Her sezon hikayelerden rejiye bir sürü şeye takılıp peşinden gidiyoruz dizilerin. Ancak bu sezon en çok oyunculuk performanslarını konuşuyoruz. Son beş yıldır bu kadar lezzetli performanslar izlemediğimize de eminim. Senaryo, reji, prodüksiyon, kanal ve oyuncu bir projeyi desteklediğinde ortaya tadından yenmez bir yemek çıkıyor. Fakat bu sezon beş maddeyi de bir arada bulmakta zorlandığımızı itiraf etmeliyim.O nedenle iş oyunculara düştü. Ben bu yıl ekrandaki dizilere daha da tutunmuş, işine sahip çıkan oyuncular görüyorum. Aras Bulut İynemli, Erkan Kolçak Köstendil Çukur’da harikalar yaratmıyor mu? Ufak Tefek Cinayetler’de Gökçe Bahadır, Aslıhan Gürbüz, Tülin Özen’i hayranlıkla izlemiyor muyuz? Vatanım Sensin’de Halit Ergenç, Bergüzar Korel, Onur Saylak, Okan Yalabık diziye bağlanmamızı sağlamıyor mu? Kızlarım İçin’de Fikret Kuşkan’ı bağrınıza basmak istemiyor musunuz? İstanbullu Gelin’de adeta oyunculuk şöleni yok mu? Savaşçı’da her oyuncunun elini taşın altına soktuğunu hissetmiyor musunuz? Meryem’de Ayça Ayşin Turan ve Cemal Toktaş’ı izlerken inanmıyor musunuz? Bizim Hikaye’de Hazal Kaya, Kadın’da Özge Özpirinçci sizi peşinden sürüklemiyor mu? Dolunay’da Nazlı’nın çaresizliğine kapılıp gitmiyor musunuz? Bu örekler say say bitmez. Kendi adıma bu durumdan mutluyum. Çünkü çok uzun süre ekranda hikayenin hatırına giden oyunculuk performansları izlemiştik. Anladım ki, sektörün bu kötü gidişatına oyuncular artık “dur” demek adına işlerine asılıyor. İşin ironik yanı, herkes zaten işini yapıyor ama işini düzgün yapan insana hasret kaldığımız için hakkını verenleri de alkışlamak gerekiyor.Ayla şimdi final yaptıHayatın öyle bir dengesi var ki şaşırmamak elde değil! Vizyonda bir film var, adı Ayla. Türkiye’nin Oscar adayı film; bir Türk askerinin Koreli küçük bir kıza sahip çıkışını, ayrılışlarını ve sonunda kavuşmalarını konu ediniyor. Süleyman Dilbirliği adındaki bir Türk askerinin hayat hikayesini anlatan Ayla, gişede 4.5 milyona ulaştı bile... Bu hüzünlü ama mutlu sonla biten film önceki gün bambaşka bir final yaptı. 91 yaşındaki Dilbirliği vefat etti. Hastaydı, hikayesini vizyonda izledikten sonra yoğun bakıma girdi. Önceki gün de ne yazık ki hayatını kaybetti. Aradan tam 12 saat geçmişti ki, eşi de onsuzluğa dayanamayarak vefat etti. Birlikte cenaze namazları kılındı ve gömüldüler. Koreli Ayla ise cenazelerine yetişemedi. Ayla böylece gerçek finalini yaptı. Süleyman Dilbirliği’nin Ayla’yı bulma serüveninde onu bir an olsun yalnız bırakmayan eşi Nimet onu ölümünde de yalnız bırakmadı. Ailelerine sabır diliyorum. Peki, bizim bu hikayeden çıkarmamız gereken ders ne? Belki de bu hüzünlü hikaye sevginin, çıkarsız sevginin ne olduğu üzerine biraz daha emek harcamamız gerektiğini hepimize hatırlatır.
