Aradan 31 yıl geçmesine rağmen 12 Eylül darbesinin; öncesinin ve sonrasının toplumun hafızasında bu kadar güçlü şekilde yerini koruyor oluşu üzerinde durmak gerekir.O günleri hiç yaşamamış olanlar bugün birer yetişkin oldular, ama hâlâ her yıl bugün yaklaşırken 31 yıl, hatta 40 yıl öncesine gitmekten kendimizi alamıyoruz.O günden bugüne önemli toplumsal ve siyasal gelişmeler yaşanmış olmasına rağmen “12 Eylül”ün toplumsal hafızada bu kadar güçlü bir şekilde yer etmiş olması, eski bir genelkurmay başkanının çok yakında öğrendiğimiz bir “iç” konuşmadaki sözleriyle anlam kazandı. Söylediği şuydu: Eğer koşullar gerçekleşirse, iç hizmet talimatnamesinin malum maddesinin var olup olmamasına bakılmadan müdahale edilebilir.***Bugün 12 Eylül öncesinde toplumu çok fazla gerginleştiren, sağ-sol, Alevi-Sünni çatışmaları yok.Sınıfsal hak mücadeleleri de o günlerdeki gibi sert yöntemlerle yürütülmüyor.Radikal görüşler geniş çevreleri etkilemiyor.Ülkücüler çoktan sokaklardan çekildi, radikal sol örgütlerin adları bazı garip terör eylemleri dolayısıyla artık çok seyrek olarak duyuluyor.12 Eylül 1980 öncesi gerilimlerin ve toplumun geniş bir kesiminin “Silahlı Kuvvetler gelsin bu işleri durdursun” demesine yol açan koşulların epey uzağında olduğumuzu tespit etmek, yukarıdaki özete bakıldığında güç değildir.Buna rağmen Türk toplumunun bir kez daha 1980 öncesine benzer bir gerilim içine girmesi ihtimali sıfır değildir. Eski genelkurmay başkanı da onu söylüyor.Böyle bir korku ve çözüm olarak demokrasinin askıya alınmasını onaylayacak bir toplumsal destek de henüz sıfırlanmadı.***12 Eylül ruhunun hortlaması ihtimalinin sonsuza kadar yok olmasını sağlayacak tek bir unsur vardır.Kürt meselesinin gerçekçi bir çözüm hattına girmemesi, 12 Eylül ruhunun kıyıda köşede bile olsa varlığını sürdürmesini sağlıyor.Terör, 12 Eylül ruhunu yaşatıyor, 12 Eylül ruhunun varlığı da, her an hortlama ihtimali de terörün önemli manevi kaynağı olmaya devam ediyor.12 Eylül’ün 31’inci yılında o ruhu sonsuzluğa gömecek gerçek koşullar ve ne yapılması gerektiği bu kadar açık olduğu halde ve toplum da çözüm yolundaki açık iradesini sürekli olarak göstermesine rağmen siyasi iradelerin hâlâ tereddüt içinde oluşunun, zaman kaybetmeye devam etmelerinin elbette ki izah edilebilir bir yanı bulunmuyor.
