MİT kanununda değişiklik tartışması yine siyasi pozisyonlar üzerinden yapıldı. MİT mensuplarına getirilen “ek koruma”, zaten varolan “başbakan izni”nin “özel yetkili yargı” için de geçerli olmasıyla sağlanacak.Bu tartışmada belirtilen sakatlık “özel yetkili yargı”nın varlığıdır. Böyle bir “özel yetki” sisteminin getirilmesinin nedeni “doğal yargı”nın işleyişindeki arızalardır.Yavaşlığı, dengesizliği, tutarsızlığı ile birlikte “devleti korumayı” asıl görevi olarak benimsemiş ve buna göre çalışan bir yargı düzenini değiştirmek için hiçbir şey yapılmayınca bazı konularda sonuç alabilmek için yine “olağanüstü yargı” sistemi getirilmiştir.***Temeldeki bu sakatlığın yanında bir başka sakatlık; aynı “devleti koruma” mantığından kaynaklanan bir sakatlık üzerinde fazla durulmadı. Prof. Sami Selçuk, dünkü Radikal‘de yayınlanan, Başbakan’a mektup olarak yazdığı yazıda bu sakatlığı ortaya koydu.Çağdaş hukuk mantığında yeri olmayan sakatlık, “devleti koruma” mantığının uzantısı olan “devlet memurunu koruma” sistemidir.1872’de, Osmanlı’nın dağılma süreci başladığında, bütün sorunlarla başa çıkabilmek için devlet memurlarının, tabii ki esas olarak asker ve polisin rahat hareket etmesi için önce bir nizamname, sonra da “Memurin Muhakematı Hakkında Kanun” çıkarılmıştır. Böylece devlet memurlarının görevleriyle ilgili suçlardan kovuşturulması, yargılanması “yürütme”nin iznine bağlanmıştır. O dönemde bu kanuna ihtiyaç duyulmasının temel nedeni de milliyetçi etkiler altındaki etnik toplulukların üzerine gittiklerinde güvenlik güçlerinin “rahat” davranmalarını sağlamaktır.Bir kamu görevlisinin görevini yaparken suç işleyip işlemediğinin tespiti böylece yargının elinden alınmış, yürütmeye verilmiştir.***Bu kanun 1872’den bu yana çeşitli değişikliklere uğramakla birlikte hâlen geçerlidir. Ve “Devleti korumak için memurunu korumak” mantığı hâlâ geçerli olup da kendisini “medeni dünyanın üyesi” olarak niteleyen tek ülke de herhalde Türkiye’dir.Sami Selçuk, Türkiye’nin hukuk hâlinin Belçika’dan 181, Bolivya’dan 151, Fransa’dan 142 yıl geride olduğunu bu kıyaslamaya göre söylüyor. Adını verdiği bu üç ülkede “memuru koruma kanunları” belirttiği kadar yıl öncesinde sona ermiştir.Devleti korumak için memuruna özel koruma sağlamak demek, zaten devletin, dolayısıyla da memurunun “bazı şartlarda” kanunların dışına çıkabileceğini kabul etmek demektir. Hâlâ kendi durumumuzun “hukuk devleti” çerçevesi içinde olduğunu sanıyoruz ve sistemin temelindeki vahim mantık geriliğini gidermek için hiçbir şey yapmıyoruz.
