CHP teslim olalı 1.5 yıl oldu

6 Aralık 2016

Daha çok HDP’lilerin kullandığı bir slogan CHP’liler tarafından da kullanılmaya başlandı. CHP’liler de “teslim olmayacağız” diyerek kendilerini son dönemin mağdurları arasına katıyorlar.Geçen yılın temmuz ayından itibaren HDP ve Kürt siyaseti, “askeri çözüm” dönen devlet-hükümet ile PKK arasında sıkışarak “mağdur” pozisyona geçmiştir.“Barışçı çözüm”ü savunan yazarlar, gazeteciler ve aydınlar da “mağdur” durumdadırlar. Kendilerine terörist muamelesi yapılan insanların üzerine siyasal ve yargısal baskılar devam etmektedir.Muhafazakar kesimde, Gülen Cemaati’nin suyuna gitmiş olanların bir kısmı da ne olduğunu tam anlamadan, darbe girişimini desteklememiş olan “yol arkadaşları” dahil “mağdur” sayılabilir, sayılmalıdır.CHP ve CHP’lilerin bu “mağdur” kesimlerden hiçbirinin içinde olmadığı ortadadır. CHP’ye yönelik özel bir siyasi baskı da yoktur, hapishane tehdidi altında bir milletvekili de yoktur.Kendini ifade edecek başka söz bulamayarak “teslim olmayacağız” diyen CHP aslında 1.5 yıl önce, Haziran seçiminin ardından teslim olmuştur.Haziran seçiminde tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamayan Ak Parti’nin, Erdoğan’ın stratejisinin erken seçime gidilmesi olduğunu herkes biliyordu. Eğer CHP’liler bilmiyorsa, durumları daha da vahimdir.CHP, Kasım’daki erken seçime giden yolda, Erdoğan’ın stratejisini zorlamak bir yana, tamamen bu stratejinin başarısını sağlayan tepkileri vermiştir.Kasım seçiminde Ak Parti’nin oy oranının yüzde 50’ye yaklaşmasıyla halk Ak Parti iktidarını istediğini ve “askeri çözüm”e razı olduğunu bildirmiş olmaktadır.Eğer CHP, Haziran seçimi ertesinde Ak Parti ile hiçbir ön koşul olmadan koalisyona hazır olduğunu ilan etse ve hiçbir küçük pazarlığa girmeden bu noktada durabilseydi çok farklı gelişmelere kapı açabilirdi.Bir buçuk yıl önce teslim olan CHP bugün büyük ölçüde “oyunun” dışındadır. İç ve dış politikadaki hiçbir gelişmede ağırlığı bulunmamaktadır. Ve tek siyasi faaliyet de hapishane ziyaretleridir.

Devamını Oku

Doların ateşi nereye kadar?

5 Aralık 2016

70’li yıllarda hayatımızda dolar yoktu. Dolar ve diğer yabancı paraları bulundurmak da yasaktı. Turgut Özal ile birlikte Batı ekonomisine uyum başladı, Amerikan doları da hayatımıza girdi.Doların önemini 70’li yıllarda Başbakan Demirel “70 cent’e muhtacız” deyince anlamıştık. Dolar olmadığı için ülke benzinsiz, yakıtsız kaldı, dışarıdan hiçbir şey alınamaz oldu.Türkiye’de ve dünyada Amerikan dolarının durumuyla siyaset her zaman yakın ilişki halindedir. Ekonomi iyi yönetilemediği zaman dolar değer kazanır, bunun arkası da enflasyonun artması ve halkın fakirleşmesidir.Şu anda Amerikan dolarının Türk lirası karşısında asla beklenmeyen bir oranda değer kazanmasını yine “dış etkilere” bağlamaya çalışıyoruz.Bu “iç ve dış düşmanlar” edebiyatı bazen iş yapar bazen de yapmaz, bugün iş yapacağı kesin değil, nitekim “dış etkiler” sözleri de fazla kuvvetli çıkmıyor.Ak Parti’nin iktidar dönemiyle ilgili olarak övündüğü, haklı olarak övündüğü ekonomik gelişmeleri, ekonominin büyümesini, halkın refah düzeyinin artmasını “dış etkenler”e bağlamıyoruz. Çünkü bu gelişmeler ekonominin doğru yönetimiyle sağlanmış başarılardır.Bugünkü dolar patlamasına gelirken yaşadığımız ihracattaki ciddi düşüşler ve turizm gelirlerinin dibe vurması siyasal kaynaklı gelişmelerdir.Ekonomik ilişkilerin en fazla olduğu Avrupa ile siyasi sorunlar olmasının da ekonomiye yansıması kaçınılmazdır. Böyle ortamlarda ekonomi merkezleri önemli kararlar için bekler.Doların tırmanışını durdurmak için sonunda halka başvurulması, belli ki mecburiyetten doğmuştur. Ama liberal ekonomi devam ediyorsa, bu çağrılardan öteye bir şey yapılması, halkın dolarları bozdurmaya “zorlanması” da mümkün değildir.Türkiye, kırk yıl sonra tekrar “70 cent’e muhtaç” bir noktaya gelemez. Ama ekonomide normalleşmenin yolunun da siyasette normalleşme olduğunu biliyoruz. Doların ateşi halkı yaktıkça halkın talebi de bu kadar basit olacaktır.