Kürt seçkinleri, çok partili düzene geçişten itibaren düzen partileri içinde yer alırken, ayrışmaları siyaset üzerine değil daha çok aşiret ve bölgesel güç dengeleri üzerine kuruluydu. 1960 sonrası Yeni Türkiye Partisi kısa bir dönem bağımsız bir Kürt siyaseti oluşturma girişiminde bulundu, ama başarısız oldu.70’li yıllarda Kürt siyasetleri esas olarak sol partiler ve gruplar içinde yer aldı.90’ların başında bağımsız Kürt partilerinin ortaya çıkmasını sağlayan koşulların en önemlilerinden biri PKK’nın yaşadığı tıkanmaydı. Sosyal demokrat partinin çatısı altında Meclis’e giren Kürt siyaseti var olma mücadelesi verirken sert bir siyaset dilini ve PKK ile koordinasyonu benimseyerek Kürt siyasetinin “bütünlüğü”nü korumaya hep dikkat etti.Bu düzenin bozulması 2002’den başlayarak Türk kamuoyunun, Kürt meselesinin çözümü yolunda demokratik reformlara destek vermesiyle başladı. Batı demokrasilerinde sol siyasi güçlerin gerçekleştirdiği demokratik reformların, üstelik siyasi İslam kökenli bir sağ parti tarafından gerçekleştirilmesi, bugünkü adı BDP olan legal Kürt siyasetinin de ezberini bozdu. Bu ana kadar, “faşist devlet”, “asimilasyon”, “devlet terörü” gibi kalıplarla, fazla fikri çaba gerektirmeyen bir siyaset türünün de sonuna gelindi.***Bu süreçte seçimlerini yapmakta zorlanan BDP, 12 Eylül referandumu dolayısıyla kendisini “müesses nizam”ın içinde buluverdi. Bunun somut siyasi sonucu da AKP’nin Türkiye’nin Kürt vatandaşları üzerindeki etkinliğini artırması oldu.Genel seçim öncesi ve sonrasında BDP’nin ana faaliyet türü siyaset yapmaktan, siyaset alanını ve demokratik süreçleri geliştirme mücadelesinden çok “tepkilerle varolan” bir parti konumuna gelmesi olmuştur. Bu yüzden, çeşitli toplantı ve beyanlarla ortaya atılıp konuşulması istenen, beklenen “demokratik özerklik” bile BDP’nin içini dolduramamasının da katkısıyla etkisiz kalmakta, siyasi bir çıkış olarak karşılık görmemektedir.BDP’nin siyaset yapmadan geçirdiği süre, kaçınılmaz olarak PKK’nın alanının genişlemesine yol açmıştır. PKK’nın alanının genişlemesi Ankara’yı da eski “devletçi-çatışmacı” üsluba çekerken PKK’yı da tekrar “başoyuncu” haline getirmiştir.BDP’nin siyaset sahnesinde tekrar yerini alması, doğru siyasetler üretmesi sadece PKK’nın alanını daraltmayacak, bir kez daha “devletçi-çatışmacı” hattın rahatlığına sığınmış olan Ankara’yı da zorlayacaktır.BDP kendisinden beklenen siyaset hamlesinde geciktikçe, çatışmacıların yaratacağı zararların telafisi son derece zahmetli olacaktır.
Tam 27 yıldır PKK’nın bitirildiğini dinliyoruz. Onlarca siyasetçi, vatandaşa aynı sözü, aynı kelimelerle yüzlerce kez söyledi: PKK bitmiştir... Terör örgütü can çekişiyor... Üst üste aldığı darbelerle örgüt çökme aşamasına geldi...Bunları söyleyenlerin hepsi emekli oldu gitti, PKK hâlâ duruyor.Bunca deneyime rağmen hâlâ aynı teranelerle günlük kandırmacalara devam etmeye çalışanlar var. Son askeri operasyonların ardından, aynı görüş daha farklı kaynaklardan beslenerek ortaya sürüldü. Buna göre terörü eski askeri yöntemler çözememişti, eski siyasi yaklaşımlar çözememişti, ama şimdi AKP yönetimi PKK’yı bitirme aşamasına geldi...Belli demokratik adımların atılmış olması kuşkusuz AKP dönemini Kürt meselesinde eski siyasi iktidarlar dönemlerine göre önemli ölçüde farklı kılıyor. AKP iktidarında neler yapıldığını herkes biliyor ve kimse yapılanları azımsamıyor. Ama bunların altına bir çizgi çekip “Kürt meselesi kalmamıştır” denildiği zaman da eski yaklaşım tarzı hortlamış oluyor.***Son günlerde İspanya’daki Bask meselesinin de bir kez daha gündeme gelmesiyle, Bask terör örgütü ETA’nın artık militan bulamadığı için terör eylemi yapamadığından söz ediliyor.İspanya Bask’ı özerktir, Katalonya gibi bir hattı benimsemiş olan Basklı siyasiler mücadeleye silahsız olarak devam ediyor.İspanya Bask’ındaki durumu öğrenmek herkes için kolaydır, bilgisayarın iki tuşuyla Türk vatandaşlarına reva görülen yalanlar kolayca açığa çıkartılır.***PKK’yı KCK davalarıyla, askeri operasyonlar ve sınır ötesi operasyonlarla “bitirmek” hayalini yayanların bu kez “devletçi” ve “ulusalcı” çevrelerden değil, AKP’ye yakın çevrelerden oluşu ciddi bir tutarsızlığı gösteriyor.Dağlarda hâlâ binlerce genç insan silahlarla dolaşıyorsa, ETA’nın aksine, öldürülen her militanın yerini bir başkası alıyorsa “PKK’yı askeri operasyonlarla bitirmek” söylemi ülkeyi tekrar en başa götürmekten başka bir işe yaramaz.Kürt meselesini çözme iradesi zayıf, ufku dar siyasi iktidarların hepsi sorumluluğu derhal askere bırakıp kaçtı.Bu kez, cumhuriyet tarihi boyunca Kürt meselesinde en önemli adımları atmış olan bir iktidar iş başında. Eğer bu iktidar da çözüm için mücadeleden vazgeçer ve ihaleyi bir kez daha askerin üzerine yıkarsa, eskilerinden bir farkı kalmaz.Şu anda AKP iktidarına yakın çevrelerden yükselen “çatışmacı” sesler, 80’lerin 90’ların devletçi-savaşçı üslubuna ne kadar yaklaştıklarını bir an önce fark ederlerse en azından şu andaki olumsuz sürecin hızlanmasına katkıda bulunmamış olurlar.