MİT Müsteşarı üzerinden Başbakan’a yönelik “darbe”nin arkasında AKP ile Gülen cemaati arasındaki bir iktidar savaşının bulunduğuna ilişkin iddialar ilk günden ortaya atılmıştı. Bunun nedeni, emniyetin önemli kesimlerinde ve yargıda görevli birçok kişinin “cemaate bağlı” bilinmesiydi.“Cemaat”, adı üzerinde, açık ve bilinir bir örgütlenmeyi ifade etmiyor. Kim cemaatin içinde, kim cemaat adına hareket ediyor, kim kendisini cemaat içinde gösteriyor, bunların cevaplarını vermek kolay değil.Gülen cemaatinin yapılanması, faaliyetleri ve hedefleriyle ilgili olarak ortaya atılan iddiaların bir kısmının kanıtlanması mümkün değil. Ancak bu yapılanmanın önemli bir boyuta ulaşmış olduğu ve en azından 2002’den beri AKP’nin içinde ve/veya yanında olduğu biliniyor.***Bu darbe girişimiyle birlikte AKP-Cemaat savaşı varsayımı ortaya çıktığında, varsayımın kaynağındaki mantık olarak “devlet içindeki iktidar mücadelesi” gösterildi.Eğer durum bu ise, ancak cemaat içinde bir kesimin “AKP gider biz tam geliriz” hedefiyle hareket ettiği sonucuna varılabilir.Bunların hepsi varsayımlar, belli mantıklar üzerinden yapılabilecek çıkarsamalardır.Ve bu varsayımların hepsine karşılık, önce Fethullah Gülen’in Erdoğan’a gönderdiği “geçmiş olsun” mesajı ardından da her iki taraftan “aramızda kavga yok, olamaz da“ mesajları ve bu mesajları destekler mantıktaki açıklamalar geldi.***Son durumda, “darbe”nin kaynağı ya “şuursuzluk”tur, yahut da daha farklı kaynaklar aramak ve sadece aramak değil bulmak da gerekiyor. Çünkü toplumda bir algı oluşmuş, hem AKP hem de Cemaat konusunda en keskin karşıt görüşlerin zemin kazanması sağlanmıştır. Bu durumun ise AKP ve hükümetinin de cemaatin de “lehine” bir ortam yaratmadığı açıktır. ***Darbe, sonuçları dolayısıyla “basit” bir darbe değildir; Ankara’da Kürt meselesini ve terörü çözme, gerçekten çözme yolundaki iradelerin sıfırlanması, bu alana girme yollarının kesilmesi söz konusudur.Darbenin kaynağının şuursuzluk olması ya da bazı cemaat mensuplarının operasyonu olması veya bambaşka bir güç kaynağının girişimi olması olayın esasını değiştirmez.Esas olan Kürt meselesinin ve terörün demokratik süreçleri hızlandırmak yoluyla çözüm hattına sokulmasıdır.Savaş ve terör devam ettikçe, bünyede zehirlenmeye müsait alanlar yaşamaya devam edecektir, kangren olan organlar artacaktır.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı ve vekilinin dün yaptıkları açıklamalar, MİT yönetimine dönük operasyonla ilgili bazı noktaları açıklığa kavuşturdu.Başsavcı’nın Milliyet’te yayınlanan beyanlarından bu soruşturmadan alınan özel yetkili savcı yardımcısının üstlerine haber vermeden MİT Müsteşarı ve mensuplarını ifadeye çağırdığı doğrulanmış oluyor. Bu kadar önemli bir konuda savcı yardımcısının kendi iradesiyle harekete geçmesi zaten kurallara aykırıdır. Söz konusu savcı, üstlerine haber vermesi halinde durdurulması ihtimalini öngörmüş ve onlardan habersiz harekete geçmiş ve bu haber de hızla yayılmıştır.***Aynı kaynak ya da çevresindeki kaynaklar, aynı hızla MİT Müsteşarı’na sorulacak soruları da gazetelere ulaştırarak kamuoyunda belli bir algı yaratılmasını sağlamıştır. Suçlama terör örgütüyle işbirliğidir, MİT Müsteşarı’na sorulacak sorular arasında “Oslo görüşmesi olarak bilinen buluşmadan Başbakan’ın haberi var mı” sorusu da bulunuyor.Başsavcı Vekili’nin dün yaptığı yazılı açıklamadaki ifade “bazı kamu görevlilerinin kendilerine verilen görev alanının dışına taşarak suç işlediğine ilişkin deliler bulunduğu” şeklinde.