Gazetecilik hayatım boyunca bir sürü ülkeye gidiyorum...
En ateşli görüşmelerin, en ağır çatışmaların, en düşman kampların konuşlandıkları merkezlerden iş çıkartmaya çalışıyorum...
İlk zamanlar gazetecilerin çok gezen, çok yaşayan, çok bilen insanlar olduklarını düşünüyorum...
Her yeri gördüklerini, her yeri bildiklerini tahayyül ediyorum...
***
Hayatımda birçok yere gazeteci kimliğimle gidiyorum...
Günlerce gecelerce oralarda görev yapıyorum...
Fakat kısa zamanda; gazeteciliğin bir şehri görme, bir şehri yaşama, şehrin derinliklerine ve kültürüne inme mesleği olmadığını fark ediyorum...
Gazeteci olarak görevli gittiğim kentlerde, sabahtan gece geç saatlere kadar, zirvelerin yapıldığı otellerde, salonlarda haber peşinde koşuyorum...
***
Gün boyu 12 saat haber peşinde koşan gazeteciler gece, 20’den 21’den sonra, topluca bir yere yemeğe gidiyorlar...
Hep beraber yiyorlar, içiyorlar bir miktar dağıtıyorlar...
Mesleğin ritüeli, raconu, fıtratı öyle biçimleniyor...
***
Bir süre sonra bir şehirden bahsedilirken, gazeteci olarak gittiğim kentlerin, beş yıldızlı otelleri, zirvelerin yapıldığı salonları, kongre merkezleri, gece restoran ve kulüplerin olduğu mahallerinden başka bir şeylerini bilmediğimi fark ediyorum...
Şehri şehir yapan şeylerle ilgilenemediğimi anlıyorum...
***
Hollanda’nın Lahey kentindeki bir Avrupa Birliği zirvesini izledikten sonra, akşam geç saatlerde zirvenin içinde yer alan medyaya ait büyük salonu hatırlıyorum...
Yerlerde kağıtlar, masaların üzeri savaş alanından çıkmış gibi dağınıklığın ortasında, sanki “ordular gelmiş, yakmış yıkmış harap etmiş de gitmiş gibi bir tablo” var büyük salonda...
Medya orduları; bir olayı izlemek için; geliyorlar, yakıyorlar yıkıyorlar, izliyorlar ve arkalarında çöp yığınları bırakarak terk ediyorlar...
***
Gazetecilikte görünmez kural, izlediğiniz işin bitiminin ardından, hemen ertesi öğlen uçağınıza atlayıp, ülkenize dönmek biçiminde şekilleniyor...
Bir gün fazladan kalmak, pek kabul edilebilir bir davranış modeli değil...
Gazeteci biliyor ki; bir gün fazladan kalıp, bulunduğu şehri gezse, merkezdeki meslektaşları yüksek perdeden dedikodu üretmeye başlayacaklar:
-“Oraya gitti, işi izlemeyi bıraktı... Keyif çatıyor...”
Bunu söyletmek istemiyor gazeteci, rekabet halindeki diğer meslektaşlarına...
Onun için bir an önce dönüyor...
Bir nedeni daha var o kadar erken dönmesinin...
Entellektüel gibi görünen meslek; aslında pek öyle entellektüel bir meslek değil...
Haber peşinde koşan gazeteci; gittiği yerin kültürel boyutlarını, coğrafi, toplumsal şifrelerini merak etmiyor...
Haberini yapıp geri dönüyor...
HAYATIMIN ESTETİK DURAĞI ŞEHİR; MİLANO...
25 yıl sıcak zirvelerde, sıcak olayların göbeğinde yaptığım gazeteciliğin ertesinde 2005 yılında; hayatın estetiğini sunan ve keyif veren şehirleri; gazeteci olarak değil insan olarak yaşamaya karar veriyorum...
İlk duraklardan biri olarak Milano’yu seçiyorum...
***
Bir Cumartesi sabahı atlıyorum uçağa ve Milano’ya gidiyorum...
Şehrin estetiği bir anda içine alıyor beni...
Milano inanılmaz güzel bir şehir olarak görünüyor gözüme...
***
Herkes zarif, uyumlu ve estetik giyiniyor Milano’da...
Eskiden renk uyumu taşıyan ceket, pantalon, gkazak, çorap, ayakkabı kombini için “asorti” kelimesi kullanılırdı...
Milano’da herkes “asorti” giyiniyor...
***
Şehrin meydanı ve marka mağazalarının bulunduğu; üstü camla kaplı alışveriş merkezinde, ince bir zevkin imbiğinden geçmiş, zevkli bir gustoyla döşenmiş kafeler, restoranlar bulunuyor...
Milano’ya ilk çıktığımda, şehrin estetik merkezine geliyor, kendime bir espresso ısmarlıyor ve şehre öyle “merhaba” diyorum...
***
Kısa bir süre sonra; Milano vazgeçilmez şehirlerim arasına giriyor...
Fırsat buldukça Milano’ya gitmeye başlıyorum...
Hafta sonları iki günü orada geçirip, hafta başı uçağıyla dönüyorum...
Kendim yenilenmiş, zevkim incelmiş, gustom biçimlenmiş, tarzım zarifleşmiş olarak döndüğümü hissediyorum her Milano seyahatinin sonunda...
İSTANBUL’DAKİ MİLANO...
Zorlu alışveriş merkezi, açıldığında ilk günler, oradaki mağazaya transfer olan Vakko ve Beymen’deki dostların davetiyle alışveriş merkezine uğruyorum...
Sonra; yolu sapa geliyor ve “trafik olur sıkışır bunalırım” diye pek uğramaz oluyorum...
***
İki hafta önce bir iş için; Zorlu’ya uğruyorum yeniden...
Lucca’nın patronu Cem Mirap; Zorlu’da Cantinerie adı altında Amerikan bistrosu tarzında bir yer açıyor...
Kaç kez beni kendisi davet etmesine rağmen, Zorlu Center’a gidemediğimden; dükkanı görmek fırsatını bulamıyorum...
***
O gün iş için bulunduğum sırada, dükkanı ziyaret ediyorum...
Zorlu’nun marka mağazalarının bulunduğu meydan; tıpkı Milano’da hayatımın estetik, zevkli ve keyifli dakikalarını geçirdiğim meydan gibi...
Çocuklar olduğundan beri uzak kaldığım Milano’yu; İstanbul’un göbeğinde evime 15-20 dakika mesafede bir alışveriş merkezinin ortasında buluyorum...
***
Kafeler, restoranlar, mağazalar, markalar ve estetik;
Her şey Milano’daki gibi, zarif, narin ve kaliteli bu alışveriş merkezinde...
Lucca’nın ikizi Cantinerie bir Amerikan bistrosu tadında meydanda bulunuyor...
Yemekleri Lucca lezzetinde...
Havası ve ambiyansı şık bir Newyork bistrosu tarzında...
Doğuş grubunun zarif restoranı Cantinerie’nin hemen karşısında, meydanın öbür yanında konuşlanıyor...
***
Eatalia isimli İtalyan lezzetlerinin en ince detayına kadar satıldığı muhteşem bir de marketi var...
Daha saymadığım çok fazla şey var İstanbul’daki Milano’da...
Küçük havuzlardan, huzur bulan Avrupa kentlerinin zarif sinerjisi yayılıyor etrafa...
“Buon pommerigio” diyor sanki insanlar birbirlerine...
Havada bir Milano esintisi hissediliyor...