Hayatım uçaklarda geçiyor...
Atina’da haber yetiştirmeye çalıştığım yıllarda, onlarca kez, son saatte karar verip, son beş dakikada uçağa girdiğim sayısız olayı hatırlıyorum...
Evim ve büromun olduğu yerle, havaalanı arasında; şehir içi trafikte 45 dakikada alınacak mesafeyi, 15 dakikada nasıl aştığımı, Atina trafiğinin ne hale geldiğini, tatlı birer anı olarak hatırlıyorum...
***
Bir seferinde Midilli adasına röportaja giderken, uçağın kalkışına 15 dakika kala, havaalanına ancak yetişebiliyorum...
Arabamı, yolcu giriş kapısının önünde yolun ortasında “öylece bırakıp”, bilet kontrolünden geçiyorum...
Döndüğümde, “havaalanı yolcu giriş kapısının önünde bıraktığım aracımın, yerinde yeller estiğini görüyorum...”
***
Sorup soruşturuyorum...
Arabamın; Atina havaalanının bağlı olduğu, dağ başı bir semtin karakoluna çekildiğini öğreniyorum...
Havaalanının ortasında bırakılan aracımın bir terörist saldırısı olduğundan şüphelenen polis; “aracı uzun süre bomba yüklü mü değil mi diye kontrol ettiğini” öğreniyorum...
***
Polisin aracın park ediliş şeklinden, terörist saldırısı olması ihtimaline karşı, arabayı apar topar dağ başına götürdüğünü ve “tutanağı” karakola teslim ettiğini anlıyorum...
***
Karakola gidiyorum...
Atina’ya alıştığım, Yunanlıları iyi tanıdığım, yıllardayım...
Sanki onlar suçluymuşcasına bir de üstüne tatava yapıyorum...
-“Basın arabası bu... Niye çektiniz bu arabayı?..”
Yüzüme bir enteresan bakıyorlar...
O araba orada yolcu kapısının önünde yolun ortasında nasıl bırakıldı diye sorarcasına...
Arabayı yolun kenarına park edecek zamanı bile bulamadığımı hatırlıyorum...
-“Neyse...” diyorum...
-“Bitirin işlemleri de çıkalım...”
***
O anda; beynimden vurulmuşa döndüren bir cevap veriyorlar...
-“İşlemler bu saatte bitmez... Bugün yapın işlemleri; yarın alırsınız arabayı...”
-“Benim; yarın katılacağım basın toplantıları var... Dağ başındaki bu karakola bir daha gelme imkanım yok... Arabayı bugün verin...” diyorum...
Yunanlı polis; “arabamı o şekilde bırakarak, hepsini uzun süre paniğe sevk ettiğim için”, beni bir şekilde cezalandırmak istiyor...
-“Üzgünüm ancak yarın alabilirsiniz...” diyor...
***
O sırada birkaç yıldır Yunanistan’da gazetecilik yapıyorum...
Hiç öyle altta kalacak halim yok...
Bizde bu durumlarda “ilaç gibi gelen meşhur s...” kelimesini okkalı biçimde savuruyorum...
On saniye içinde, tomsonlu polisler benim bulunduğum odaya girerek silahlarını bana doğrultuyorlar...
***
Gerekçe belli...
Görev başındaki memura hakaret...
Eden bir Türk gazetecisi...
Bulunduğu ülke Yunanistan...
Şaka gibi bir durum...
Yanımda bulunan İstanbul’lu Rum yardımcım Sofia; fenalık geçiriyor...
Bense hiç oralı değilim...
Yunan polisine sallamaya devam ediyorum...
-“Yarattığınız diplomatik skandal, başınıza bela açacak...
Bana dışişleri bakanlığını bağlayın... Basın yayın enformasyon bakanlığını bağlayın... Türk büyükelçiliğini bağlayın...
Yanina’ya tayininiz çıkar artık...”
***
Yanina dediğim yer; Yunanistan’ın kuzeyinde dağların ortasında tecrit edilmiş bir şehir...
Bizde eski “şark hizmeti” durumuna tekabül ediyor...
Atina’nın göbeğinden Yanina’ya gitme ihtimalini polisler ne derece ciddiye alıyorlar bilmiyorum; ama, “telaffuzu bile” morallerini bozmaya yetiyor...
Tomsonlarını hafif indirip, durumu analiz ediyorlar...
Bende en ufak bir geri adım olmadığı için; kuşkuya kapıldıklarını fark ediyorum...
***
Bir süre sonra karakolun başkomiserinin beni odasına çağırdıklarını söylüyorlar...
Sofia hala baygın, kolonyalar veriliyor... Ben durumun değiştiğini anlıyorum... İçeri giriyorum...
***
Karakolun başkomiseri nazik bir şekilde beni ve Sofia’yı buyur ediyor...
Ne olduğunu soruyor...
Olayı anlatırken; “silah doğrultan polislerden şikayetçi olduğumu, dışişleri bakanlığını, basın yayın enformasyon bakanlığını, Türk büyükelçiliğini acele aramalarını” istiyorum...
Başkomiser; “ama siz de onlara küfür etmişsiniz...” diyor...