İfadede geçen “bazı kamu görevlileri” MİT’in görevdeki Müsteşarı, eski Müsteşar ve yardımcısıdır. Bu kamu görevlilerine görev verme durumundaki kişi Başbakan’dır. Dolayısıyla Başsavcı Vekili’nin bu ifadesinden tek sonuç çıkar. Suçlanan kişilere “size ne görev verildi” diye sorulduğunda, suçlanan kamu görevlileri icraatlarının bir üstteki “amir” durumunda olan Başbakan tarafından verilen göreve uygun olduğunu söyleyeceklerdir. Bundan sonraki adım da doğrudan Başbakan’a “size bağlı bu kamu görevlilerine hangi görevleri verdiniz, şu şu icraatları yapmaları için talimat verdiniz mi” diye sorulmasıdır.***Başsavcı Vekili’nin açıklamasında, “siyasi iradenin politika ve kararlarını sorgulamak gibi bir amaç olmadığı” söylenmiş olmasına rağmen aynı açıklamada tekrarlanan soruşturma mantığı ve doğal seyri “yukarı”yı işaret ediyor.İstanbul Başsavcısı ve vekili bilmemiz gerekenleri açıkça anlatmış oldular. Buradan çıkarılabilecek bir başka sonuç da “yargısal operasyon”un devam edeceğidir. Daha çok işler olacağını tahmin etmek için özel bilgi sahibi olmak gerekmiyor, Başsavcı ve vekilini dikkatle okumak yetiyor.
AKP hükümetinin en tepesine yönelik “darbe” karşısında hükümet tarafının attığı tek adım yasal tedbirlere başvurmak oldu. En kolay gibi görüneni, MİT mensuplarının özel yetkili mahkemelerin yetki ve görev alanı dışına çıkarılması da aslında öyle kolay bir iş değil. Çünkü bu yasa değişikliği söz konusu olduğu anda karşısına gelecek olan, “aynı korunmanın görevlerinden dolayı suçlanan Silahlı Kuvvetler mensupları için de geçerli olması” önerisidir.***Krizi yasa değişikliğiyle atlatmaya çalışma tercihi, sonuçta daha büyük gerilimleri de beraberinde getirebilecektir. Görevini yaparken suç işlediği iddia edilen MİT mensupları ile benzer suçlamalara hedef olan Silahlı Kuvvetler mensupları üzerinden yapılacak bir hukuki ve siyasi tartışmanın içinden kimse kolay kolay çıkamaz.Ayrıca krizi yaratan soruşturma, yasa değişikliği ve savcıların değişmesiyle de ortadan kalkmayacaktır. Açılmış soruşturmada PKK ile yapılmış görüşmeler suçlama konusu olduğuna göre, Başbakan’ın da suçlanması her zaman bir ihtimal olarak kalacaktır.***Darbeyi planlayıp harekete geçenler, hükümeti terör ve Kürt meselesiyle ilgili olarak hareket edemez hale getirmişlerdir.Ülkenin en büyük sorununda eli kolu bağlanmış siyasi iradenin, bu sorunla ilgili “başka” bir politika izlemeye mecbur bırakılmasıyla “iktidar alanı” çok ciddi bir daralmaya uğramış oluyor.Başbakan hâlen olan bitenle ilgili olarak halkın karşısına çıkıp açık konuşma, açıkça anlatma yolunu seçmiş değil. Uludere olayıyla başlayan “kapanma”yı halkın hayra alamet bir gelişme olarak değerlendirmeyeceği de bellidir.***Darbenin ağırlığı ortadadır. Devamının geleceğinin işaretlerinden biri de MHP Genel Başkanı’nın ağzından ortaya atılan “Yüce Divan” meselesidir.AKP hükümeti “köşeye sıkıştığı” izlenimi verdiği anda siyasi krizin zirveye vurmasının yollarını da açmış olacaktır.Siyasi gücüne, halk desteğine güvenen bir siyasi yapının krizden çıkmak için gidebileceği tek yol, halkın önüne en şeffaf şekilde çıkmak ve sandığı ortaya çıkartmaktır.Sandık ortaya çıktığında, bu darbeye elverişli ortamın neden oluştuğunun tahlilini doğru yapabilen, son dönemdeki yanlışların özeleştirisini de yüksek sesle dile getirebilen bir siyasi harekete halktan ancak destek gelir.
