Ankara’nın dış politika ataklarının başında, slogan olarak ortaya çıkan “sıfır sorun”la birlikte “bölgesel güç olmak” tanımlaması üzerinde de duruldu.“Bölgesel güç olabilmenin” “olmazsa olmaz” koşulu var: Ekonomide güçlü olmak ve siyasi istikrar, yani içerde sürekli siyasi krizlerle uğraşmamak.Türkiye’nin büyük bir siyasi ve toplumsal krizi olmasına rağmen, etkili dış politika yürütebilmesinin önemli bir dayanağı açılım ve demokratikleşme süreçleri olmuştur. Bu büyük siyasi krizin “çözülebilir” hale geldiğinin kabulü bile, bütün çevrede Türkiye’ye bakışı değiştirmiştir.“Sıfır sorun” tanımı, öncelikle komşu ülkelerle mevcut sorunları çözmek, doğrudan taraf olunmayan sorunların çözümüne katkıda bulunmak olarak özetlenirse, olması gereken bir dış ilişkiler sistemini tarif ediyor.Başbakan Erdoğan dün ABD Başkanı Obama ile görüştü. Bu yazı yazılırken görüşme gerçekleşmemişti, ama gündemi aşağı yukarı belliydi. ABD Başkanı’nın birinci gündem maddesinin de Türkiye ile İsrail arasında çok kötü bir hale gelen ilişkiler olacağı da zaten açıklanmıştı.***Orta Doğu’yu son altmış yıldır yangın alanı olarak tutan çatışmaların kökeninde Filistin sorunu ve İsrail sorunu bulunuyor. Türkiye için de, bilinen nedenlerle çok önemli insani ve bölgede istikrar için çözülmesi elzem sorunlar...Ankara’nın bu alanda aktif bir politika izlemesi, gelişmelerin içinde ve söz sahibi olması çok doğal olduğu gibi meşru bir haktır.İsrail devletinin, Filistin halkına yönelik uygulamalarını sona erdirmek ve “iki eşit devlet” çözümüne İsrail’i razı etmek için Türkiye’nin de çaba göstermesinin tartışılacak bir yanı yoktur.Yalnız, “sorunun çözümüne katkıda bulunmak” ile “sorunun tarafı olmak” arasında da ince bir çizgi vardır. Ayrıca her türlü sorunun çözümüne katkıda bulunma hattında durabilmenin güvencelerinden biri de “çatışmacı dil”den kaçınmaya özen göstermektir.Erdoğan ile Obama’nın görüşmesi iki ülkenin de temel politikalarını değiştirecek değildir. Önemli olan bu görüşmede ve devamında Türkiye’nin sorunun tarafı olmaya “itilmemesi”dir.Böyle bir durumu fazlasıyla isteyen siyasi güçler içeride de vardır, çevremizde de...Türkiye, bölgesindeki sorunlara barışçı çözümler arayışına katkıda bulunduğu, “soruna taraf olmama” hattında durabildiği, bunu üslubu ve tavrıyla da gösterdiği ölçüde “bölgesel güç” konumuna yaklaşmış olacaktır.OdaTV için notNedim Şener ve Ahmet Şık ile ilgili yazımızdaki (“Yine Ahmet ve Nedim” 19 Eylül 2011 Pazartesi) yer alan bazı “gazetecilik” değerlendirmeleri hakkında OdaTV alınganlık göstermiş. Gazetecilik olmadığını söylediğimiz bazı faaliyetlerin tümünü üzerlerine almışlar. Yazıda kastedilenler çok açıktır; gazeteciliğimizin son dönemde malul olduğu bazı hastalıklar anlatılmış, bunlar gazetecilik açısından ele alınmış, yasal olarak suç olup olmamalarının ayrı bir konu olduğu açıkça belirtilmiştir.Gazeteciliğe başladığımızda bize öğretilmiş olan, bizim de genç gazetecileri sürekli uyardığımız üzere, asla kullanılmaması gereken üslup ve ifadelere yer vermiş olmalarının, arkadaşlarının durumunun yol açtığı üzüntüden kaynaklandığını düşünmek isteriz.