AKP hükümeti, “komşularla sıfır sorun” adını verdiği dış politika hamlesini açıkladığında kimi önyargılı tepkiler dışında geniş bir destek sağlamıştı.“Sıfır sorun”un kapsama alanı içinde Ermenistan da vardı, Yunanistan da, Kıbrıs Rumları da.Bu politikanın doğuya açılımındaysa İran ile Batı’nın çizgisine tam uymayan bir ilişki mantığı söz konusuydu. Bugünkünden farksız bir Esad rejiminin egemen olduğu Suriye ile gerçekleştirilen yakınlaşma, 1996-1999 döneminden kalan bütün sıkıntıları temizlemişti.***Bugünkü manzaraya baktığımızda “sıfır sorun” değil, “fazla sorun” görüntüsünün egemen olduğunu söyleyebiliriz. Suriye ve Kıbrıs Rumlarıyla yeniden “gerilim” alanına girilmiştir. Ermenistan ile ilişkilerde, “sıfır sorun” öncesi dönemden farksız bir durum vardır.Bu manzaraya, Avrupa Birliği ile ilişkilerde son on yılın en zayıf döneminde bulunuşumuz, Kuzey Irak ile de sınır ötesi operasyon dolayısıyla “soğukluk” yaşamakta oluşu eklenebilir. Şimdi bir de İsrail sorunumuz var...***Türkiye’nin İsrail ile doğrudan bir “çıkar çatışması” alanı yoktur. Mesele, Gazze ablukası ve onun uzantısı olarak, Türkiye’den giden yardım gemilerine İsrail ordusunun saldırısıdır. Bu saldırı İsrail “devletinin” suç hanesindeki ilk leke değildir. Ankara bu olayın ardından İsrail’den özür dilenmesini ve tazminat ödenmesini talep etmekte son derece haklıdır ve bu talep son derece doğaldır.İsrail devleti ise, bugüne kadar yaptığı gibi “karizmama tek çizik attırmam” tavrında ısrar ediyor. Bu sorunun giderilmesi için yapılan görüşmelerin neden tıkandığı ve bugünkü “çatışma” ortamına nasıl girildiği bilinmiyor. Buna karşılık İsrail hükümeti içinde de kamuoyunun bir kesiminde de Türkiye’nin taleplerini haklı bulanlar olduğu biliniyor.***Ankara’nın İsrail konusuna yaklaşımında Batı’ya yönelik bir tepki de vardır: Libya’ya, Suriye’ye “nizam veren” güçler, İsrail’i tamamen ayrı bir yere koyuyor. Tespit doğru olabilir, ama bunun ucu “O zaman İsrail’e ihtiyacı olan edebi biz veririz” noktasına ulaşırsa mesele çatallaşır.“Dış politikada sıfır sorun”un açılımı her türlü çatışma alanını daraltmak, uzlaşma ve işbirliği alanlarını genişletmektir. Şu anda Ankara’da, iç politikada anlamsız şekilde yerleşmeye başlamış olan “çatışmacı üslubun“ dış politika alanına da hızla yansıdığı görülüyor.Dış ilişkilerde çatışmacı politikalara destek sağlamanın geleneksel yolu, iç kamuoyuna bu politikaları “milli mesele”, “milli onur”, “milli gurur” gibi kavramlarla sunmaktır. Ancak bu yola başvurmak çok ciddi bir sorunu da getirir: Başına “milli” konulmuş kelimelerin fazla kullanılması manevra alanlarını iyiden iyiye daraltır. Bir dış meseleyi iç kamuoyuna “milli” sıfatıyla anlattıktan sonra bu politikayı değiştirmek hiç kimse için kolay değildir.