Yaşadığımız, çok ağır bir siyasi krizdir, bir “devlet krizi”dir. Bu kriz için düğmeye basanlar, krizin yol açacağı bütün sonuçları göz önüne almış olmalılar ki, “operasyon” devam ediyor.Hükümet ilk adım olarak, MİT kanununda yapılacak bir değişiklikle hedefteki MİT mensuplarının kovuşturmadan kurtulmalarını sağlayacak bir yol buldu. Bu şekilde Müsteşar, eski müsteşar ve görevlilerin soruşturmadan kurtulmaları sağlanabilir, ama kriz sona ermiş olmayacaktır.***Yaşanan durumu doğal bir hukuki soruşturma olarak göstererek, karmaşık hukuki yorumlar veya “MİT nasıl çalışır, çalışmalıdır” gibi ayrıntılar üzerinden anlamsız tartışmalar açarak krizi farklı bir niteliğe sahipmiş gibi sunma çabaları da devam ediyor.Düğmeye basanlar, krizin siyasi sonuçlarını bildiklerine göre, arkasını getirecek hazırlıkları da yapmış olmalıdırlar. Bunun “arkası”, yani bundan sonra atılacak adımda doğrudan bizzat Başbakan’ın hedef alınmasına kimse şaşırmasın. İlk aşamada Başbakan’ın bir alt kademesi hedefe konulmuştu ve konu siyasi iradenin talimatı dolayısıyla yapılan icraatlar olduğuna göre bundan sonraki aşamada Başbakan’la ilgili bir adım atılması beklenmelidir.***Cumhurbaşkanı Gül ve hükümet tarafından yapılan “sağduyulu” açıklamalar operasyonun hızını kesmedi. Bundan da kolayca operasyonun devam edeceği sonucuna varılabilir.Böyle bir kriz, tekrar edelim, siyasi iktidarın muktedirliğiyle ilgili soruları tırmandıracak, “AKP aslında iktidar olamamış” algısını kendi taraftarları arasında da hızla yayacaktır. Yapılacak kanun değişikliği sayesinde MİT yöneticilerinin kurtulmasıyla da bu soru ve algıların değişmesi mümkün değildir.***AKP de çıkarılan bu krizi fiili bir darbe olarak görmek durumundadır. Böyle bir darbeye maruz kalan siyasi gücün elindeki en büyük ve gerçek silah da “halk”tır.Siyasi krizin siyaseten ve kökten çözülmesi için önce durumun halka bütün açıklığıyla anlatılması, ardından da “nihai çözüm için yetki” talebiyle halka gidilmesini düşünmek şart olmuştur.Erdoğan bir daha böyle krizlerin, darbelerin ve darbe girişimlerinin olmaması için yetki talebiyle halkı sandığa çağırdığı zaman “gerçek“ bir “one minute” yaşanmış olur.