Tartışmasız bu sezonun en çok öne çıkan dizisi Ufak Tefek Cinayetler oldu. Nereye gitsem, kiminle konuşsam herkesin dilinde bu dizi var. Sanırım uzun zaman sonra ilk defa bir kadın projesi insanları bu kadar kendisine bağladı. Aslında bir önyargıyı da sildi. Demek ki kadın işleri de izleniyormuş, hep birlikte görmüş olduk. Evet, stilize hayatlar izlemeyi seviyoruz ama bu işi alıp bambaşka bir dünyaya koysalardı da izlerdik. Şimdi o dört kadını alın ve bir mahalleye koyun. Başlarına yine aynı şeyleri getirin izlemez miydiniz? İddiaya girerim gözümüzü kırpmadan izlerdik. Çünkü Ufak Tefek Cinayetler bizi içimizdeki kötüyle yüzleştiriyor. Fakat işi büyüten ve reytingi artıran formül başka! Ufak Tefek Cinayetler’de inanılmaz stilize bir dünya var. Bu da bize bir oyun oynanmasını sağlıyor. Yani izlediğimiz kadınlar bir yandan biz olurken, diğer taraftan bizimle hiç alakası olmuyor. İşin özü; kendi kötülüğümüzle yüzleşirken, bir yandan da öyle bir hayatımız olmadığı için durumu inkar ediyoruz. Tıpkı hayatın içinde de yaptığımız gibi aynı yalana sığınıyoruz. Kendimizi inkar edip suçu hep başkasına atıyoruz.Geçmiş olsun Hakan ve ElifAkıl tutulması, adalet şaşması yaşadığımız bir dönemden geçiyoruz. Önceki akşam Hakan Yılmaz ve eşi Elif bilinen bir otelde saldırıya uğradı. Üstelik nedeni Yılmaz’ın yanına gelip “Beni tanıdın mı? diye soran kişiye “Tanıyamadım” cevabını vermesi... İnsanın aklı almıyor, bir ünlüye beni tanıdın mı diye soruyorsunuz, cevap hayır olunca hem ona, hem de eşine saldırıyorsunuz. Üstelik Elif’in başına vuruyorsunuz. Araya giren otel görevlileri de sizi ayıramıyor. Sonunda polis geliyor. Hakan ve Elif şikayetçi oluyor, ancak saldırgan ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılıyor. İşte bu sonuca ağzınız açık kalıyorsunuz. Korkuyorsunuz, adalet nerede diye çığlık atıyorsunuz. Çünkü bu haberlerin ardı arkası kesilmiyor. Herkes kim olduğunu kanıtlamanın derdinde, kimsenin saygıyla işi kalmadı. Herkesin tek derdi görünür olmak. Nasıl olduğuysa kimsenin umurunda değil! Hakan olayı Twitter hesabından “kaygılarımla” diyerek paylaştı. Haklı, çünkü olay korkunç, sonrası daha da tüyler ürpertiyor. Adalet kişiye özel bir şey değildir. Ortada bir suç var. Darp edilmiş bir kadın ve adam var. O nedenle o saldırganın vakit kaybetmeden ceza alması gerekiyor. Zaten bu olayların son zamanlarda ardı arkası kesilmiyor. Suç en çok görünür olan şey! Üstelik bu tip bir olay bir ünlünün başına geldiğinde ve karşı taraf ceza almadığında durum daha da meşrulaşıyor. Bu zihniyet elini kolunu sallayarak “Ne de olsa kime yaparsam yapayım başıma bir şey gelmeyecek” diyerek suçu daha da görünür hale getiriyor. Hakan ve Elif çok geçmiş olsun, umarım bu olaya karışan herkes bir an önce cezasını çeksin.