Şike meselesinin; onun türevi “hatır” şikesi, “siyasi” şike, “teşvik“ primi gibi olayların Türk futbolunu epey zamandır zehirlediğini kimse inkâr etmiyor. Futbol dünyası içindekilerin birçoğu da kendilerinin anladığı imalarla zehirlenmeyi sürekli olarak doğruluyor.Futbol dünyasındaki zehirlenmenin temizlenmesi gerektiğine de kimse karşı çıkamayacaktır.Anlaşıldığına göre, yeni kanunun gündeme gelişinden itibaren emniyet ve savcılık meselenin üzerine gitmiş ve bazı kanıtlara ulaşmıştır.İki kulübün takımının maçları öncesinde, bunlardan birisinin başkanının diğerinin başkanından borç istediğine, para ilişkisinin bundan ibaret olduğuna kargalar bile güler...***“Siyasi” şikelere de yabancı değiliz. Bir zamanlar Kenan Evren, birinci ligde Ankara’nın takımı kalmıyor diye Ankaragücü’nü talimatla birinci lige çıkartmıştı.Daha yakın dönemlerde de siyasi bir kararla Diyarbakırspor’un birinci ligde kalması için kırk takla atılmıştı.Son soruşturmalarda yaklaşık on futbol kulübünün, spor ahlakına ve yasalara uygun olmayan işlere karıştığı iddia ediliyor. Bunlar bazı yöneticilerin bireysel girişimleri de olabilir, ancak Fenerbahçe konusunda işin içine “çete halinde faaliyet” iddiaları da giriyor.***Fenerbahçe yönetiminin açığa çıkmış bazı ilişkiler dolayısıyla hiçbir özeleştiriye gitmemesi, soruşturmanın başından beri takındığı tavır farklı bir konudur, bunları sadece ilgililerin değil üzgün taraftarların da değerlendirmesi gerekir.Ancak biraz karışık bir şekilde, Avrupa liginden ihraç edilmesi yoluyla ceza alan tek kulüp Fenerbahçe oldu.Uluslararası futbolu yönetenlerin kanaati de böylece ortaya çıktı. Ama bu durum adil değildir. Yöneticileri suçlanan, kimileri tutuklanmış kulüplerden hiçbirine bir ceza verilmemişken Fenerbahçe’nin ceza görmesi açık bir adaletsizliktir.UEFA kendi yetki alanında, kanaat üzerine bir karar almıştır. Ancak Türk futbolunu yönetenler, bütün bu sürecin adil olması için, taşıdıkları yetki ve sorumluluklarının gereğini yerine getirmemiştir.Türk futbolunun da ciddi bir temizlik geçirebilmesi için, yapılan temizliği herkesin içine sindirebilmesi için adil bir temizlik süreci şarttır.İyi bayramlarGazetecilikte eskiyince yasal izin süresi de bayağı uzuyor. Ama izin hakkının tümünü kullanmak da her zaman mümkün olmuyor. Bu yıl o sürenin hiç olmazsa yarısına ulaşmak için kısa bir izin daha yapacağım.Bütün okuyanların ve okumayanların bayramlarını kutlar, bayram ertesinin öncesinden daha güzel olmasını dilerim.