Hrant Dink cinayetinin başından itibaren, davanın ilk duruşmasından dünkü son duruşmaya kadar çok gariplikler yaşandı. Aslında garipliğin ötesinde bir durum vardı. Dört yıldır olan bitene, davanın seyrine bakıldığında ortaya açık bir sonuç çıkıyor:Birileri bu davanın “milliyetçi arkadaş grubunun icraatı” çizgisinde kalması için büyük çaba gösteriyor.Çabaları sonuç verirse, planlı, örgütlü ve profesyonelce hazırlanıp gerçekleştirilmiş bir siyasi cinayet, insan müsveddesi birkaç tetikçinin sırtına kalmış ve öylece kapanmış olacak.Bu cinayetin hazırlandığını önceden bilen kamu görevlileri kurtulmuş olacak; tetikçileri yetiştirenler, çocukları bomba attırarak eğitenler, cinayet işlenirken çevrede tedbir almış olan şahıslar kurtulmuş olacak. Cinayet mahallinin çevresindeki güvenlik kameralarının kayıtlarının silinmesini sağlayanlar kurtulmuş olacak!***Savcı dünkü duruşmada okuduğu “esas hakkındaki mütalaa“sında açıkça belirtti, cinayet öyle bir “milliyetçi arkadaş grubunun” icraatı değil, “Ergenekon” adıyla bilinen örgütlenmenin Trabzon’daki hücresinin örgütlü, planlı icraatıdır.Cinayetin hemen ardından harekete geçen gizli eller, daha ortada çok az bilgi varken, Türk halkını cinayetin “milliyetçi duyarlığı kuvvetli arkadaş grubunun” işi olduğuna inandırma işine girişti. Hemen bu yönde yazılar yazıldı, vicdanı ve beyni şuursuzlukla örtülmüş olanlar, insanları katille “empati” yapmaya bile çağırdı.Soruşturma ve yargılama sürecinde bu çabalar devam etti ve maalesef yargı heyetleri de davanın bu insan müsveddelerinden ileri gitmemesi için epeyce uğraştılar.***Bulunabilen son kamera kayıtlarını izleyen herkes, olay yerinde tetikçi dışında başka “görevliler”in de bulunduğunu görürken mahkeme heyeti bunları dikkate almamakla bilinçli ya da bilinçsiz olarak, “Ergenekon” adıyla bilinen cinayet örgütünü korumuş oluyor.Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bu heyetle ilgili olarak hemen harekete geçmeli ve karşı karşıya olduğumuz bu cinayet örgütünün korunması durumunun bilinçli mi bilinçsiz mi olduğunu ortaya çıkarmalıdır.Bu davanın sonunda “Türkiye’de yargıçlar” denildiğinde Türk yargısının da onuru böylece korunmuş olacaktır.
Gazeteci arkadaşlarımız Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın karşılaştıkları suçlamalar gazeteciler için inandırıcı değildir.Bazılarının sunmaya çalıştığı gibi, durum kaba bir mesleki dayanışma da değildir.İddianamede Nedim ve Ahmet’in “siyasi etkileme” ve “örgütsel” olarak nitelenen faaliyetlerinin tümü, bilinen gazetecilik faaliyetleridir. Bir araştırma yaparken bazı kişilere danışmak, onlardan fikir almak gazeteciler için doğal ve olması gereken bir çalışma tarzıdır.Ancak geçen dönemde gazetecilikle ilgili bilinçli olarak yaratılmış bir kafa karışıklığı var.- Genelkurmay’dan talimatla yalan haber yapmak gazetecilik faaliyeti değildir.- Bazı kişileri hedef seçerek bütün yayınları bu kişileri yıpratma üzerine kurmak da gazetecilik faaliyeti değildir.- “Ordu göreve” diye bağırmak asla gazetecilik faaliyeti değildir.Topladığı istihbaratı yayın yapmak üzerine değil sadece belli çevreleri bilgilendirmek için kullanmak da gazetecilik faaliyeti değildir.Bütün bu sayılan faaliyetler yasalar açısından suç olabilir ya da olmayabilir; kimilerince doğal siyasi faaliyetler olarak hoşgörülebilir, ama bunlar gazetecilik faaliyeti değildir; tam tersine, gazetecilik açısından “etik” suçlardır; fakat bilinçli olarak gazetecilik gibi sunularak belli bir kirlilik sağlanmış, o faaliyetleri savunmayanlar da “mesleki dayanışma göstermiyorlar” gerekçesiyle baskı altına alınmaya çalışılmıştır.***Nedim ve Ahmet başka şekillerde kullanmak için değil, yayınlamak için araştırmalar yapmışlar, çalışmalarını da yayınlamışlardır. Yayınlanan çalışmaları, Ahmet Şık’ın yayınlanmayan ama herkesin bilgi sahibi olduğu kitabı da içeriğiyle benzer çalışmalardan çok da farklı bir nitelik taşımıyor.Ahmet ve Nedim’in yukarda sıraladığımız gazetecilik suçlarını işleyenlerle aynı muameleye tabi tutulması da yaratılan kirlenmeye ve kafa karışıklığına katkıda bulunuyor.Ahmet ve Nedim’in isimlerinin yanına gazetecilikle ilgisi olmayan faaliyetlerde bulunmuş ama gazeteci kimliği taşıyan isimlerin eklenmesi hâlâ zihinsel karartma faaliyeti olarak sürdürülüyor.Nedim ve Ahmet sadece gazetecilik yapmışlardır, iddianamede yer alan suçlamalar da bundan öteye değildir. Ahmet ve Nedim’e yapılan haksızlık devam ettikçe üzerinde durmaya, hatırlatmaya devam edeceğiz.