Bu yıl ocak ayının ilk haftasında bir dizi önerisinde bulunmuştum. İçinizin umutla dolmasını istiyorsanız “This Is Us izleyin” yazmıştım. İşte o dizi ikinci sezonuyla karşımızda şimdi... Uzun yıllardır bu kadar büyük bir bağla izlediğim dizim olmamıştı. Sektörden kimi görsem bu işi önerip “Keşke bizim de bu kadar güzel mesajları olan bir dizimiz olsa” diyorum. Kendime izlerken çok şaşırıyorum, çünkü kahkaha atarken gözümler yaşlar akıyor ya da tam tersi bir durum yaşanıyor. Dizi öyle çok büyük prodüksiyonlar peşinde koşmuyor. Küçücük bir dünyası var. Ama o kadar gerçek, o kadar doğru bir yerden aile olmayı anlatıyor ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Senaristliğini Dan Fogelman, yönetmenliğini Glenn Ficarra ve John Requa’nın yaptığı dizide; Milo Ventimiglia, Mandy Moore, Sterling K. Brown, Chrissy Metz ve Justin Hartley rol alıyor. Dizinin konusuna gelince; aynı gün doğan 5 kişinin hayatlarına tanıklık ediyorsunuz. Çocuk bekleyen Jack ve Rebecca, dizi oyuncusu Kevin, şişmanlığına çözüm arayan Kate ve mükemmel olmaya kafayı takmış Randall. Bambaşka hayatlarına konuk olduğumuz bu beşli öyle bir şekilde bir araya geliyor ki, zaten sonra peşlerinden ayrılamıyorsunuz.Başka birinin çocuğunu sevebilir misiniz?Jack Pearson karakteri adeta dünyanın en iyi babası nasıl olunur öğretiyor. Aynı zamanda en fedakar aşığını izliyorsunuz. Onun çocukları için yapamayacağı hiçbir şey yok. İmkansızı oldurabiliyor. Çocuklarına güven aşıladığı bir bölüm var ki, ben ağlamaktan ve aynı anda gülümsemekten kendime gelemedim 3 gün boyunca... Rebecca Jack’in hep yanında, aşkın, anneliğin karşılığını ödemeye çalışıyor. Öyle muhteşem bir adamla beraber ki, onun kadar iyi bir insan olmak için çabalıyor. Bazen tökezliyor ama kalbinin sesini dinlemekten hiç vazgeçmiyor. Kevin kaybolmuş bir oyuncu. Hayalleri ve gerçekleri arasında hep arafta kalıyor. Kaybolmuşluğunu çocukluğunda arıyor. Kate’in en büyük sorunu kilosu ve babasını kaybetmesi... İkizi Kevin’la kardeşlik bağı izlemeye değer. Randall işte o öyle bir şekilde dahil oluyor ki hikayeye sizi hep bir soruyla baş başa bırakıyor. Bir başka çocuğu kendi çocuğunuz kadar sever misiniz? Ailenizin sizin kadar seveceği hatta bazen sizden daha fazla özen göstereceği başka bir çocuğa kardeş diyebilir misiniz?Entrika, kötülük reyting getirmediDaha fazla bilgi verip işin heyecanını bölmeyeyim. Ancak ekranı insanın kötülüğüyle yüzleştiren diziler kaplamışken, This is Us yani Bu Biziz benim için bambaşka bir pencere açtı. Neden hep kötülüğü seçen insanları izlemek zorundayız. Kötü olayların arasında iyi insan olmak için mücadele edenleri izlemek emin olun insanı sıkmıyor. Öğrenilmiş gerçeğimizde entrika, kötülük ve düşmanlık reyting yapıyor. Gerçi bu sezon onların da reyting alamadığını gördük. Ama bence hayatın kendisi bu kadar kötüyken insanların içine iyilik tohumları ekecek projeler izlemeye de ihtiyacımız var. Romantik bir bakış açısında olduğumu da düşünmüyorum. Zira; Amerika gibi bir ülkede This is Us daha ilk sezonundan üç sezon onayını bile aldı. Çünkü insanlık kendi kötülüğünü izlerken içindeki iyiyi de görmeyi özledi. Umarım Türkiye’de de karakterler üzerinden insan denen varlığın derinine inilen ve sadece tek bakış açısından bakılmayan duyguda işler izlemek bize de nasip olur.
