Herb ve Dorothy New York’ta kıt kanaat geçiren bir çifttiler...
Herb posta memuruydu...
Dorothy ise çok küçük bir Brooklyn Kütüphanesi’nde memur...
***
Dorothy eğitimliydi...
İyi okumuştu okullarda...
Ancak Herb hemen hemen hiç gitmemişti okula... “Özgür ruhluydu” Herb... Ne yapacağını başkaları söylediğinde içinde kabaran isyan duygusunu bastıramazdı... “Hayatım boyunca yapacaklarıma sadece kendim karar verdim...” diyordu... 1962 yılında Herb 40; Dorothy ise 27 yaşındayken evlendiler... Evliliklerini kutlamak amacıyla bir adet John Chamberlain heykelciği satın aldılar... Paraları o kadarına yetiyordu...
***
O günden sonra karı koca, sadece sanat eserleri için yaşamaya başladılar...
Bir küçük posta memuru, küçük bir kütüphanede çalışan karısıyla her akşam ele ele tutuşuyor, New York’ta ne kadar sergi açılışı varsa gidiyordu...
***
New York’un “minimalizmi ve kavramsal sanatı keşfettiği” yıllardı...
Kentin sanat camiası onları yavaş yavaş tanıyordu... O yıllarda New York’ta birbiri ardına sanat akımları çıkıyordu...
Tanımak, anlamak ve beğenmek kolay değildi o günlerde sanat eserlerini...
Ancak Herb ve Dorothy yılmadan büyük bir sezgi ve öngörüyle yeni sanat yapıtlarına yöneliyorlardı...
***
Sanatçılarla yakın ilişkiler kuruyor, devlet memurlarına has çok kısıtlı bütçeleriyle eserler alıyor, ancak hiçbir sanatçıdan hediye kabul etmiyorlardı...
EVDE KOLTUK ALTINA KONAN TABLOLAR...
Çok küçük bir apartman dairesinde oturuyorlardı karı koca... Evleri, bir küçük mutfak, bir oturma odası ve bir küçük yatak odasından ibaretti... Çalıştıkları yerlerde kimse sanatla ilgilerini bilmiyor, bundan kimseye bahsetmiyorlardı...
***
Bir gün Herb’in işyeri arkadaşlarından biri, yakını olan bir ressamın sergisini gitti...
Ressam; adamın çalıştığı yeri öğrenince;
-“Yahu...” dedi;
-“Senin çalıştığın işyerinde müthiş bir koleksiyoner var...”
Çalışma arkadaşı; ressamın Herb’le ilgili bu sözlerini duyunca donup kaldı...
***
-“Sabahtan akşama kadar posta memuru olarak kendi halinde, çıt çıkarmadan çalışan Herb mi koleksiyonerdi?..”
Sabahı zor edip; durumu Herb’e sormayı planladı... Sabah ilk işi Herb’e “New York sanat çevrelerinde tanınan bir koleksiyoner olup olmadığını” sormaktı...
***
Herb soruyu duyunca dehşete düştü...
Arkadaşına; “Aman...” dedi...
-“Sakın bunu buralarda kimselere söyleme... Bu kendi hobim için yaptığım bir iş...”
O derece içine dönük, hobisine ve kendi değerlerine düşkün birisiydi...
Yaptığı işin havasını atmak bir yana, duyulmasını bile istemiyordu...
***
Karı koca hiç para biriktirmiyorlar, neleri varsa, aşık oldukları sanat eserlerine harcıyorlardı...
Sanatçıları yolun başında, keşfediyor, onlardan küçük bir yapıt satın alıyor, yapıtların evlerindeki koltuğun altına koyacak kadar küçük olmasına dikkat ediyorlardı...
Taksiye binecek, kamyon tutacak paraları yoktu...
EN BÜYÜK SANAT KOLEKSİYONERİ HALİNE GELİYORLAR...
Beğendikleri sanat eserlerini mütevazı bütçeleri yetiyorsa hemen alıyorlardı...
Parayı da “cash” olarak ödüyorlardı...
New York’ta sanatçıların; “birileri gelse de bir resmimizi alsalar diye, kapı baca yolu gözledikleri günlerdi...”
Ev, resimler ve sanat eserleriyle doluyor, doluyor doluyordu...