Devlet görevlilerinin PKK’nın önemli isimleriyle yaptığı görüşmeleri açıklayanlar belli değil, ama kim olurlarsa olsunlar, umdukları sonucu elde edemediler.Bekledikleri, kuşkusuz ki kamuoyunun bir kesiminde “infial” denebilecek tepkilerin oluşmasıydı.Olayın böyle bir infiale yol açmayışının nedeni kamuoyunun önemli kesiminin “bitsin artık” iradesini güçlü bir şekilde benimsemiş olmasıdır. Görüşmenin PKK’nın saldırıları devam ederken açıklanması, açıklayanlar açısından “doğru zamanlama“ gibi görülmüş olmalı.Bu hesabın tutmamış olmasını sadece hükümet değil, PKK da yasal Kürt siyasetleri de iyi değerlendirmelidir.***Bazen çözüme en uzak gibi görünen bir an, en sıcak ve duyguların yükseldiği an, çözüme en yakın an da olabilir.Devletle görüşmelere katılan PKK temsilcilerinin üslubuna da dikkat etmek gerekiyor. Kullandıkları dil “çözüm arayışı” dilidir, savaşçı bir örgütün savaşçı dili değildir. Onların da “nasıl olabilir”i bu üslupla aramalarını bir tür “oyun” gibi ele almak yanıltıcı olur.***Ancak “barış dili”nin egemen olması meselesinde önemli bir eksiklik var. Hükümet sözcüleri bir süredir, kapıldıkları klasik “devletçi” dilden kurtulamamışlardır. Mısır’da, Libya’da, Tunus’taki yüksek ve etkili barış-demokrasi dili, konu içerdeki terör olunca farklı ve tepkisel bir dile dönüşüyor.AKP hükümeti ve Erdoğan, kendi iktidar dönemlerinde onca demokratik gelişme sağlanmasına ve birçok talebin gerçekleşmiş olmasına rağmen terörün devam etmesini kendisine yönelik bir haksızlık gibi görüyor.Buna karşılık gizli görüşmelerin arkasında siyasi irade olarak durulması çok somut ve açık bir tavırdır.***Barış dili eksikliğinde BDP’nin de oldukça yavaş ilerlediğini söyleyebiliriz. Barış dilinin bütün siyaset alanına egemen olmasını sağlayacak olan iki siyasi aktörden biri hâlâ BDP’dir.BDP siyaset alanını barış diliyle genişletebildiği zaman görüşmelerin “açık” bölümünün tarafı olmak durumundadır.Oslo görüşmelerini kayda alan ve açıklayanlar, kendi amaçlarının tersine hayırlı bir iş yapmışlar, hem kamuoyunun tavrının bir kez daha açığa çıkmasını hem de siyasi aktörlerin görevlerini hatırlamalarını sağlamışlardır.
