Birkaç ay önce Eleni geliyor, iki erkek arkadaşıyla birlikte...
Birkaç ay sonra bir daha geliyorlar aynı grupla...
Sonra Yunanistan’a dönüyor Eleni...
İngiliz gazeteci arkadaşım Gillian Whitaker’la konuşuyorlar...
-“Reha’yı gördüm...” diyor...
-“Arka arkaya birkaç gün beraber olduk...”
Gillian söze giriyor...
-“İstanbul’a gittiğimde görmek isterim...” diyor....
***
İkinci gelişinde Eleni’den telefonunu alıyorum Gillian’ın...
Türkiye’deki gemi sektörünü 30 yıldır takip ediyor Gillian...
Hem Yunanistan, hem Türkiye, hem Kıbrıs’ta bütün bölgenin “gemicilik sektöründeki en iyi uluslararası kalemi o...”
Mesaj atıyorum:
-“Türkiye’ye geldiğinde haberim olsun, buluşuruz...” diye...
***
-“29 Mart’ta geliyorum... Orada mısın?..” diyor...
-“Evet...” diyorum;
-“İstanbul’dayım geldiğinde ara...”
Bu konuşmadan sadece iki gün sonra çok ilginç bir olay oluyor...
İngiliz Başkonsolosluğu’nda görevli Bige Hanım telefon ediyor...
-“Reha Bey...” diyor...
-“İngiltere’ye özel bir gazeteci grubu için davetimiz var... Güneri Bey (Cıvaoğlu), Ertuğrul Bey (Özkök) ve sizi davet ediyoruz...
İngiltere’nin yaşam biçimi, hayatı, kültürel zenginlikleri üzerine keyifli üç gün geçireceğiz... 29 Mart’ta gidiyoruz... Bize katılır mısınız?..”
***
Hayatta tesadüf gibi görünen şeyler aslında tesadüf değillerdir...
Otuz yıl sonra meydana gelen “birbirinden benzersiz ve kopuk görünen iki olay; aynı güne denk düşüyor...
Beni o anda birinden birini tercih etmek zorunda bırakıyor...”
Bu bir tesadüf değil, bir “niyet tercihinin” zorunlu tecellisi...
*****
‘TEK BAŞINA BÜYÜMEYİ ÖĞRENDİĞİM ÜLKE; İNGİLTERE’
İngiltere; benim kişisel yaşamımın çok önemli bir kavşak noktası...
Tek çocuğum ben ve ailenin “ilgisi ve gözü” daima üzerimde büyüyorum...
Ergenlik çağında, çantamı sırtıma alıp, Bodrum’a, Antalya’ya, dağlara, denizlere tek başıma gitmişliğim yok...
Hayatımın ilk tek başına seyahatini;
yurt içine değil, yurt dışına yapıyorum...
Uçağa atlıyorum, İngiltere’ye; tanıdık hiç kimseyi not defterime kaydetmeden, tek başıma Londra’ya uçuyorum...
Orada mütevazi bütçemle kendime bir otel buluyorum...
Birkaç gün Londra’da geçiriyorum...
Sonra trene biniyorum Cambridge’e gidiyorum...
***
Kayıt yaptırdığım okulu buluyorum...
Kayıt yaptırdığım okuldan, yanlarında kalacağım aileyi buluyorum...
İlk aile başkası geleceği için olmuyor...
Yeni bir aile ve ev için tekrar okula gidiyorum...
Başka bir aile bulunuyor...
Oraya gidiyorum...
İki katlı tipik bir Cambridge evi orası...
Valery dul bir kadın; ergenlik çağında iki çocuğu var...
Bana üst katta bir oda veriyor...
Banyo yapıyorum ve o gece ilk kez ailemden binlerce kilometre uzakta “bir yabancının evinde, boydan boya kırmızı halı kaplı evin küçük kızının odasında uykuya dalıyorum...”
***
Cep telefonu yok o zamanlar...
İlk telefonumu ancak bir iki hafta geçtikten sonra İngilizler’in ünlü kırmızı telefonlarından İstanbul’a ettiğimi hatırlıyorum...
Ailemle, ülkemle, arkadaşlarımla herkesle bağlantımı koparıyorum...
Yalnızlığın girdabında “tek başıma büyümeye çalışıyorum...”
***
Ertesi gün okula gidiyorum;
İsviçre’li Brigitte’le karşılaşıyorum...
Okul başlıyor ve hayatım Cambridge’de; Türkiye’den çok uzak dünyalarda, bambaşka özgürlüklerde, bambaşka mecralara yelken açıyor...
*****
YÜREĞİNİZ HANGİSİNİ İSTİYOR?..
İlk kez ailemin olanaklarıyla gittiğim İngiltere’ye sonraki yıllarda da gazeteci olarak çok kez gidiyorum...