Resmi politika Kürtlerin olmadığı, dolayısıyla Kürtçenin de olmadığı şeklindeydi. Kürtçe konuşmaya bile “bölücülük” suçu muamelesi yapıldı.Bugün kamu televizyonu Kürtçe yayın yapıyor, Kürtçe yayın yapmak kısıtlamaya tabi değil, Kürtçe her alanda kullanılabiliyor.Kürtçenin Meclis’te kabulü, bazı milletvekillerinin “bildikleri yabancı dil” hanesine “Kürtçe” yazdırmalarıyla gerçekleşmişti.Şimdi Meclis’in resmi belgelerinde “ana dil” hanesine de “Kürtçe” yazılacak. Böylece devletin Kürtçeyi resmen kabulü tamamlanmış olacak.Bu gelişme, “siz yoksunuz diliniz de yok” denilenler için hiç kuşku yok ki çok önemlidir; ama mahut resmi politikalara inanmış olup hâlâ inanmakta direnenler için daha da büyük bir önem taşımaktadır.***Kürtçenin ana dil olarak devlet tarafından resmen kabulünün, halen yaşanmakta olan sıkıntılı konulardan birisinin çözümü açısından da büyük önemi var.KCK davalarında yargı süreci sanıklar savunmalarını Kürtçe yapmakta ısrar ettikleri ve mahkeme heyeti de bunu kabul etmediği için tıkanmış durumda.Kürt siyasilerin ve avukatlarının Kürtçe savunmada direnmesi “Kürtçenin resmen kabul ettirilmesi” hedefine yöneliktir.Şimdi Kürtçe daha da üst düzeyde ana dil olarak resmen kabul edildiğine göre, KCK sanıkları “kendilerini ana dillerinde daha iyi ifade edebilecekleri için” Kürtçe savunma yapma hakkını kazanmış olmaktadır.Adil yargılama mantığında sanığa kendini en iyi şekilde ifade edebilme imkânının tanınması da vardır. Mahkeme bu imkânı söz konusu davalarda da tanımak durumundadır.***KCK davalarındaki tıkanmanın çözülmesi, bu davaların niteliği dolayısıyla özel bir anlam kazanmıştır. O özel anlamı da sanıkların elleri kelepçeli olarak sıraya dizilmiş görüntüleri özetlemiştir.PKK’nın terör eylemlerinin tırmanmasının yarattığı gerilimi gidermek ve “barışçı çözüm” yollarının tıkanmadığını göstermek için KCK dava ve soruşturmaları kilit meselelerden birisidir.Meclis’in Kürtçeyi ana dil olarak resmen kabul etmiş olmasını, Kürt siyasiler de doğru değerlendirmek durumundadır. Bu yoldaki ilk adım da BDP’nin Meclis’e geleceğini ve “yemin edeceğini” ilan etmesi olacaktır. Bayram ertesi yeni bir ortama girilmesi için BDP’den beklenen somut adım, yine “güven” duygusunun gelişmesine ciddi bir katkı sağlayacaktır.
Kelimeyi kullanan eski Genelkurmay Başkanı Koşaner’dir. Doğrudur, öncelikle en üst düzeyde bir komutanın “mahrem” bir toplantısının kayda alınmış olması kepazeliktir.Ortadaki durumun ne anlama geldiğini idrak etmek için uzman olmak gerekmiyor. Her vatandaş böyle bir dinleme yapılabilmesini; mahrem bir toplantının kayda alınmasını ve açıklanmasını yorumlayabilir.Koşaner’in konuşması şu ana kadar yalanlanmadı, bir açıklama da yapılmadı. Üstelik kaydın devamının geleceği bile söylendi. Bütün bunlar, durumun kabul edildiğini gösterir.***Emekli Orgeneral Koşaner’in görevde olduğu sırada yaptığı bu konuşmada yer alan bilgiler çok ciddi bir özeleştiri niteliğindedir.Ama aynı bilgilerin bazıları, basında iddia olarak yer aldığında ciddi bir tepki ve yalanlamalarla karşılaşmıştı. Demek ki “sızmalar” dayanaksız bilgiler olmayıp, Silahlı Kuvvetler’in üst düzeyindeki kaynaklara dayanmaktaymış.Koşaner’in konuşmasında yer alan vahim durumlarla ilgili olarak nasıl bir “iç” araştırma, soruşturma yapıldığı belli değildir. Bazıları kamuoyuna yansıdığında zaman zaman gündeme gelen açıklamalarla “gereken soruşturma yapılmaktadır” denilmişti.Bu konuşmanın kamuoyuna yansımasıyla, bütün bu iddialarla ilgili olarak yapılan soruşturma ve araştırmalar hakkında kamuoyuna tam bilgi verilmesi zorunluluğu da vazgeçilemez bir şekilde ortaya çıkmıştır.