Oslo görüşmelerinin kayıtlarını sızdıran ister devletin içinden olsun isterse Kürt tarafından olsun, amaç bellidir. Görüşme olmamasını, bugünkü durumun sürmesini isteyenlerin iki tarafta da bulunduğu kimsenin meçhulü değil.Benzer sorunu yaşamış ve çözmüş başka ülkelerde de aynı şeyler yaşanmıştır. İrlanda meselesi, Bask meselesi bugün çözülmüş sayılıyorsa bu, siyasi ve toplumsal iradenin ağırlığını koyması ve kararlı bir görüşme sürecinin başarılmasıyla sağlanmıştır.Yine bu ülkelerde görüşmeler belli bir aşamaya geldiğinde kamuoyu görüşmelerin varlığından haberdar edilmiş, ancak içerikleri gizli tutulmuştur.***Görüşmelere yönelik tepkilerden MHP’nin tavrı “sonuna kadar savaş” isteğinin devamı niteliğindedir ve Türk toplumunun geniş kesiminin bu tavrı onaylamadığı da ortadadır.CHP’den gelen tepki, görüşmelerin daha önce sert bir üslupla inkâr edilmiş olması üzerinedir, CHP Genel Başkanı görüşmelerde bulunulmasına karşı çıkmamıştır.Hükümetin en üst düzeyinden gelen yalanlamalara rağmen görüşmeler yapıldığının ortaya çıkmasını AKP’nin ve Erdoğan’ın “gol yemesi” olarak algılayanların sevinç gösterilerinin ise hiçbir önemi yoktur. Ülkenin geleceğine, en önemli sorunun çözümüne AKP karşıtlığı ya da düşmanlığı açısından bakmaktan bıkmayan “ulusalcı” yapının toplumdaki karşılığının hızla daraldığını bu olay bile göstermiştir.***PKK’ya yakın bir kanal üzerinden kamuoyuna ulaşan görüşmenin içeriğinde de şaşırtıcı bir unsur bulunmuyor.Kürt tarafı bu aşamada güven sağlanması için KCK soruşturmaları çerçevesinde yapılan tutuklama ve baskıların sona ermesini istiyor. İkinci talep de PKK’nın eylemsizlik kararı sürerken askeri operasyonların durdurulmasıyla ilgili.Kürt tarafının, Ankara’nın görüşme sürecini, biri Oslo’da diğeri İmralı’da olmak üzere iki yönde açarken sürecin devamına ilişkin güven ortamının sağlanması beklentisini vurgulaması doğaldır.Görüşmelerde belli bir aşamaya gelinmesine karşın PKK’nın eylemlerini tırmandırmasının açıklanabilir olmayışı, çelişki gibi görünmektedir.Bir Kürt siyasetçi tırmanmayı, Başbakan Erdoğan’ın görüşmelerde ortaya çıkmış bir protokol metnini imzalamamasına karşı bir “zorlama” taktiği olarak açıklamıştır.***Görüşmelerin barış yolunda en önemli araç olduğunu, bu yoldan dönüş olmaması gerektiğini, silahların susmasını bekleyen halka açıkça anlatmak da siyasi iradelerin görevidir.Silahların tekrar sahneye çıkmış olmasının görüşmelerde varılan noktadan geriye düşülmesini, tekrar en baştan başlanmasını gerektirmediğini gördükleri takdirde siyasi iradelerin işi kolaylaşacaktır.