Devamını Oku

HDP’nin devreden çıkması

2 Aralık 2016

Geçen yılın ilk seçiminde, Haziran 2015’te HDP yüzde 13’lük yükselmişti. Bu yükselişi kampanyanın Erdoğan üzerine kurulması sayesinde olduğunu savunanlar da oldu, eleştirenler de oldu.Kasım ayındaki erken seçime HDP yine aynı sloganla girdi, ancak arada barış süreci rafa kalkmış ve PKK “hendek direnişi”ne geçmişti.HDP de önemli bir oy kaybına uğrayarak yüzde 11’e indi, milletvekilleri azaldı.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Ak Parti’nin haziran seçiminden bu yana politikası, HDP’yi merkez siyasetten dışarı itmek üzerinedir.Genel başkanları tutukludur, milletvekilleri, belediye başkanları tutukludur. 80’lere, 90’lara rağmen sürekli barış için, diyalog için çaba gösteren 76 yaşındaki Ahmet Türk de tutukludur. Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi cinayetinin soruşturmasında bir milim ilerleme olmamış, tam tersine deliller kaynatılmıştır.Bunlar HDP’yi merkez siyasetin dışına itmenin en son hamleleridir. Muhtemelen HDP-DBP yönetiminde hiç bir belediye kalmayacak, tutuklamalar da devam edecektir.HDP’nin Meclis’in dışına atılması ve merkez siyasetten tümüyle dışlanmasının başarıya ulaşması için bunlar yeterli olmayabilir.Şu anda yaşananlara rağmen HDP yeniden örgütlenebilir, tekrar seçimlere girebilir. Merkez siyasetten tümüyle dışlanması da ancak bu noktada mümkün olabilir.Son olarak Andy-Ar’ın yaptığı seçim araştırmasında HDP’nin oy oranı yüzde 7-9 görünmektedir.Bu, daha önce HDP’ye oy vermiş olan 1 ile 2 milyon arasındaki seçmenin en azından sandığa gitmemesi anlamına gelir.HDP’nin merkez siyasetten tümüyle dışlanması da bu şekilde gerçekleşmiş olur. Bu dışlanmanın ne kadar devam edeceğini tahmin edemeyiz.Ama kesin sonucunu biliyoruz. Bu sonuç, Türkiye’deki Kürtler içindeki tek örgütlü güç olarak PKK’nın kalması, Kürtler üzerinde tek otorite olmasıdır.HDP’yi merkez siyasetten dışlama kararının ardında “askeri çözüm”ün başarılı olacağı kanaati bulunmaktadır. Buradaki “başarı” kavramı çok tartışmalıdır, ama şu anda HDP’ye yönelik uygulamalardan PKK’nın hiç şikayetçi olmadığına dikkat edersek bile bir ilerleme sağlayabiliriz.

