Namuslu, onurlu ve kimsesiz bir fikir işçisi...

Onu tanıdığımda TRT’de Ateş Hattı programını yapıyordum...

32 yaşındaydım; yedi yıl Atina’da kaldıktan sonra Türkiye’ye dönmüştüm...

Yunanistan’da ve gittiğim her dünyada, “çok farklı görünen insanların” içlerindeki insanlığı görmüş; hayatı “ötekileştirerek değil, ancak insanileştirilerek” yaşayabileceğimi anlamıştım...

***

92-93 yıllarıydı...

Fikret Ertan isminde gözlüklü, şişman, entellektüel ve halim selim bir genç; Zaman gazetesinde dış politika yazıları yazıyordu...

Bir arkadaşımın arkadaşıydı...

Benim deli dolu programcılığımı merak etmiş, geldiği bir kaç ziyarette beni izlemiş, gözlüklerinin arkasından beni süzmüştü...

Namuslu, onurlu ve kimsesiz bir fikir işçisi...

***

İnsanın “has”ını “iyi”sini tanımaya başlamıştım...

“İnsanın yaramaz”ıyla arasındaki farkı artık anlayabiliyordum gözlerden ve davranışlardan...

O yıllarda İslami dünyaya ve çevrelere çok uzaktım...

Yugoslavya’daki farklı etnisiteleri, Bulgaristan’daki komünist rejimi, Arnavutluk’taki otoriter düzeni, Yunanistan’daki Ermeni, Yunan, Musevi, Makedon, Türk etnisiteleri dibine kadar biliyordum;

Haberin Devamı

Ne var ki Türkiye’deki İslami çevreleri, yaşamları ve tarzları hiç bilmiyordum...

***

Fikret Ertan; yıllar önce tanıdığım Abdurrahman Dilipak’tan sonra; İslami tarza yakın, muhafazakar olarak tanıdığım ilk gazeteci yazardı...

Tanıştığımızda; esasen hamurunun “iyi insan” olduğunu fark etmiştim...

Mahçup, kavga etmeyen, kendi halinde; saatlerce araştırmalar yapıp yazı yazan, onca yazının karşılığı aldığı üç beş kuruş parayla kıt kanaat geçinmeye çalışan bir gençti...

***

Yazıyla haşır neşir olmaktan o derece mutluydu ki; yüzlerce sayfa okuyor; yüzlerce sayfadan iki sayfa yazı çıkartıyor; onca araştırmanın sonunda çıkan iki sayfalık yazısı için aldığı entellektüel övgüden; duyduğu mutluluğu mahçup bir gülümsemenin ardında gizliyordu...

***

Ne İslami dünyaları biliyordum;

Ne de İslami dünyaların insanlarının yaşam tarzlarını, zevklerini, muhabbetlerini, ilgilerini, değerlerini...

O sıralarda Türkiye; bugünün Türkiye’sinden çok farklıydı...

“İslami yaşam tarzı, ya da muhafazakar kalemler”, bugünlerde olduğu gibi revaçta değillerdi...

Haberin Devamı

İki üç kez, TRT’ye ortak arkadaşımızı ziyarete gelirken, beni program yapmak için izlerken bile hafiften tedirgin olduğunu

hissediyordum...

***

Hiçbir tedirginlik duymaması için, ona aşırı bir özen gösteriyordum...

Deli dolu halime şaşırıyor, içki içen, muhafazakar hayatla ilgisi alakası bulunmayan bu genç gazetecinin; ‘niye böyle davrandığını’ çözmeye çalışıyordu...

Gözlüklerinin arkasından, mahçup mahçup beni izlediğini fark ediyordum...

Her rengin, her cinsin, her dilin, her dinin, her düşüncenin, her değerin, her farklılığın bir potada eriyeceği bir sistemi arzuluyordum...

Amerika; sinerjiyi “farklılıkta” bulmuş, öyle kanatlanmıştı...

Türkiye’nin de öyle olması gerektiğine inanıyor, farklılığa ve “öteki”ne duyduğum, vazgeçemediğim sempatiyi Fikret Ertan’a da gösteriyordum...

Aslında Fikret Ertan benden kat be kat daha entellektüel bir yazardı o günlerde...

Ne var ki benim gazetecilik müktesabatım ve konjonktür; “benim yetiştiğim dünyaların değerlerinden yanaydı...”

Haberin Devamı

***

Çok sonraları kendimde bir özelliği fark etmiştim...