***
Koltuğun altına koydukları eserler çoktan bitmiş, yatağın altını kullanır olmuşlardı... Bir süre sonra eserlerin kapladığı hacimden dolayı, yatakları gittikçe yükselmeye başladı...
O kadar yükselmişti ki, üstünde yatmaları bile sorun oluyordu...
***
Sanat eserleri bozulmasın diye, üstlerine battaniye ve çarşaf seriyorlardı... Ancak bir an geldi ki,
artık yapacak hiçbir şey kalmadı...
Ev oturulmaz hale gelmişti...
O günlerde Dorothy’nin ailesinden, Park Avenue’de bir daire miras kaldı onlara... O daireden gelecek parayla; “doğru düzgün bir hayat yaşamak” imkanı varken, karı koca, bu ihtimali de ellerinin tersiyle itti...
***
Daireyi satıp, bütün parayı yine sanat eserlerine yatırdılar...
Bir süre sonra New York’ta sanat çevrelerinde anlaşıldı ki; 1950 sonrası en büyük sanat birikimi posta memuru ve kütüphaneci karı koca Herb ve Dorothy’nin ellerinde bulunmaktadır...
KARI KOCA VOGEL’LERE YÜZ MİLYONLARCA DOLAR TEKLİF EDİLİYOR...
Ünlü National Gallery; Herb ve Dorothy’nin ellerindeki koleksiyonu satın almak için, başvuruda bulunuyordu...
Başka müzeler de, sıraya girmişlerdi...
Hepsi “sanatçıların meşhur olmadan önce yarattıkları sanat eserlerini alan” ve New York’un en ünlü koleksiyoneri haline gelen fakir karı kocanın kapısını arşınlıyordu...
***
Yaklaşık beş bin yapıt vardı ellerinde...
Değerine paha biçilemiyordu...
Yüz milyonlarca dolardı ellerindeki koleksiyonun bedeli...
***
Karı koca “göz nuru alın teriyle” yaratmışlardı bu koleksiyonu...
Müzelerin kendilerinden istediği miktara satsalar, dünyanın sayılı zenginlerinden olacaklardı...
Üstelik, bu koleksiyonu yapabilmek için, yıllarca yememiş içmemiş bütün paralarını sanat eserlerine yatırmışlardı...
Yatırımlarının karşılığını alma zamanlarıydı...
***
Oysa kimsenin tahmin edemediği ve bilmediği gerçek; onların bu “hayatı” kendi sanat duygularını tatmin etmek için yaşadıklarıydı...
Onlar bu işi para için yapmamışlardı...
Bütün koleksiyonlarını, ziyaretçilerden giriş ücreti istemediği için National Gallery’ye hibe ettiler...
Böylece sanat eserlerini, daha çok insan ücret ödemeden görebilecekti...
***
National Gallery 1000’den fazla yapıtı alamıyordu...
Bunun üzerine Herb ve Dorothy geri kalan 4000 eseri 50 eyalet müzesine eşit parçalar halinde bağışladılar...
Akıl almaz bir özveri, sevgi ve inançla, sürdürülen bir “keşiş yaşantısı”ydı onlarınki...
Sanat sevgisi uğruna, sanatın kuşaklar boyu sürmesi amacına yönelik bir “keşiş” hayatını gönüllü olarak benimsemişti karı koca...
HASAN BÜLENT KAHRAMAN...
Bu öyküyü dün; Hasan Bülent Kahraman’ın “Bakmak; Görmek; Bir de Bilmek” isimli kitabından okuyordum... Hasan Bülent Kahraman kitabı “Kardeşim Reha Muhtar’a Kolej’lilik duyguları ve nice anılarla” diyerek imzalamıştı...
***
Kitabı okurken; Hasan Bülent Kahraman’ın annesinin vefat ettiği haberi geldi...
Defin için Ankara’ya gitmişti...
Dün telefonla aradığımda;
-“90 yaşındaydı annem... Güzel bir hayat yaşadı...” dedi...
***
Sesi; hayatı ve ölümü bilgece kaldırabilen insanlarda görülen “tok”luktaydı...
Doğruydu söylediği...
Oğluna bu öyküyü yazdırtacak bir eğitimi veren anne, “güzel bir hayat yaşamış ve amacına ulaşmış bir kadın olmalıydı...”