Kimseye haksızlık etmek istemem ama bir işte Zerrin Tekindor adını gördüğümde büyük bir güven hissi doluyor içime... Çünkü biliyorum o bir işin içine girdiyse bize lezzetli bir oyunculuk performansı sunacak. Mutlaka kendi karakteri üzerinden bizi bir şeyi sorgulamaya itecek. Çünkü sanatın ve sanatçının yaptığı şey budur. O da bunun hakkını veriyor. O nedenle ben biliyorum ki; bir dizi, sinema filmi ya da tiyatro oyununda Zerrin Tekindor varsa ben elimde ne iş varsa bırakıp izlemeliyim. Önceki akşam Tennessee Williams’ın Arzu Tramvayı adlı eserinin Uniq Hall’da prömiyeri vardı. BKM ve ID İletişim ortak yapımı prodüksiyonun prömiyeri de oldukça renkliydi. Neredeyse sektördeki herkes oradaydı. Salonun tamamı doluydu. O nedenle oturduğum yerden sahnenin yarısını göremesem bile ara dahil 155 dakika olan oyunu sonuna kadar takip ettim. Öncelikle oyunun kadrosundan bahsetmek gerek... Zerrin Tekindor, Onur Saylak, Şebnem Bozoklu, İbrahim Selim, Erdem Kaynarca, Onur Gürçay, Asena Girişken, Melih Düzenli, Özer Keçeci, Beste Güven rol alıyor. Ancak tabii ki oyunun ağırlığı Blanche, Stanley, Stella ve Mitch arasında geçtiği için Tekindor, Saylak, Bozoklu ve Selim’e odaklanıyorsunuz.Duygudan duyguya geçiş yapıyorOyun; sizi gerçeklik ve hayal dünyası arasında bir sorgulamaya itiyor. Gerçekler mi daha acıdır yoksa istenilen, hayal edilen hayatların anlatılması mı? Blanche yıllar sonra kız kardeşi Stella’nın yanına gelir ve kılıktan kılığa, duygudan duyguya geçiş yapar. Onu bazen utangaç, bazen kompleksli, bazen nezaket takıntılı, bazen arzusuyla cezalandırılmış bir halde izliyorsunuz. Zerrin Tekindor Blanche performasıyla gerçekten dakikalarca ayakta alkışlanmayı hak ediyor. Statü, arzu, hayal gücü ve gerçekliğin insanı düşürdüğü çaresizliği resmediyor. Şebnem Bozoklu Stella performansıyla öyle iyi paslar atıyor ki iki kadın oyuncunun resitalini izliyorsunuz. Onur Saylak’ı Arzu Tramvayı’nın Stanley’i olarak sadece sırtını izlemek zorunda kaldığım bir yerden izlesem de duygusunu hissettim. Stanley’in Blanche’a olan öfkesini, kabalığını savrulmadan anlattı.Kabalık ve nezaketin savaşıİşin özü; Hollywood’da defalarca filme çekilen, 4 Oscar’ı olan, defalarca sahnelenen Arzu Tramvayı’nı yapmak iddialı bir karar.Haluk Bilginer’in çevrisinde, Hira Tekindor’un yönetmenliğinde izlediğimiz Arzu Tramvayı iyi bir açılış yaptı. Blanche’ın Stella ve Stanley’in hayatına dahil olmasıyla değişen hayatlarını, kabalık ve nezaketin savaşına tanıklık ettiğiniz oyunu izlemenizi tavsiye ederim.