Tatiller geçirmeye, İngiliz gazeteci arkadaşlarımı ziyarete, evi olan arkadaşlarımla bir arada olmaya gidiyorum... Ancak İngiltere’den resmi olarak “bugüne kadar hiç davet almışlığım yok...”
***
Gazeteciliğin 35. yılında ilk kez İngiltere’den resmi bir davet alıyorum...
Bige Hanım’ın, konuşmasından, tarzından; davetin üst düzey bir ağırlama olduğunu fark ediyorum...
Doğal olarak böyle bir İngiltere seyahati; “hayatımda büyümeye başladığım yılların, ilk nostaljik sahnelerinden birine, üst düzey bir ağırlama için muhteşem bir fırsat” olacak...
***
Ne ki;
Birincisi; Ben bu seyahatler süresince; büyümekte olan çocuklarımdan uzakta kalmak istemiyorum...
“Bu ülke İngiltere gibi bende özel anıları olan bir ülke olsa bile”, bu aralar çocuklarımdan uzakta geçirilecek, seyahatler bana anlamlı gelmiyorlar... İkinci olarak; daha iki gün önce Gillian’a vermiş olduğum söz aklıma geliyor... İngiliz kadın gazeteci arkadaşım Gillian’la tam 28 yıl sonra yeniden karşılaşacağız...
Saatlerce konuşacağız...
28 yıllık ayrılığın üzerinden hayatlarımızın rezümesini çıkartacağız...
***
Kalbim “hayatımın son 28 yılının rezümesini çıkartmak, Atina’daki genç gazetecilik günlerimden mütevellit bir nostalji dünyasında sörf yapmayı arzuluyor...”
*****
“ATİNA’DA DÜKKANLAR KAPANIYOR, HER DÜKKANIN ÖNÜNDE KİRALIK VE SATILIK LEVHASI VAR...”
Dün öğlen Gillian’la buluşuyoruz...
28 yıl sonra ilk kez karşılaşıyoruz...
Beraberken birkaç yıl, oysa beraber değilken birbirimizi bilerek bir hayat geçirmişiz karşılıklı...
Onu; hayatın mücadelelerinden süzülmüş, yaşamın zorlu dramatik dalgalarını teker teker sörfüyle aşmış bir halde görüyorum...
***
26 yıl beraber yaşadığı erkek arkadaşıyla birbuçuk yıl önce evleniyor... İki ayrı evde, birbirlerinin “bireysel alanlarına dokunmadan” yaşıyorlar 28 yıldır...
***
Tanıdığım günlerdeki gibi, yine “uluslararası gemicilik sektörünün en yetkin kalemi...”
Atina’yı konuşuyoruz saatlerce...
“Ekonomik krizin, dükkanları, işyerlerini nasıl birer birer vurduğunu, maaşların nasıl yarı yarıya indiğini” söylüyor bana...
Bu haberler gazetelerde, televizyonlarda da çıkıyor...
Ancak ortak gazeteci tanıdıklarımızın aldıkları maaşların “nasıl yarı yarıya indiğini söylediğinde” Atina’daki hayat yıldırım gibi çarpıyor yüzüme...
***
Gazetecilerin, buralarda da işsizliğinin çarpıcı boyutlara ulaştığını anlatıyorum...
Ekonomik krizin Yunanistan’ın yaşam biçimini tamamen değiştirdiğini söylüyor bana...
-“Tavernaların yerini ‘cafe’ler aldı...” diyor...
Yolda yürürken birçok dükkanı kepenkleri kapalı halde göreceğimi anlatıyor...
***
Sonra kendinden ve hayatı nasıl karşıladığından bahsediyor bana...
Ona şöyle diyorum:
-“Atina günlerimizde, hayatı sadece yaptığım gazetecilikten ibaret görürdüm... Şimdi hayata baktığımda, yaşamda mutluluğu yakalamanın bir yaşam mühendisliği olduğunu daha iyi fark ediyorum... Hayatı karşılamak, mutlu olabilmek, hayatın keyfine varabilmek, bilgeliğe sahip olabilmek, başka bir mühendislikmiş... Onu ancak yıllar içinde anlayabiliyorum...”
Sonra ilk günün veda zamanı geliyor...
Onu taksiye bindiriyorum... Oteline uğurluyorum...
Atina’daki gazetecilik günlerim gözümün önünde uçuyor şimdi... Gecelerden sabahlara dek uzanan bohem günler ve geceler...
Bob Dylan söylüyor şimdi...
-“The answer my friend is blowin’ in the wind...”
(Cevap; havada uçuyor dostum...
Cevap havada uçuyor...)
-“The answer is blowin’ in the wind...”