Hrant Dink’in katlinin üzerinden neredeyse beş yıl geçti. Görünmez eller bu cinayetin aydınlanmaması için hâlâ çalışıyor.Bugün, 15 Eylül Hrant’ın doğum günü.Hrant’ın arkadaşları, 57’inci doğum günü arifesinde Başbakan Erdoğan’a bir açık mektup yazdı. Dün kimi yazarların köşelerinde yer verdikleri aşağıdaki bu mektubu, sadece Erdoğan değil, vicdanı olan herkes iyi okumalı. Hrant için, adalet için.***Sayın Başbakan,Arkadaşımız Hrant Dink’i öldürdüler.Beşinci yılına yaklaşan adalet arayışımız kadük kalmıştır.Dilekçe verdiğimiz topyekûn devlet, kendini katile yakın gördü.Zaten; katil, polis, bayrak ve muzaffer gülümseme kahramanlık posterinde poz vermişti.Bir türlü ilamını malum edemediğiniz o kalabalık güruh, elbirliği ile kıstırmışlar, hain pusuda kurşun sıkmışlar, kaçmışlar, saklanmışlardı.Şikâyetçiyiz.“Adalet namus sözümdür” diye ölü evinde ant içtiğiniz halde, Hrant Dink’i işaret parmağıyla gösterip “Bunu” diyen yardımcınızı “Meclis Başkanı”, resmi makamda adamları resmen, “Yakarız canını bak” diyen valinizi vekil, emanet edilen canı kollamayan Emniyet Müdürü’nüzü vali, 17 yaşındaki O. S’yi kocaman Ogün Samast ettiniz.Kan adaletle susar, şikâyetçiyiz. İsim verdik soruşturun diye, İçişleri Bakanı’nız, olmaz onlar bizim çocuklar dedi.Dışişleri Bakanı’nız AİHM savunmasında bu toprakların yiğit evladına Nazi dedi. Çevik kuvvetleriniz Rakel Dink önlerinden geçerken katillere yazılan methiye türkülerini mırıldanarak Beşiktaş Adliyesi’nde koro yapıverdiler.Katillerimizi adalet evine getiren jandarma, cezaevi aracına “Ya sev ya terk et” diye yapıştırma asmıştı.Sayın Başbakan,Nedir daha derine inmeyi engelleyen o “büyük kasabanın sırrı”?Azınlıklardan gasbedilenin birazını geri vermeniz sebebiyle seslendirdiğiniz nutukta, “Bu ülkede hiç kimse ruh tedirginliğiyle yaşamayacak artık” diyordunuz Hrant’ın veda mektubuna atfen... İnanın, tedirginliğimiz her zamankinden büyüktür.Sayın Başbakan,Mala gelenin telafisi bulunur.Cana gelene de davranınız.Anadolu toprağından Hrant Dink’in payına bir metrekare toprak düştü.O da mezarıdır!Kamera denilen vaka nüvis silinmiş, bize kalan 19 Ocak 2007 tarihli seyirliğinde 5 kişi saydık, Hrant’a pusu kuranlardan...Kim bunlar Sayın Başbakan?Görüneni, görünmeyeni, katillerimizi istiyoruz, adalet olsun, hak hâkim olsun diye.Bizim hakkımız bizde saklı duruyor, helalleşmekten başka çarenin kalmadığı savaş yorgunu memleketimizde...Suallerimiz cevapsız!Adalet nöbetçisi “Hepimiz Hrant’ız” diyen yüz binlerin eli hâlâ vicdanında...Cevaplarımızı almadan susmayacağız.Sormaya devam edeceğiz.Hrant için, adalet için!Hrant’ın Arkadaşları
Filistin meselesi, Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyadaki bütün halkların acılarla yaşamalarına yol açan en temel meseledir. Sadece Filistin halkı değil, sadece Filistin’le din birliği hassasiyetlerinin etkilediği halklar değil, İsrail halkı için de bu mesele acılarla yaşamanın adı olmuştur.Filistin meselesi, siyasi İslam’ın yükseldiği yakın döneme kadar esas olarak hep “sol duyarlılık”larla öne çıkmıştır. Filistin direniş örgütlerinin meseleyi dünyaya mal etmek için yaptıkları terör eylemlerine Batı’da sol siyasetler destek verirken Batı kamuoylarının meselenin önemini algılamaları da zaman almıştır.Ankara’nın resmi politikaları da aynı nedenlerle Filistin meselesine mesafeli durmak olarak özetlenebilir. Filistin direniş örgütlerinin kamplarında Türkiye’den sol görüşlü gençlerin de askeri eğitim almaları, birçok Türk gencin bu savaşta can vermeleri de Ankara’nın mesafeli durma tercihini beslemiştir.Ankara’nın dış politikada, en yakın komşularla ilişkilerde bile, en yakın sorunlarda bile “hiçbir belaya bulaşmama” stratejisinin bölgesel sorunlara “soğukluk” halinden çıkması, bir ölçüde Turgut Özal ve birinci Körfez Savaşı dolayısıyla gerçekleşmiştir.***Etkili bir bölgesel güç olma koşullarındaki önemli eksikler de kuşkusuz Ankara’nın dış politika hatlarında aktif olmasını engellemiştir.Erdoğan hükümetlerinin dış politika meselelerinde eskiye göre oldukça atak tavırlar alması, içerideki siyasi gücüyle birlikte temel ekonomik sorunların geride kalmış olmasına dayanmaktadır.Türkiye’nin bölgede “barışçı” ve “demokratik dönüşümlerin destekçisi” olarak “bölgesel güç” olmasının önemini Batı da görmüştür.Bu açıdan Türkiye’nin İsrail konusundaki avantajı da siyasi İslam’ın Anti-semitik, Yahudi düşmanı söylemine kapılmamış olmasıdır.Türk siyasiler bu konuda bazen ölçüyü kaçırsa da gerekli düzeltmeler hemen yapılıyor.Ankara, İslamcı yönetimlerin ve örgütlerin dilinden farkını ortaya koyduğu sürece gerçek anlamda ve dünyanın desteğini sağlayacak bir “bölgesel güç” olma potansiyelini artıracaktır.Diğer yandan da bu potansiyelin kelepçesi yine Türkiye’nin içindedir. “Bölgesel güç” pozisyonunun kalıcı olabilmesi için nüfusunun en büyük bölümü Türkiye toprağında yaşayan bir bölge halkıyla ilgili sorunun çözülmesi şarttır.Filistin halkının ve İsrail halkının, Suriye halkının ve Irak halkının barışçı geleceklerinin inşasına katkıların etkili olabilmesinin, kalıcı olabilmesinin en temel koşulu hâlâ içeridedir.