Devamını Oku

“Türk tipi” olacak

2 Aralık 2016

Ak Parti’nin anayasa teklifi Meclis’e sunulma aşamasına geldi. MHP ile anlaşma sağlandı.Bu çalışmadan da medeni ve demokratik bir anayasa çıkmadı, 1982’nin “askeri” anayasası esas olarak geçerliliğini koruyacak.34 yıldır askeri yönetimin anayasasını korumak bütün sivil siyasi yönetimlerin ayıbı olmaya devam edecek.Ak Parti ile MHP’nin üzerinde anlaştıkları değişiklikten çıkan başkanlığın Amerikan veya Fransız tipi değil, “Türk tipi” olması da kesinlik kazandı.“Türk tipi”nde başbakanlık kalkıyor, başbakan ve cumhurbaşkanının yetkileri tek kişide, başkan veya cumhurbaşkanında toplanıyor. Buna parti liderliği dahil.Şu anda geçerli sistemdeki yenilik “Türk tipi” bir yetkilerin toplanmasından ibarettir. İki kişinin yetkilerinin tek kişinin elinde olması ille dikta eğilimi göstermez, ama demokrasi de göstermez.Bu değişiklik, eğer MHP cenahında son anda bir vazgeçme durumu olmazsa, referandum için gerekli oy alarak Meclis’ten geçecektir.MHP’deki muhalefet hareketleri bastırılmış olduğuna göre, geçerli olan Devlet Bahçeli’nin kararı ve tavrıdır.İdamın geri gelmesiyle ilgili olarak Ak Parti-MHP komisyonunun ne karar aldığı bilinmiyor. Bunu, tasarı Meclis’e gelince öğreneceğiz.Eğer tasarıda idam cezası yer alır, ama buna ilişkin maddeye Meclis’te bir kısım Ak Partili olumlu oy vermezse yeni bir durum ortaya çıkabilir. Anayasa değişikliği tasarısı basitleşince referandumda oy verecek olan seçmenin işi de basitleşmiş olmaktadır.Ak Parti’ye oy verenler bunu Tayyip Erdoğan’ın “hak ettiği bir terfi” olarak görecek ve evet diyecektir.“Türk tipi” başkanlığın demokrasi için bir tehlike oluşturacağını düşünenler de tabii ki hayır diyeceklerdir. Bu “ortadan bölünme” halinde evet diyecek MHP’lilerle, daha önce Ak Parti’ye oy vermiş olan seçmenin tercihi büyük önem kazanmaktadır.Referandumda evet çıkmasının garanti olduğunu söylemek de bu bilinmeyenler dolayısıyla kolay görünmüyor.Sonuçta halk yine, son seçimde olduğu gibi Tayyip Erdoğan’a oy verecek veya vermeyecek. “Türk tipi” başkanlığın mantığı da bunu getiriyor.

Devamını Oku

Merkel’in Türkiye kararı

1 Aralık 2016

Ankara ile Berlin arasındaki üst düzey son görüşme iki hafta önce gerçekleşti. Alman Dışişleri Bakanı Ankara’da herkesle görüştü.Bu görüşmenin Alman hükümeti açısından bir karar verme aşaması olduğu Alman Bakan’ın ifadelerinden anlaşılıyordu.Almanya Başbakanı Merkel’in Türkiye kararını Bild gazetesi açıkladı. Almanya Avrupa Birliği’ne Türkiye ile müzakerelerde yeni fasıl açılmamasını önerecek.Bu ifade “görüşmeleri dondurma” gibi sert bir vurgu taşımıyor, ama fiiliyatta bu anlama geliyor. Yeni fasıl açılmazsa bir müzakere de olmayacak ve Türkiye- AB ilişkilerinde bir gelişme olmayacak.Büyük ihtimalle Avrupa Birliği “fasıl açmama” kararı alırken bir süre koymayacak ve Türkiye’deki gelişmeleri bekleyecek.Bunlardan birinin de, Erdoğan’ın çok sözünü ettiği referandum olacağına kuşku yok. Avrupa Birliği bundan sonrası için Türk halkının tercihini de dikkate alacaktır.Bunun fiiliyatta ne anlama geldiğini tartışırken, bir önemi olmadığını, zaten AB’nin yeni fasıl açmada sürekli ipe un serdiğini savunanlar olacaktır. Bu da doğrudur.Ama bunun bir karara dönüşmesi Batı merkezleri açısından bir “tavır” anlamına gelir ve bunun karşılığı Avrupa Birliği’nin Türkiye ile arasına yeni ve ciddi bir mesafe koymasıdır.Ankara, Batı’nın, Avrupa merkezlerinin çeşitli politikalarını olabilecek en sert dille eleştirirken somut bir hamle yapmamıştı. Bugüne kadar “soğuma” hep sözler üzerinden ve Ankara merkezli olarak yürüdü. Somut adımı Avrupa’nın atması ise ilişkilerin krize dönüşmesinin ilk adımı olmaktadır.Türkiye ile Avrupa ilişkilerinin, Rusya krizine benzer bir ortama sürüklenmesinin “yıkıcı” etkilerini herhalde Ankara da Avrupalılar da görebiliyordur. Bunu görerek yapılacak zorlamalar akla mantığa sığan durumlar olmayacaktır. “Yıkıcı” kavramı da herkes için geçerlidir.Avrupa, Batı’nın karar merkezleri, Merkel “sabrımız taştı” noktasına gelmiş olabilirler, ama Türkiye’deki 80 milyon insanın biraz daha “sabır”a ihtiyacı var.