MİT’e ve müsteşarına yönelik “yargısal” operasyon tümüyle siyasidir. İki gündür herkes bu “operasyon”u düzenleyenleri arıyor. Bazıları “cemaat”in etkili olduğunu öne sürüyor; bazıları, olayın “MİT-Emniyet” çatışmasının zirveye vurması olduğunu savunuyor.Operasyon siyasidir, hem hükümetin belli politikalarının güvenlik alanındaki uygulamalarını açığa çıkarmakta hem de Habur’dan başlayarak “açılım”ı hedef almaktadır.Suçlamanın vardığı noktada MİT’in ve giderek hükümetin “terör örgütüyle işbirliği” vardır.***Habur olayı, “açılım”ı baltalamak için düzenlenmişti. Uygulayıcıların birkaç PKK şefi olmasının önemi yoktur.Uludere katliamı hâlâ karanlıktadır ve bütün olası “açılımlar” karşısında kanlı bir duvar olarak duracaktır.Bunların ardından hükümetin Kürt meselesi ve terörün sona erdirilmesi yolunda fiilen hareket edemez hale getirilmesi karamsar bir senaryo olarak gündemdeydi, o da MİT operasyonuyla sahneye konuldu.Emniyet ve yargı mensuplarının tümüyle “siyasi” bir operasyon yapabilmeleri yine AKP hükümetinin “devletin tüm kurumlarını yönetemediği görüntüsünü“ de iyice güçlendirmiş oldu. Başbakan’ın yanında çalışmış, onun talimatıyla terörle ilgili en hassas görevleri üstlenmiş, devletin istihbarat örgütünün başına getirilmiş bir bürokrata böyle bir saldırıda bulunmanın anlamı “siyasi otoriteyi tanımamak” diye de okunabilir.***Çok parçalı devlet yapısının, bazı unsurları bazen aynı hedefte bir araya gelebilse de bu unsurlardan kimisi siyasi otoritenin tepesine “vurduğu”nda iktidarın zafiyetinin tartışılması kaçınılmaz olur.Olayın yarattığı sarsıntı arasında ikinci planda kalan, Taraf Gazetesi yönetici ve yazarlarının telefonlarının MİT tarafından dinlenmesi olayı da aslında güç savaşının boyutlarını gösteriyor.***Ankara bir kez daha “dökülme” hâline geçti. “Dökülme”nin miladının da Habur provokasyonu ve bu provokasyon karşısında dik duramayan siyasi iradenin demokrasi sürecinde frene basarak bir tür “teslimiyet”i kabullenmesi olduğu artık açıkça ortadadır.Bundan sonraki gelişmeler ne olursa olsun yarayı alan siyasi iktidardır. Kendi emrindeki güvenlik güçlerine egemenliğinden kuşku duyulan, yargının işleyişindeki sakatlıkları gideremeyen bir siyasi iktidarın acil ihtiyacı, çok hızlı bir “zihin açma” seferberliğidir.
Şu son gelişmelerin açıklanması oldukça güç: MİT’in hâlihazırdaki ve eski müsteşarıyla bazı görevlileri “KCK soruşturması kapsamında” ifade vermeye çağırılıyor. Üstelik bu durum anında aleni hale getiriliyor, herkes ifadeye çağırma olayını öğreniyor.Aynı gün içinde İstanbul emniyetinde üst düzey görevden almalar oluyor.***Yaşananlara bakıldığında, daha önce de benzerlerini gördüğümüz, “devlet içi savaşlar”dan birinin yaşandığını söylemek mümkün. Ancak bu kez işin içine MİT müsteşarlarının katılmış olmasından, bu savaşın niteliğinin öncekilere göre daha “sert” olduğu sonucunu çıkarmak da mümkün.***Böyle savaşlar devlet adına da siyasi iktidar adına da “zafiyet” göstergesidir.Siyasi iktidarın irade ve tercihlerine rağmen devlet içinde farklı tavırlar alınması “muktedirlik” konusunu yine tartışılır hale getirir.Uludere katliamının nasıl gerçekleştiğine ilişkin resmi bir açıklama yapılmadı, buna karşılık birçok söylenti ve iddia ortaya atılarak ortam daha da bulanık hale getirildi. İddiaların ne kadarı doğru bilgilerden kaynaklanıyor, ne kadarı “oyun”un parçasıdır, bilmemiz mümkün değil. Ama ortaya çıkan manzarada, MİT Müsteşarı’na yönelen girişimler ağır basıyorsa ciddi bir durum olduğunu tahmin edebiliriz. Ayrıca konunun, Müsteşar’ın bu göreve gelmeden önce Oslo’da PKK ile yapmış olduğu görüşmelerle ilgili olduğu da söylenmiştir.