***Kaydı yayınlanan konuşma, aslında birçok gerçeğin Silahlı Kuvvetler’ce bilindiğini de gösteriyor. Bu gerçeklerin siviller tarafından dile getirilmesine her zaman tepki gösterilmesine rağmen neyin ne olduğunun, en üst düzeyde bilindiği anlaşılıyor.Darbe ortamı yaratılması ve darbe hazırlıklarıyla ilgili davaların başından beri olayı “Silahlı Kuvvetler’in bilinçli olarak yıpratılması” faaliyeti olarak görenler vardır. Onlar belki şimdi “Silahlı Kuvvetler’in esas göreviyle ilgili zaaflarını” düşünürken meseleyi “durumdan vazife çıkartarak” siyasete müdahale faaliyetleriyle birlikte ele alabilirler.Koşaner “kepazelik” derken tek tek askeri durumları kastetmiş olabilir. Ama, olaylar bir bütün olarak ele alındığında bu vahim özeleştirinin çok daha boyutlu olması gereği de ortaya çıkıyor...*****Jetler uçuncaDün öğle saatlerinde İstanbul semalarında jetler uçtu, seslerini bütün şehir duydu. İnsanların tepkileri anında “sosyal medya”ya yansıdı. Seslendirilen “İnşallah 30 Ağustos içindir”... “Umarım tören uçuşudur” ve benzeri tepkiler, yukardaki yazının son cümlesinin ilgililerce tekrar okunması gerektiğini gösteriyor. Dünyanın bu vaktinde jet sesi duyulduğunda “maazallah” sesleri çıkıyorsa bu iyi değil, çok kötü bir şeydir.
CHP’li Milletvekili Hüseyin Aygün, dün korkunç sayılar açıkladı: 113 toplu mezarda 1.538 insan cesedi bulunuyor.Bu insanlar ecelleriyle ölmüş değildir, faili meçhul cinayetlerin kurbanlarıdır.90’lı yıllarda Türkiye’nin güneydoğusu bir savaş alanına dönmüştü. PKK örgütlenmesini ve eylemlerini yaygınlaştırırken, bunlara karşı “gayri nizami savaş” yöntemleri kullanılmaya başlandı.Hukukun, temel hakların askıya alındığı bu dönemde Susurluk çetesi ve benzeri oluşumlarla, Jitem gibi yarı resmi yapılarla savaş en çirkin haline taşındı.Açıklanan sayılar, bu dönemin gerçeklerini en açık şekilde gösteriyor. Ve kullanılan o yöntemler PKK’nın halk arasında daha da kökleşmesine, daha etkin olmasına yol açmıştır.***Bugün de terör eylemlerinin artışıyla birlikte “90’lara dönebiliriz” gibi korkulu uyarılar yapılabiliyor.“90’lara dönmek” sadece ve sadece savaş diliyle konuşulması, hukukun, temel insan haklarının askıya alınması demektir.90’lı yılların bir daha yaşanmaması için o yılların hesabının görülmesi şarttır. Devleti yönetenler, çaresizliklerinin ifadesi olarak hukuk dışı yöntemlere yol vermelerini açıklamak durumundadır.O dönemde Süleyman Demirel başbakandı, sonra cumhurbaşkanıydı. Tansu Çiller en karanlık dönemde başbakandı. Dönemin genelkurmay başkanı “şak diye emrediyor tak diye yapıyoruz” diyordu. Sonra Mesut Yılmaz başbakan oldu.En tepede oturan bu siyasilerin, o korkunç olaylarla ilgili bilgileri olması gerekir. Eğer bilgileri yoksa, kendilerine rağmen bu icraatlar için talimat verenler yine hesap vermelidir.***CHP’li milletvekilinin o dönemle ilgili bir Meclis komisyonu kurulması önerisini diğer siyasiler ciddiye almalıdır.Bu komisyonun yapacağı iş Demirel, Çiller ve Yılmaz’ın bildiklerini açıklamasını sağlamaktır.Çiller ve Yılmaz’ın başbakanlık dönemleri, cumhuriyet tarihinin parlak sayfaları olarak anılmayacaktır. Ancak bu iki eski siyasetçi de o karanlık dönemin aydınlanmasına katkıda bulunarak ülkelerinin temizlenmesi için son bir görevi yerine getirebilirler.AKP de, öneri bir CHP’li vekilden geldi diye görmezden gelmemek, tam tersine, bu meselenin üzerine gitmek durumundadır.