile, TV 24’teki çok eleştirilen röportajı tartışma imkanı buldum. Öztürk kesinlikle yanlış bir iş yapmadıklarını düşünüyor. “Orada kendisine her soru soruldu” dedikten sonra bana “Orada sorulmayıp da sorulması gereken hangi soru var?” diye sorunca samimi bir şekilde “Vallahi yarısında uyuyakaldım” cevabını verdim. Öztürk, Erdoğan’ın uçağına kendisini eleştiren hiçbir gazeteci alınmadığı eleştirisine de katılmıyor ve örnek olarak New York Times muhabiri Sabrina Tavernise ile The Econmist’ten Amberin Zaman’ı gösteriyor. Amberin’i bilmem ama Tavernise’nin “Erdoğan’ı eleştiren gazeteci” sınıfına girdiğini de böylece öğrenmiş oldum. Erdoğan’ın bir sonraki durağı da TGRT olacakmış. Eminim orada da kendisine her soru sorulur.
Dün Güneydoğu’da AKP ile DTP arasındaki seçim yarışında hangi noktada olduğumuzu irdelemiş ve “seçimleri kim alır?” sorusunun cevabını aramıştık. Bugünse ağırlıkla bölgede hangi partinin başarılı olmasının “daha hayırlı” olacağını tartışacağız. Aslında bu dahil olmak istemediğim, ama öteden beri sürüp gittiği ve son derece hayati konular etrafında dönüp durduğu için kayıtsız kalamadığım bir tartışma. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Bazıları, seçmenin tercihi ne olursa olsun, başta Diyarbakır olmak üzere bölge belediye başkanlıklarının bir kısmının DTP’nin elinde olmasına (daha fazla) tahammül edemiyor. Hemen hiçbiri bölge insanı, dolayısıyla seçmeni olmayan bu kişilere göre 29 Mart’ta ne yapıp edip DTP’nin kalelerini düşürmek neredeyse bir “milli vazife.” Bu uğurda DTP’li olmayan tüm oyların en güçlü partide, yani bu sefer AKP’de toplanması yolunda bariz bir kampanya yürütüyorlar. Şaşırtıcı bir şekilde, büyük bölümü AKP’ye mesafeli, hatta bazıları düşmanlık ölçüsünde karşıtı olan bu kişiler, tabii kendileri oy kullanamadığı için, medyayı devreye sokmak istiyor, benim gibi Güneydoğu üzerine kalem oynatan az sayıda gazeteci üzerinde bir tür “mahalle baskısı” uyguluyorlar.Kimlik ve hizmetDün de kısaca değindiğim gibi bu stratejinin başarılı olacağına hiç inanmıyorum. Daha fazla ele almaya değmez. Ama bir başka konu var ki onu muhakkak derinlemesine tartışmalıyız: Sahiden Diyarbakır ve diğer DTP’li belediyelerin AKP’ye geçmesi ülkenin hayrına mıdır? AKP’lilerin iddia ettiği gibi, böylesi bir gelişme Kürt sorununun kalıcı ve adil bir şekilde çözümü için elverişli bir zemin hazırlayabilir mi?Sanmıyorum. Çünkü bölge seçmeninin önemli bir bölümünün DTP’yi tercih etmesinin çok ciddi siyasi ve kültürel gerekçeleri var. Kabaca “kimlik siyaseti” dediğimiz bir çizgi izleyen bu parti bölgede iyice kökleşmiş durumda. AKP’nin “kimlik”in karşısına “hizmet”i çıkarma çabaları, son Batman mitinginde Kürtçe konuşma yarışına giren adaylar göz önüne alınırsa, bir aşamadan sonra tıkanıyor.Tabii şöyle akıl yürütenler olabilir: “AKP şimdi ’hizmet’diyor ama belediyeleri alırsa ’kimlik’konusunu da gündeme getirip, hatta öne çıkartıp sorunu çözebilir.” Bu yaklaşım da, bugün AKP’nin bölgede başarılı olması için çırpınanların çoğunun Kürt sorununun varlığını dahi inkar ediyor olmaları nedeniyle pek inandırıcı olamıyor. Dolayısıyla “kimlik”ten yana derdi olanların dışlanmasına yol açacağı için DTP’nin belediyelerden süpürülmesine kuşkuyla yaklaşmakta yarar var.Siyasi temsilGüneydoğu’da yerel seçimleri tartışırken, DTP’liler için “yerel yönetimler” den ziyade “siyaseten temsil” boyutunun öne çıktığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Eğer TBMM’deki DTP Grubu etkili bir şekilde varlık gösterebilselerdi, belediyelerin siyasi ağırlığı azalabilirdi, fakat olmadı. Peki belediye başkanları “siyasi temsil” misyonunu ne derece yerine getirebildiler? Hayli tartışmalı bir konu. Şahsen Osman Baydemir’in bu noktada bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim.Batman’da önde gelen bir DTP’li şaka yollu şu uyarıda bulunuyordu: “Belediye bizde olduğu için yeşil sermayenin Batman’da gelişmesine ses çıkarmadık, hatta teşvik ettik. Ama belediyeyi kaybedersek aynı tutumu takınacağımıza garanti veremem.” Kimileri bunu alenen bir tehdit olarak görebilir. Haksız sayılmazlar. Peki gerçekleşebilir mi? Pekala mümkün. Zira belediyelerin DTP’ye oy veren kitlelerin sistemle kurdukları ender bağlar olarak görebiliriz. Bunların da ellerinden gitmesi durumunda kendilerini iyice “sistem dışı” hissedecek olan bu tabanın hassasiyetlerini AKP nasıl ve ne ölçüde giderebilir?