Her 3 yılda bir böyle bir yazı yazacağım gibi görünüyor. En son 2014’te aynı başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Tam 3 yıl önce de kanalın aynı sorununu dile getirmiştim. O günden bugüne kanalda üç yönetici değişti ama sorun devam etti. Peki ama bu kanalın bitmek bilmeyen sorunu ne? Kanal D tartışmasız Türk televizyonculuğunun en önemli markası. İddia ediyorum o marka bilincini hala kaybetmedi. Ancak bir önlem almazsa çok yakında o güvenini izleyici gözünde kaybedecek. Çünkü izleyici artık sızlanmaya başladı. Bir haftada 7 gün var ama kanalın sipariş ettiği dizi sayısını inan ben bile takip edemedim. İş öyle bir hale geldi ki, hangi dizi yayına girdi ve ne zaman yayından kaldırıldı takip etmesi çok zor. Eskiden diziler 6 bölümde biterdi, şimdi ilk bölümüyle ne olacağı belli olmayan dizilerle dolu Kanal D ekranı. Mesela Sibel Can ve Emre Kınay’ın başrollerini oynadığı Sevda Bahçesi dizisi ne zaman başladı, nasıl bitti kimse anlamadı. Annem bana “3 bölüm tutacak mı diye bekledim, sonra izlerim diye düşündüm. Ama bitmişti” dedi. Düşünün annem bile bir diziyi izlemek için artık 3 bölüm yayınlanmasını bekliyor. Ver Elini Aşk ve son olarak Hayati Ve Diğerleri de cabası... Yüksek reyting almadığı için dizilerinin kaldırılması normal ama bu kanala her yapımcı önce en iyi işini getiriyor. Nasıl oluyor da bu işler seçiliyor zaten anlamak zor. İnanılıp yatırım yapılan işlerin de arkasında durulmuyor. Kanal D resmen deneme yanılma tahtasına döndü. O kadar çok iş sipariş edildi ki, neredeyse arkada bekleyeni yayına vermek için iş kaldırılıyor. Bütün bunlar kanal yayıncılığı ve finans alanında doğru hamleler olabilir ama biz izleyici olarak durumdan memnun değiliz. Bir kanalı ayakta tutan seyircinin ona duyduğu güvendir. O güven yok olursa bir daha toplanması uzun yıllar alabilir. Demedi demeyin!Fatih bu yıl yayında olur mu?KANAL D’NİN tartışmasız bu sezon ekrana vereceği en pahalı ve en iddialı işi Kenan İmirzalıoğlu’nun başrolünü oynadığı Fatih projesi. Çekimlerine de aylar önce başlandı ve ocakta yayında olacağı açıklandı. Ancak ne olduysa bir anda ilk bölüm çekimlerinin beğenilmediği söylenerek yönetmen Altan Dönmez’le yollar ayrıldı ve Fatih’in ilk bölüm çekimlerine yeniden başlandı. Gerçi insan düşünmeden edemiyor, bu kadar büyük bir yatırım yapılmış, 5 ay çekimler sürmüş, yapımcı ve kanal son ana kadar hiç mi izlememiş diye... Bu tabii ki mümkün değil, mutlaka izlendi, onay verildi ve devam edildi. Ama son anda ne olduysa oldu ve Altan Dönmez’in yerine Cevdet Mercan geldi. Kulağıma gelen bilgiler şöyle; Mercan pek çok oyuncunun performansını da beğenmediği için yeniden oyuncu seçimleri yapılıyormuş. Altan Erkekli projeden ayrılmış, Metin Akpınar’ın da ayrılacağı konuşuluyor. Aralık ayına geldik. Hala Fatih birinci bölümü ortada yok. Ocak ayına da yetişmeyeceği ortada. Bu durumda çok zor olsa bile dizi en erken şubat ortası ekrana gelecek. Bu da neredeyse 2 milyon liralık proje olan Fatih’i kurtarmayacak. Zaten dizi çok zor ve hızlıca çekilen bölüm izleyiciyi zor tatmin edecek ve kanal yine zarar edecek. Umarım ben yanılırım. Çünkü bu kadar yatırım, emek varken, yurt dışı bile bu diziyi beklerken daha özenli bir planlamayı hak ettiğini düşünüyorum.Live PD Lifetime’daBu akşam 20.30’da Lifetime ekranında Live PD başlıyor. Amerika’da izlenme rekorları kıran program suçluların ve polislerin dünyasını, gerçek zamanlı operasyonları konu alıyor. Benim programı izleme şansım oldu. Üç saat süren programda; 6 farklı şehirde, 6 farklı polis departmanındaki olaylar anlatılıyor. Polisiye dizi izlemek gibi değildi ama canlı canlı olayın nasıl sonuçlanacağını beklemek gerçekten daha seyirlikti. Bundan sonra her perşembe ve cuma akşamı ekrana gelecek. Polisiye seviyorsanız ve baskın sırasında neler yaşandığını izlemekten hoşlanıyorsanız bu akşam mutlaka bakın derim.