***Bizim yaşadığımıza benzer koşullarda sıkıntılar yaşamış olan ülkelerde böyle gizli görüşmelerin her zaman yapılmış olduğu biliniyor. Amaç da bellidir, toplumun talebi olan şiddet ortamından bir an önce çıkılmasına katkı sağlamak...Bugünkü manzarada öne çıkan “savaş hali”nin içinde devletin temel güvenlik kurumlarıyla yargının da olduğu anlaşılıyor.Bu durumun ortaya çıkması kimseyi şaşırtmasın. Siyasi ve toplumsal sorunlara siyasi cevaplar aramak üzere siyasi alanı açmak yerine siyasi alanı kapattığınız zaman o alanı “asayiş ve güvenlik ağları” kaplamaya başlar.***Kürt meselesinin çözümü ve terörün sona ermesi için siyaset fiilen son ermiş, erdirilmiş, ortada sadece “savaş dili” kalmışsa her şeyi bu dil belirlemeye başlar ve siyaseti de, siyasi iktidarı da yönlendirir.Savaşçılar savaşır, siyaset kenara itilir; nelerin siyasetin diliyle konuşulması gerektiği unutulur, siyasiler de polis ve savcı gibi konuşur, davranır.Şeffaf siyasetin mevcut olduğu ülkelerde, böyle savaşlara uygun ortamlar da olmaz.Kimse bu savaşlara şaşırıp kalmasın; herkes bunların yaşanamayacağı bir siyasi ortamın yaratılması için ne yapacağını düşünsün.
Uludere katliamında çocuklarını kaybeden aileler devletin gönderdiği paraları almadılar. Ankara çok farklı tartışmalar içinde olduğu için, bunun anlamı üzerinde durmadı. İktidar partisi “bu kan parası değildir, alın” dedi ama Uludereliler onların sözünü dinlemedi.Muhalefet partisi de şu ana kadar Uludere olayının önemini kavradığına ilişkin bir işaret vermedi, olayın aydınlatılmasına yönelik bir talep de belirtmedi.***Uludere olayını araştıran Meclis İnsan Hakları Komisyonu‘na bilgi veren bölgede görevli askeri yetkililer operasyonun Ankara’dan yönetildiğini, kendilerinin bilgi sahibi olmadıklarını söylediler.Bu yetkililer Meclis Komisyonu’na verdikleri bilgileri herhalde olayı soruşturan mercilere de vermiş olmalıdır. Ama merkezdeki yetkililer hâlâ kamuoyuna tatmin edici bir bilgi vermiş değil.***Uludere katliamını “teknik” bir yanlıştan ibaretmiş gibi göstermek ve olayı unutulmaya bırakmak gibi bir çabanın sonuç vermesinin mümkün olamayacağını Ankara hâlâ görmüyor.Bu “direnç” devam edebilir, yıllarca devam edebilir ama böyle bir olayın üstünün örtülmesi, unutulması mümkün değildir.***Uludere olayı “askeri çözüme” tıkanmış bir anlayışın iflasının bir kere daha, çok acı bir şekilde teyididir. Silahların susmasını sağlayamayan siyaset, neredeyse yüz yıldır denenmiş ve sadece sorunu kangrene çevirmiş yöntemlere teslim olmuş gibi görünüyor.Bu tıkanmanın veciz ifadelerinden biri bizzat Başbakan’ın söylediği “terör örgütüyle içli dışlı olmak” cümlesidir. İnsanlar terör eylemine karıştıkları için değil “terör örgütüyle içli dışlı olmak” gibi bir suçlamayla toplandıkları zaman daha çok Uludere katliamları olur.Böyle bakıldığında, Uludere’de çocuklarını kaybeden aileler devletin gönderdiği parayı almadıklarında da “terör örgütüyle içli dışlı olmuş” görünürler.***Ankara yanlış teşhislere ve yanlış çözümlere teslim oldukça vatandaşının güvenini kaybetmeye mahkûmdur.Uludere olayı “silahların susması” yolunda, halkın bu yoldaki beklentilerinin canlanması yolunda bir imkân olabilirdi. Ankara bu imkânı kullanmadı, böyle bir niyeti olduğunu da göstermedi.Uludere halkının tavrını bile görmezden gelmeyi tercih ediyor.