Devamını Oku

Hükümette farklı sesler

28 Kasım 2016

Başbakan Yıldırım’ın olağanüstü hal altında seçim, referandum yapılamayacağını söylemesi ciddi bir bakış açısı farkıdır.Cumhurbaşkanı Erdoğan kendi açısını tekrar tekrar söylemektedir: “Olağanüstü hali 6 ay daha uzatabiliriz, sana ne!” Buradaki “sana ne” Batı’ya yöneliktir, ama herkes alınabilir.Bir süredir Avrupa Birliği, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedefindedir. Erdoğan’ın görüşü Avrupa Birliği’nin Türkiye için bir amaç olmadığı ve tek seçenek olmadığı şeklindedir.Ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı tweet denilen kısa mesajdan göndererek kendi açısını herkese anlattı: “Avrupa Birliği’nde 510 milyon insan refah ve huzur içinde yaşıyor.” Bunu tercüme etmeye herhalde gerek yok, Şimşek’in söylediği çok açık.Cumhurbaşkanı Erdoğan HDP’li yönetici ve milletvekillerine “eli kanlı terörist” muamelesi yapılmasını doğru buluyor.Ak Parti’nin kurucuları ve önde gelen isimlerinden Mehmet Ali Şahin’in söylediği ise HDP’li milletvekillerinin tutuksuz yargılanabileceği. Ergenekon sanığı olan ve sonradan milletvekili seçilen bazı kişilere bu uygulama yapılmıştı.Şahin en azından HDP’li milletvekillerinin salınmasını istiyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan ise belediye başkanlarının tutuklanmasını protesto için kepenk kapatan esnafın da “bedel ödemesini” istiyor.Kültür Bakanı Nabi Avcı, gazeteci yazar tutuklamalarıyla ilgili rahatsızlığını çeşitli şekillerde dile getirmeye, haksız tutuklamalar için bir şeyler yapmaya çalışıyor.Başbakan yardımcısı Tuğrul Türkeş de idam cezasının geri getirilmesinin faydadan çok zarar getireceğini açık açık söyledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, halkın önünde konuşurken konuyu gündeme kendisi getiriyor ve halka sorulacağını tekrar ediyor.Art arda sıralandığında, bu farklı tutumların ciddi bir ağırlık oluşturmasına rağmen bundan bir “isyan” çıkarmak fazlasıyla abartılı olur. Ama belli ki, şu anda geçerli politik hatlar ve uygulamalarla ilgili olarak Hükümet ve Ak Parti içindeki rahatsızlıklar açıkça ifade edilme aşamasına gelmiştir. Bunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve “ana kadrosu”nun görmemesi de mümkün değildir. Onlar da kuşkusuz bazı “revizyon” ihtimallerini gözden geçireceklerdir.