önceki akşam Pınar Çocuk Tiyatrosu’nun 30’uncu yılı şerefine verilen davete katıldım. Yaşar Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili İdil Yiğitbaşı’nın ev sahipliğinde gerçekleşen, Coşkun Aral imzalı “Adı Küçük Kendi Büyük Bir Tiyatro” belgeselinin gösteriminin yapıldığı geceden etkilenmemek mümkün değildi.Pınar Çocuk Tiyatrosu’nun genel sanat yönetmeni Şakir Demirpehlivan’la başlayan belgeselde 30 yılın öyküsünü izledik. “Çocuklar için çalışmak yarınlar için çalışmaktır” diyerek başladı Demirpehlivan söze... 30 yıl önce tiyatro yapma aşkıyla yanıp tutuşurken Uğur Demirpehlivan ve Bahar Filiz Ekinci’yle bir proje hazırlayıp Pınar’a gitmişler. Onların heyecanından etkilenip “Peki, 3 ay bir deneme süreci olsun” demiş Pınar. 3 aydan 30 yıla ulaşmış bir oluşum bu. Çocukça bir hayalle başlayıp milyonlarca çocuğa ulaşan bir hayalin gerçekleşmesi... İçinden onlarca da oyuncu yetişmiş. Kimler yok ki, Vahide Perçin’den Bülent İnal’a, Evrim Alasya’dan Öner Ekan’a, Şinasi Yurtsever’den Necmi Yapıcı’ya... İsimleri say say bitmez. Ama işin en güzel tarafı bu oluşum Anadolu’nun en ücra yerlerine bile tiyatroyu götürmüşler. Kimi zaman salonlarda, bazen okul bahçelerinde, bazen de köy meydanında oynamışlar oyunlarını. 30 yılda 45 oyun sahnelenmiş ve yaklaşık 3 milyon çocuk tarafından izlenmiş.Çocuk her yerde çocukŞakir Demirpehlivan çocuklara ulaşmanın farklı olduğunu anlatıyor belgeselde... Onlar için hazırlanan özel davetiye örneklerini gösteriyor. Gerçekten bakış açınız değişiyor. Bir de bu seneki oyunla Mardin’den Muğla’ya uzun bir turneye çıkıyor Coşkun Aral ve ekibi... O meydanlarda oyun izleyen çocukların gözlerine bakma şansını elde ediyorsunuz. Türkiye’de milyonlarca çocuğa ulaşırken, tiyatroculara da hayal edebileceklerini öğretmiş Pınar Çocuk Tiyatrosu. Beni belgeselin en etkileyen sözünü de Şakir Demirpehlivan etti: “Mesela bir Shakespeare oyununu İstanbul’daki çocuk anlar ama Hakkari’de anlamazlar diyorlar. Anlıyorlar. Çünkü çocuk her yerde çocuk, nerede yaşadığının bir önemi yok. Hatta Hakkari’deki çocuğun heyecanı daha büyük oluyor.” Yarınlarımızın çocuklarımızdan geçtiğini ve sanata yatırım yapmanın önemini gösteren Pınar Çocuk Tiyatrosu’na teşekkürler. Siz de çocukların ve çocukluklarını kaybetmeyenlerin hikayesi “Adı Küçük Kendi Büyük Bir Tiyatro” belgeselimi İz TV’de izleyebilirsiniz.
