Bir ay önceydi...
Öğlen saatlerinde, bir brasserie’de oturmuş yemek yiyordum...
Bir isim söylendi konuşmanın bir anında...
Bir anda; hayatımın son beş yılındaki bütün şifrelerin çözüldüğü, bütün nefretin, kinin ve intikamın ortaya çıktığı isimdi bu...
Beş yıldır beni “günahsız“ yere ölüme göndermeye çalışan adresin ta kendisiydi o isim...
***
Ne olduğumu şaşırmış, durumu tam anlayabilmek için günlerce, haftalarca olayların üzerinden geçmiştim...
Nasıl bir intikam duygusunun “böyle bir suikast zincirini tetikleyebileceğini“ anlayamamıştım...
Düşündükçe, konuştukça, paylaştıkça olayların gerisi geliyordu...
Her şey bütün gerçekliğiyle ortaya çıkıyor;
Ben, çocuklarım ve ailem, anneme ve babamdan öteye; geçmiş nefretin öznesi sayılan tüm insanlara yapılmış; bitmek bilmeyen bir intikam operasyonu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyordu...
***
Son yıllarda yaşanan davaların özellikle birisinin ardında “sanıklara ve cadı avına maruz kalanlara yönelik“ kampanyanın intikam mimarisi ortaya çıktıkça gözlerim faltaşı gibi açılıyordu...
Her şey ortaya çıkıyor, karanlık noktalar deşifre oluyordu...
***
Önceleri “öğrendiklerime“ inanamıyordum...
Zaman insan için inanılmaz bir panzehir oluyor...
En ürkütücü gerçeklere bile hayat sizi alıştırıyor...
“Bu büyük ve bitmek bilmeyen nefret“ karşısında, önce öfkeleniyor, sonra bunu nasıl anlayamadığınıza hayıflanıyor; sonunda rahatlıyordunuz...
Ancak rahatlama; “ilk andaki öfkenizi“ yatıştırmaya yetmiyordu...
***
Bu süre zarfında Paris’e gittim...
Çocuklarımla yakın durup, birbirimize sokulup sevgimizi buram buram hissettiğim günler geçirdim...
Arkasından annemi ve babamı alıp, çocuklarla birlikte bir yılbaşının gecesinin birlikte geçen sıcaklığında “içimi huzurla doldurdum...”
***
Hiçbir şey söylemedim onlara...
Babam felç geçirmişti...
Sol bacağının üzerinde desteksiz yürüyemez hale gelmişti...
Beş yıl korku filmlerine konu olacak bir dehlizden geçmiştik, o sıralarda bir yaşında olan çocuklarım, büyüklerim ve ben...
***
Hayat bizi ailecek hiç bilmediğimiz dünyalara savurmuştu...
Olaylar yaşamımı, hiç tahmin etmeyeceğim bir düzleme taşımıştı...
Yaşam artık bambaşka bir perspektiften görünmekteydi gözlerimize...
***
Ruhum daha önce hiç bilmediği, görmediği, yaşamadığı bir mecraya doğru yönelmişti...
Hayat değişmişti...
Bütünüyle ve bir daha geri dönmeyecek şekilde...
***
Önceki sabahın ilerleyen saatlerinde, bir duygu patlaması olduğunu fark ettim yüreğimde...
Adını koyamadım o anda tam...
Dün sabah bir arkadaşımın; bir yazıma referans yaparak gönderdiği Marquez’in veda sözlerinde buldum o sihri...
***
Şöyle diyordu ölmeden önce yazdığı veda mektubunun bir satırında Gabriel Garcia Marquez:
-”Tanrım; eğer bir kalbim olsaydı, nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin çıkmasını beklerdim...”
Dün Marquez’i bir daha okudum...
Onu izlemeye karar verdim...
Ve güneşin çıkmasını beklemeye koyuldum...
*****
TÜRKİYE VE DÜNYA İÇİN MARQUEZ’İN VEDA MEKTUBUNU YAYINLIYORUM...
“Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim;
Ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm...
***
Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim...
Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm...
***
İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır...
Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim...
Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim...
Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım...
***
Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım...
Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin çıkmasını beklerdim...
***
Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim...
Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim...
***
Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı...
Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim... Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim...
***
Ve aşk içinde yaşardım...
Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım...
Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır...
***
Çocuklara kanat verirdim...
Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım...
Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim...
***
Ey insanlar!..
Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim...
Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim...
***
Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim...
***
Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim
pek işe yaramayacak...
Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir
şekilde...
Artık ölebilir miyim?..”
Garcia Gabriel Marquez