Ben henüz 6 yaşında “Fenerbahçe ve Galatasaray gibi” popüler ve güçlü görüneni değil, “Beşiktaş gibi ‘halk ve öteki’ görüneni” seçtiğim günden beri “yaşamda güçlü değil; öteki”ne karşı duyduğum, vazgeçemediğim derin sempatiyle yaşıyordum...

Yıllar içinde Fikret Ertan’ın izini kaybettim.

Bir iki kez, ortak tanıdıklarımız, yaklaşık yirmi yıldır hiç sektirmeden, göz nuru alın teriyle yazdığı yazılara devam ettiğini söylediler...

Kimsenin adamı olmazdı...

Kimsenin dediğini yapmazdı...

Mütevazı evinin bir köşesinde, saatler boyu; Amerika’yı Rusya’yı analiz eder, okur çalışır; değme entellektüellere taş çıkartacak yazılar yazardı...

***

Hayret etmiştim; bu kadar çalışıp çabalayan bir adamın, “dünya nimetlerine bu kadar uzak olmasına, maddi, manevi hiçbir talepte bulunmadan, mahçup haliyle köşe yazarlığını inanılmaz bir disiplinle gerçekleştirmesine...”

Dün Ekşi Sözlük’te hakkında çıkan yorumlara baktım...

Bir Ekşi Sözlük yazarı; “Aradan geçen uzun bir sürenin sonunda artık iyice eminim ki Türkiye dışındaki olaylara en hakim, en bilgili köşe yazarı Fikret Ertan...” diyordu:

Haberin Devamı

-”Milli Savunma ya da Dışişleri’ne atasınlar bu adamı...”

***

Geçen Mart ayından beri çalıştığı gazetedeki yazılarını kestiğini dün söylediler bana;

Hafta içinde “evinde çalışırken vefat ettiğini” söyleyen arkadaşlar...

Uzun zamandır Eskişehir’de yaşadığı mütevazı evinde, çalışırken, üç damarı tıkalı kalbi daha fazla dayanamamış; ölüvermişti Fikret Ertan...

Fikir işçiliği namusunun, popülerlik, şan, şatafat gerektirmediğini anlatmak istercesine Türkiye’ye...

Bu satırları, yaşarken hakkını hiç veremediğimiz bir fikir işçisinin, namuslu, onurlu ve kimsesiz yaşamının nadide enllektüelitesinin, “insanlık için bir katkı oluşturması” için yazıyorum...

Fikret Ertan; az kişinin bildiği, öz kişinin takdir ettiği, çok mütevazı ama kendi içinde çok tutarlı ve mutlu bir hayat yaşamıştı...

O dört dörtlük bir entellektüeldi...

“Oyuncak bebeklerin” televizyonlarda artistik yaptığı, bas bas bağırarak, “fikir adamlığı” tasladığı bu dünyada, “namuslu ve kimsenin adamı olmayan bir fikir işçisi olarak”, hayata onuruyla veda etti...

Seni tanımak, hayatımın en “ayrıcalıklı anlarından biriydi” Fikret’im!..

Nur içinde yat...

ETRAFTAKİ KİRE VE PİSLİĞE İNAT!..

ayatın içinde olgunlaştıkça; geçmişten bugüne kişisel tarihimden süzülen değerlerin; hayatı hep “kendi mütevazı dünyalarında namusu, onuru ve bilgeliğiyle” yaşayan insanlar olduğunu fark ediyorum...

***

Onlara duyduğum bu “vazgeçemediğim ilginin”, gerçekte benden bir parçayı temsil etmiş olmalarından kaynaklandığını şimdi anlıyorum...

Gözümün önüne; Atina’nın yer altında sınırlı çevrelerde çok meşhur olan mütevazı bir müzik kulübü geliyor...

“Albaylar Cuntası”nı yaptığı müzikle devirdiği söylenen; hasır iskemleli Esperides’te, geceleri saatler boyu dinlediğim solistler geliyor gözümün önüne...

Şöhretin albenisinin dışında kalmayı başarmış; mikrofonsuz aryalar söyleyen sanatçılardı onlar...

***

Hayatta yaşadıklarımın rezümesini çıkartırken, nedense “şan, şatafat dolu kareler hiç gelmiyor gözümün önüne...”

Hep bir sahici tavır, hepbir onurlu duruş ve hep bir namuslu karakterler var, hayattaki “in”lerimin içinde...

Yaşadığım muhitte varolan kire ve pisliğe inat!..

DİĞER YENİ YAZILAR