Kiefer Sutherland’in başrolünü oynadığı Designated Survivor, sevdiğim politik dramalardan biriydi. Hatta ilk sezonunu izlediğimde heyecanla herkese öneriyordum. 8 Ocak 2017 tarihli yazımda da “Komplo teorisi sevenler Designated Survivor izlemeli” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Dizinin en sevdiğim tarafı ise bağımsız olan bir akademisyenin Amerikan Başkanı olduktan sonra da sisteme direnmesiydi. Çoğunlukla Amerikan dış politikasına da eleştirilerde bulunuyordu dizi. Tom Kirkman adlı karakter ilk sezonda ideal politikacı olarak gönlümüzü fethetti. Ancak dizinin ikinci sezonuyla daha çok Amerikan propagandası izler olduk. Bu da farklı bir dille yola çıkan diziyi sıkıcı bir hale getirmişti. Dizide her şey değişmişti ama Tom Kirkman’ın naif tavrı hep aynıydı. Onu tam 27 bölüm boyunca empati kurabilen, şiddetin karşısında olan, herkese insancıl yaklaşan bir ABD Başkanı olarak izledik.Türkiye’ye aba altından sopa göstermektiNe olduysa 28’inci bölümde Tom Kirkman, büyük bir karakter değişikliği yaşadı. Bölüm Türkiye’ye ayrılmıştı. Ve öyle bir bölüm izledik ki kendimi ihanete uğramış gibi hissettim. Eleştiriye sonuna kadar açık biriyim. Algı operasyonunu ise neredeyse her dizide izliyoruz. O nedenle bunu da anlarım. Ama Designated Survivor’da izlediğim şey kör gözüne parmak sokmaktı. Yok yok, adeta FETÖ propagandasıydı. Amerika’nın Türkiye’ye aba altından sopa göstermesiydi. Konu; Amerika’da öğretim görevlisi olan Nuri Şahin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Fatih Turan’ın savaşıydı. Nuri Şahin Turan’a diktatör diyor ve ABD’de eylemler yapıyordu. Cumhurbaşkanıysa ABD’ye ülkesinde darbe girişiminde bulunan bu adamın Türkiye’ye iade edilmesini istiyordu. Herhalde hepimiz Nuri Şahin ve Fatih Turan’ın kim olduğunu anladık. İşte o andan sonra hep demokrasinin yanında olduğunu söyleyen Tom Kirkman’ı ilk defa sinirli, hatta hiç diplomatik olmayan bir üslupta izledik. 27 bölüm boyunca izlediğimiz adamla alakası yoktu.Dizi kendisine ihanet ettiO andan itibaren Türkiye’ye rest çekti, 15 Temmuz’un bir oyun olduğunu söyledi, Türkiye Cumhurbaşkanı’nı ofisinden tehditler ederek kovdu, eğer Türkiye Amerika’nın isteklerini yapmazsa Nuri Şahin’i yanına alıp Türkiye’ye demokrasi getireceğini söyleyeceği bir basın toplantısı yapacağını ve Türkiye iktidarını devireceğiyle tehdit etti. Türkiye Cumhurbaşkanı’nın türlü entrikalarla Kirkman’ın oğlunun sevgilisini Beyaz Saray’a kendisinin soktuğunu iddia etti. Sonunda da Türkiye korkup her istediğini yaptı. ABD Başkanı Nuri Şahin’e ülkesinin ona sahip çıkacağını söyledi. Resmen ağzım açık izledim Designated Survivor’ı... Eleştiriye tabii ki açık olmak lazım ama Designated Survivor’ın son bölümde yaptığı algı operasyonu dünyada yanlış bir FETÖ karakteri tanıtmak ve onu aklamaktı. Dizide çizilen FETÖ karakteri Nuri Şahin özgürlükçü, laik ve ülkesine demokrasi getirmeye çalışan bir adamdı. Bu ülkede yaşayan herkes FETÖ’nün terörüne maruz kaldığı için bu asla kabul edilebilir değildi. Sonuç; Designated Survivor bu FETÖ aklama bölümüyle Türk izleyicisini hem kızdırdı, hem de kaybetti. Ancak bir terör örgütü liderini dünyaya demokratik olarak tanıtarak asıl kendi duruşuna ihanet etti.