Aralarında gazeteci arkadaşlarımız Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın da bulunduğu soruşturmanın iddianamesi geçen hafta kabul edildi.İddianamenin tümünü değerlendirmek hukukçuların işi, ama öyle bir bölümü var ki, o bölüme dikkat çekmek şart.Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın faaliyetleri kitap yazmaktan, kitap yazarken değişik kaynaklarla temas etmekten, yazdıkları hakkında başkalarıyla tartışmaktan, fikir sormaktan öteye değil.Bunların hepsi yazı işiyle uğraşan herkesin “doğal faaliyetleri”dir. Bir konuda araştırma yaparken herkesle konuşulabilir, bir çalışmayı yayınlamadan önce istenilen herkesten fikir alınabilir. Herhangi birisinin çalışma yayınlanmadan önce “şunu şöyle yap daha iyi olur, daha etkili olur” demesi de asla bir örgüt mensubiyetinin kanıtı olamaz.Bugün onlarca gazetede yüzlerce yazı insanı köşelerde fikirlerini, araştırmalarının sonuçlarını yayınlıyor. Bu kişiler her zaman kendi aralarında da müşaverede bulunur, fikirlerine güvendikleri kişilere yayınlamadan önce yazılarını okutur, önerilere uyar ya da uymazlar.Ama bu iddianamedeki “suç” mantığına göre, birbirine danışan bütün köşe yazarları, onların danıştıkları, bilgi aldıkları kişiler gruplar halinde toplanabilir.***İddianamenin bir başka bölümünde de “siyaseti etkilemekten” söz ediliyor. Kitap yazarak, yazı yazarak siyaseti etkilemek “suç” olarak ele alınıyor.Bu mantığın asıl kaynağının adını söylemeyelim, ama dünyanın bu vaktinde “siyaseti etkilemek” gibi bir suç isnat edilmesinin korkunç olduğunu belirtelim.Demokrasi herkesin istediği gibi, istediği yolla, şiddete başvurmadan siyaseti etkileme hakkının ve sorumluluğunun olduğu düzendir.Her gün yazılan binlerce yazı, yayınlanan onlarca kitap, yapılan sayısız konuşma siyaseti etkiler. Bütün bunlar zaten siyaseti etkilemek, toplumun tartışarak doğru yönü bulmasını sağlamak için yapılır.***Demokrasi insanların dört yılda bir oy kullanıp, sandık aralarında “ben bilmem büyüklerim bilir” dedikleri sistem değildir.Nedim Şener ve Ahmet Şık ve bütün yazı insanları istedikleri konuyu araştırır, istedikleri gibi yazar, istedikleri kişilere danışır ve yazdıklarını yayınlarlar. Bildiğimiz kadarıyla bunların hiçbirisi suç değildir ve şu anda yasalarda “siyaseti etkilemek” gibi bir suç da yoktur. Böyle bir suçu ihdas etmenin ne anlama geldiğini iddianameyi kaleme alanlar bilmiyor olabilir, ama bu durum da bütün yargı sistemimizin büyük bir zihniyet devrimine ihtiyacı olduğunun en somut kanıtlarından biridir.