Her ne kadar medyada İstanbul ve Ankara’daki yarışlar öne çıksa da 29 Mart yerel seçimlerinin kalbinin Güneydoğu’da attığı kanısındayım. Çünkü bölgede kıyasıya rekabet içinde olan AKP ile DTP’nin gösterecekleri performanslar Türkiye’nin Kürt sorununun geleceğinde hayli etkili olacak. Güneydoğu’daki seçimlerde en çok, hangi partinin ne kadar oy alacağından ziyade, Diyarbakır başta olmak üzere il belediyelerini kimlerin kazanacağı merak uyandırıyor. Daha derine gidersek şu iki soru karşımıza çıkıyor:1) AKP, DTP’nin elinden Diyarbakır, Batman, Şırnak, Hakkari ve Tunceli belediye başkanlıklarından birini veya birden fazlasını alabilecek mi?2) DTP, hem elindekileri koruyup hem de Van, Siirt, Şanlıurfa, Mardin, Muş gibi il belediyelerinden herhangi birini(veya birden fazlasını) AKP’den kazanabilecek mi?Bölgedeki yarış her geçen gün kızışıyor ve her iki parti de bütün kozlarını peyderpey devreye sokuyorlar. Şu ana kadar Diyarbakır ve Batman’da seçim nabzı tutma imkanı yaşadım. Bu iki ildeki AKP mitinglerini izledim ve yine bu illerde DTP’lilerle ve vatandaşlarla sohbet etme imkanı buldum. Bugüne kadarki izlenimlerimden hareketle AKP’nin Diyarbakır kalesini düşürmesinin epey zor olduğunu, buna karşılık Batman’da daha başabaş bir yarış yaşandığını söyleyebilirim. Kuşkusuz geri kalan süre içinde çok şeyler değişebilir. Zaten seçim gününe kadar bölgeye başka vesilelerle de gitmeyi ve o Güneydoğu hakkında 29 Mart’a birkaç gün kala daha kapsamlı bir değerlendirme yapmayı düşünüyorum.Bildiğimiz taktikAKP’nin Diyarbakır mitingini izlerken önde gelen bir AKP’li bana “ne olursun iyi şeyler yaz. Burayı almamız tüm Türkiye için çok önemli” demişti. Sanıyorum miting sırasında NTV’ye yaptığım yorumlar ve ertesi gün Vatan’da çıkan yazım bu kişiyi tatmin etmedi. Zira söz konusu mitingin 2004 ve 2007 seçimlerinde aynı yerde yapılanlara kıyasla zayıf geçtiğini ileri sürdüm. Ardından bazı okurlar -ki içlerinde AKP’den hiç hoşlanmadıklarına yemin edenler de vardı- bana kızdı. Onlara göre Diyarbakır’ı mutlaka AKP almalı ve DTP devre dışı kalmalıydı. Benim gibi gazeteciler de bu “ulvi” amaca hizmet etmeliydi.Gazetecilik hayatımda bu türden tazyikler hep oldu ama hiç itibar etmedim, bundan sonra da etmeyi düşünmüyorum. Bugüne dek çok seçim kampanyası ve mitingi izledim ve elimden geldiğince objektif kriterlerden hareketle analizler yapmaya çalıştım. Kaldı ki tasvir ettikleri amaçların hiç de “ulvi” olmadığını çok iyi bilirim. Hatırlanacak olursa geçmişte RP, FP ve yakın zamanda da AKP’ye karşı, “en güçlünün etrafında birleşme” çağrıları yapılmış ve seçmenin tercihi üzerine ipotek koymaya yönelik bu girişimler asla hayata geçirilememişti. Hatta bu tür kampanyalar hep korkulan partilerin daha da güçlenmesine yol açmıştı.İlginç olan, dün kendisine karşı bu tür çağrılar yapılan AKP’nin bugün benzer bir yol tutturmasıdır. Diğer bir ilginç noktaysa iktidar partisinin “DTP’yi durdurabilecek yegane güç” olma kozunu daha seçimlerden çok önce, özellikle de kapatma davasının açılmasından sonra kullanmaya başlaması ve davanın sonucunun da gösterdiği gibi, bunda başarılı olmasıdır.Bu sefer tutar mı?Peki aynı taktik bu sefer de tutacak mı? Düne kadar merkez sağ ve sol partileri tercih etmiş seçmenlerin büyük bölümünün ve bölgede görev yapan devlet memurlarının -TSK mensupları dahil-ağırlıkla AKP’ye oy vereceklerini öngörebiliriz. Buna rağmen AKP’nin zaferi hiç de kesin gözükmüyor. Hatta Diyarbakır ve Batman’ı almak bir yana, elindeki bazı illeri kaptırmasının da ihtimal dahilinde olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki “ne yapıp edip AKP Diyarbakır’ı almalı” diyenlere de katılmıyorum. Neden bu görüşte olduğumu yarın tartışmak üzere.