***
Söylemiş olduğum s... kelimesi, Osmanlı egemenliği esnasında, “kültürel mübadeleye!!!” dahil olduğundan, Yunanca’da da aynı anlamı içeriyor ve Yunanistan’da iyi biliniyor...
Gerçek şu ki; ben de o sırada, o kelimeyi onların anlamını iyi bildiğini bilerek etmiş bulunuyorum...
-“Ama bana şöyle şöyle yaptılar...” diyerek durumu izah etmeye çalışıyorum...
***
Başkomiser o sırada bana, hassas bir soru soruyor...
-“Sayın Muhtar...” diyor...
-“Sizin ülkenizde, polise bu küfür eden kişiye nasıl davranılır...”
Soru ince bir ironi de içeriyor...
Yıl 1988...
Türkiye’nin 12 Eylül darbesinden yeni yeni çıkmakta olduğu yıllar...
Yunanistan’da ve Avrupa’da Türkiye; “Askeri darbelerin ülkesi” olarak biliniyor; “otoriterlik ve faşizmle” suçlanıyor...
***
Durum berbat...
-“Benim ülkemde bunu yapanı iyi bir şekilde hallederler...” desem, durup dururken Türkiye’yi suçlayacağım...
-“Yok hiçbir şey yapmazlar... İşi oluruna bırakırlar...” desem; yalan söylemiş olacağım...
-“Benim ülkemde polis gazetecinin arabasını alıkoyup bugün git yarın gel demez...” diyorum...
En azından “daha fazla köşeye sıkışamayacağım makule yakın bir cevap veriyorum...”
Başkomiser, meseleyi çözmeye niyetli olduğundan, daha fazla üstelemiyor ve ben “terörist arabası olduğundan kuşkulanılarak, karakola çekilen aracımı” alarak eve dönüyorum...
Sofia dönüş yolunda hala arabada, nefes alamıyor...
Burnuna kolonya tutmaya devam ediyor...
HAVAALANI TRAFİĞİ VE YETİŞİLEMEYEN UÇAK KALKIŞ SAATİ...
Uçağa yetişmek uğruna bu olayları dünyanın dört bir yanında leblebi çekirdek yaşayan ben; önceki gün İstanbul’da iki çocuğumla takside havaalanı yolunda yaşadığım çaresizlik karşısında isyan ediyorum...
***
Uçağın kalkmasına tam bir saat kırk beş dakika var...
Evden çıkıyoruz ve normal trafikte yarım saat bile sürmeyecek yolu rahat rahat geçip, uçağa binmeyi tasarlıyoruz...
TEM yolunda trafik var...
Şoför; “Sahile geçelim...” diyor...
***
O sırada bir anlık gafletle sahil yolunda trafik olup olmadığını sormuyorum...
Saat 16 suları ve İstanbul’da fazla bir trafik olmasının beklenmediği saatler bunlar...
TEM yolundan; sahil yoluna çıkmamız zaten kırkbeş dakikamızı alıyor...
Sahil yoluna çıktığımız Zeytinburnu’ndan itibaren öyle bir trafik var ki, uçağın kalkmasına bir saat kaldığı halde, yetişme ihtimalimiz hemen hemen kalmıyor...
Yirmi yirmibeş dakika o trafikte cebelleşiyoruz...
Taksinin içinde, daha sonraki uçaklara yer ayırtmaya çalışıyorum...
Sonraki uçaklar “dolu” diyorlar...
***
Gidemezsek kalacağız ve en az beş altı saat havaalanında geçireceğiz...
6 yaşında çocuklarla yalnızım...
İçimdeki sıkıntı büyüyor...
Çaresiz; yapacak bir şey bulamıyorum...
Sonunda şoföre “gir” diyorum...
-“Bakırköy’ün içine gir...
Semtin içinden havaalanına gitmeyi dene...”
***
40 dakika var ve şoför çaresiz durumu kabulleniyor...
Saat 18’deki uçağa girebilmek için 17.55’de check-in deskinin önüne geliyorum...
Görevliler haberli, ancak uçak 18’de kalkacak olsa görevlilerin yapacağı bir şey yok, çünkü uçak o dakikada çoktan kapılarını kapatmış olacak...
Check-in’deki görevli;
-“Bagajınızı alamayız...” diyor...
-“Ne bagajı siz bizi alın yeter...” diyorum...
***
Koşa koşa içeri giriyorum...
Her tarafım kan ter içinde...
Çocuklar kendi bagajlarını kendileri taşıyorlar...
Meltem Demirören Oktay’la, Kıvanç Oktay’ı görüyorum...
-“Biz de aynı uçaktayız rötar var biraz...” diyorlar...
O anda “şükreden halim” ve durumum görülmeye değer...
Bütün bagajları bir yere koyuyoruz...
Çocukları başına dikiyorum...
Bir an için nefes almaya çalışıyorum...
Dizi çekimi için güneyde olan anneleriyle buluşmaya gittikleri için Tanrı’nın çocukları koruduğunu ve biz yetişebilelim diye uçağın rötar yaptığını hissediyorum...
Bodrum Bodrum...