Devamını Oku

Batı’ya küstük Çin’e gidelim

20 Kasım 2016

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Şanghay Beşlisi” ile ilgili sözleri elli yıl önceki İsmet İnönü’nün sözlerini hatırlattı.60’lı yıllarda Amerika ve İngiltere ile Kıbrıs konusunda anlaşmazlığa düşünce İnönü “Yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır” demişti.İnönü, o dönemde yükselişte olan bağlantısız ülkeler hareketini kastediyordu. Erdoğan ise doğrudan adres verdi.Şanghay Beşlisi’nin ne olduğunu kısaca tekrarlayalım. 1996’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, coğrafi, tarihi ve kültürel olarak Rusya ile Çin arasında kalmış olan üç ülkenin kalkınması ve kontrolü konusunda Moskova ile Pekin anlaştı. İkisiyle birlikte Beşli’yi Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan oluşturdu.Şanghay Beşlisi’nde demokrasi önemli bir unsur ve toplumsal bir hedef değildir.Avrupa Birliği ile Şanghay Beşlisi arasında yapılacak kıyaslama ve fayda hesapları da nafiledir.Bu örgütün, tarihsel ve kültürel olarak epey uzağında olduğumuz ortadadır. Bu örgüte katılmanın Türk halkına nasıl yansıyacağı ile ilgili bilgi kırıntısı bile yoktur. Erdoğan Batı’ya küskünlüğümüzü anlatmaktan anlatıyor, ama Batı’ya alternatif bir siyasi hedef olarak Şanghay Beşlisi’ni zikretmiyor.Şanghay Beşlisi lafının ortaya çıkması bile, Türkiye açısından alternatif yokluğunun ifadesinden başka bir şey değildir.Avrupa ile Batı ve Ankara arasında şu anda var olan kriz Demokrasi tanımıyla ilgilidir. Terörle ilgili tartışmalar da aslında bu anlaşmazlığın çevresine döşenmiş polemiklerdir.Erdoğan’ın birkaç gün önce söylediği “DEAŞ’ı Amerika ve Batı destekliyor” sözü de aynı çerçevedeki patlamalar olarak kayda geçmektedir.Amerika ve Avrupa için Türkiye kolay eda edilebilir bir ülke değildir. Ama Batı başkentlerinde Ankara’ya ceza koymanın çeşitli şekilleri tartışılmaya devam etmektedir.Amerika ve Avrupa ile ilişkilerimiz daha da kötüleşirse, bavulumuzu alıp Uzakdoğu’ya taşınacak halimiz olmadığına göre Ankara da Batı ile krizden çıkma arayışı aşamasına geçecektir.

Devamını Oku

Hapse atalım... Yargılayalım... Asalım...

19 Kasım 2016

Bir süredir, birikmiş öfke ve nefret dalgaları içinde yaşıyoruz. Kimse dert anlatmak ya da dert dinlemek niyetinde değil, herkes hep bir ağızdan öfke kusuyor.Daha çok insanın yargılanması, hapse atılması için uğraşanlar var. İdam cezasının geri gelmesi için çalışanlar var.Bunların gerekçesi olarak da “milletimiz böyle istiyor” sözü aşırı sık sarf ediliyor.Ne kadar çok insan hapiste olursa, ne kadar çok insan mahkemede sürünürse o toplum bütün ruhuyla geriler.Bugün bunun çığırtkanlığını yapanlar, kasaba ruhuna hapsolmuş, insanların huzur ve mutluluğunu umursamayan bir kalabalık halinde hareket etmektedir.Bazen ölçüler öyle kaçıyor ki, insanın “hangi yıldayız” diye sorası geliyor.Daha fazla insanın mahkemelerde süründürülmesi toplumu sadece gerer, kendi geleceğiyle ilgili şüpheler yaratır.Daha fazla insanın hapse atılması o ülkenin iyi yönetildiğini değil kötü yönetildiğini gösterir ve bunu bütün yönetilenler anlar.“Asalım” diye bağıran, idam cezasının geri gelmesi ve geriye dönük uygulanmasını isteyenler ülkesine yaptığı kötülüğün farkında olmayan şuursuzlardır.Bugün bunların hepsinin sesinin çok çıkması, ülkeyi kendi içine kapanma, bu öfke ve nefret sarmalları içinde yaşama yollarını açıyor.Türkiye’nin 15 Temmuz’da atlattığı badire,daha çok mahkeme,daha çok hapis, daha çok ölümdü. Büyük bir toplumsal refleksle bu badireyi atlattık, ama yeterince ders çıkardığımızı söylemek mümkün değil.Daha çok mahkeme, daha çok hapis ve idam üçüncü dünya ülkelerinin kaderidir. Doğrudur, bunları o üçüncü dünya ülkelerini yönetenler iyi anlar.İçine kapanmış, ikinci sınıfa tıkılmış bir toplum olarak yaşamak aklı başında hiç bir vatandaşın kabul edebileceği bir durum değildir.Türk toplumu 2012 yılına kadar nasıl geldiğini, hangi badirelerden, hangi felaketlerden kurtulduğunu iyi biliyor.Önce bu “yargılayalım, hapse atalım, asalım” tavrı sona ersin ki siyaset de kendi doğal akışına geri dönebilsin.

Devamını Oku