Çarşamba akşamı Burak Özçivit, Murat Boz ve Leyla Feray’ın başrollerini oynadığı Kardeşim Benim 2 filminin galasında Kara Sevda dizisinin yönetmeni Hilal Saral’la karşılaştım ve açıkçası şaşırdım. Çünkü pazartesi akşamı New York’ta Emmy ödülü yeni almıştı. Hangi ara döndü ve galaya geldi diye düşünürken Saral, “Bugün döndüm. Burak’ın filmi olduğu için de hemen galaya geldim” dedi. Filmin ardından biraz sohbet ettik. Tabii ki o geceyi ve detaylarını merak ediyordum. Hilal Saral da samimiyetle anlattı: “Bir Türk dizisi ilk defa Emmy’e aday oluyordu. Biz oraya gittik ama ödül alacağımızı hiç düşünmemiştim. Rakiplerimiz Brezilya ve Kanada’ydı. Üstelik Kanada’nın işi oldukça güzeldi. İnsan böyle zamanlarda kendi işini övemiyor. Sadece bir an biz de bu ödülü alabiliriz diye düşündüm. Ödül gecesinden bir gün önce konferanslar yapıldı. Orada tanıtımımızı izledik ve reaksiyonları gördüm. Açıkçası umutlandım.” Beni merak böceği soktuğu için sorularım bitmedi. Peki, konferanstaki söyleşilerde en çok hangi soruyla karşılaştın? Hilal gülümsedi ve anlatmaya başladı: “Moderatör arka arkaya başarılı işlere imza attınız. Aşk-ı Memnu, Fatmagül’ün Suçu Ne?, Kuzey Güney, Kurt Seyit ve Şura, Kara Sevda... Peki, bunlar içinde sizi en çok zorlayan şey neydi?’ diye sordu. ‘Erkeklere komut vermekte zorlanıyorum’ diye cevap verdim. Salonda büyük bir kahkaha koptu.”Ayakkabılarımın iplerini çözmüştümGelelim ödül gecesine... O anı, dizinin adı anons edildiğinde hissettiklerini merak ediyordum. “Biz o geceye gittik ama ödül alacağımızı aklımızdan bile geçirmedik. Türk olduğumuz için bu tip ortamlarda ‘Ne de olsa bize o ödülü vermezler’ duygusu ben de çok hakimdi. O nedenle yemek esnasında ayakkabılarım biraz sıktığı için iplerini çözmüştüm. Sonra sahneye bir kadın çıktı ve ‘Endless Love’ dedi. Ben inanamadım, ayakkabılarımı bağlayamadan sahneye koştum. O duyguyu anlatması çok zor. Hiçbir beklentiniz olmadığı anda adınızı duyunca şoke oluyorsunuz. Ben buna mutluluk travması diyorum” dedi. Hilal Saral’ı Elveda Derken dizisini çektiği dönemden beri tanırım. Yıllardır hiç durmadı ve çok başarılı işlere imza attı. Kara Sevda Emmy’i alarak aslında Türk dizilerinin önünü de açtı. Yurt dışında başarının hayal olmadığını kanıtladı ve o umudu üretenlerin içine ekti. Tekrar başarılarından dolayı tebrik ederim. Hilal Saral’a son sözüm şu oldu. “Sen artık Emmy’li Saral oldun. Senden artık iyi bir film çekmeni bekliyoruz.” Saral benzetmeme gülümsedi ve “Benim de isteğim o. Umarım iyi bir hikayeyle karşılaşırım ve sizi de o yolculuğa sürüklerim” dedi. Bizim Hikaye daha da lezzetli oluyorBu sezon başlayan diziler arasında en sevdiğim dizilerden biri Bizim Hikaye. Çoktan Shameless uyarlaması olduğunu da unuttum. Filiz ve kardeşlerinin hikayesinin peşine takıldım gidiyorum. Her hafta daha da lezzetleniyor. Perşembe akşamı ekrana gelen 11’inci bölümde Filiz iki büyük darbe aldı. Önce sevgilisi Barış’ın aslında Savaş olduğuyla ve ona yalan söylediğiyle yüzleşti. Ardından da annesi İsmet’i de bırakıp yine onları terk etti. Hayatta küçücük yaşında hem anne, hem abla olma görevi sırtına binmiş ve tek umudu aşk olan birinin o taraftan bile gol yemesini Hazal Kaya çok minimal ama çok gerçek oynadı. Annesi gittiğinde ağlamamak için kendisini zor tutan ama kardeşlerine bir şey çaktırmamaya çalışan Filiz’in alnının ortasında çıkan damar o kadar gerçekti ki, acısını bize de yansıttı. Her dizi 13 bölümde bir büyük bir ivme yaşar. Bizim Hikaye ilk 13 bölümünü devirmeye yaklaştı. Haftaya olaylar daha da tırmanacak ve 13’üncü bölümde büyük bir bomba patlayacak. Heyecanla bekliyorum.