Her yıl 8 Mart civarında “kadın”ın toplumdaki yerini, “ikinci sınıf” hâlini tekrar tekrar dinliyoruz. Bu yıl, şiddete uğrayan kadının korunmasıyla ilgili bir yasanın çıkması, bir gelişme olarak olumlu karşılandı.Türkiye’de kadının toplum hayatındaki yerini en açık anlatan Adil Gür araştırması dünkü Milliyet’te yayınlandı.Sayılar, aşağı yukarı bildiğimizi somut olarak tekrarlıyor.Çalışmaile başlayalım: Türkiye’de kadınların sadece yüzde 16’sı çalışıyor. İşsiz ve öğrenci olanlar dışında “ev hanımı” sıfatını (araştırmada da ev kadınıdeğil ev hanımıdenilmiş) taşıyan kadınların oranı yüzde 61,8. Bu kadınlar zaten çalışmak istemiyor ya da içten içe istese bile bu konuda bir girişimde bulunmadığı için “işsiz” sayılmıyor.Türk kadınının kendi konumuyla ilgili algısıda “dışarıda çalışsa dahi ev işlerinden kendisini sorumlu hissedenler”in oranının yüzde 68 gibi bir orana ulaşmasından anlaşılıyor. Devamı da “erkek himayesinden yoksun kadının yaşamını devam ettirmede zorlanacağı”nı düşünenlerin oranının yüzde 51 olmasıyla geliyor.***Evde kalmaya, ev işlerini kendi başına yapmaya razı olmuş, bir erkeğin “himayesine muhtaç” olduğunu düşünen kadın oranının bu kadar yüksek olması aslında yaygın ve egemen durumun “köy hâli” olduğunu gösteriyor.“Köy hâli”nin önemli bir göstergesi de akraba evlilikleridir ve yakın-uzak bir akrabasıyla evli kadınların oranı yüzde 26’nın üzerindedir.Adil Gür’ün araştırmasının tümü, bir “köy hâli” profili çiziyor ve aynı araştırma erkekler üzerinde yapılsa bu “köy hâli”nin iki taraflı kabulünün çok güçlü bir şekilde ortaya çıkacağını tahmin etmek de zor değil.***Birçok toplumsal ve siyasal meselede tahliller yapar, öngörülerde ve temennilerde bulunurken unuttuğumuz “köy hâli”nin yaygınlığını bu gibi vesilelerle hatırlıyoruz.“Himaye” demek “eşitsiz güç-eşitsiz ilişki” demek. Ve kadınlarının yarısı “erkeğin himayesine muhtaç” olduğunu düşünen bir toplumda “otoriterliğin” bu kadar geniş bir kabul görmesine şaşırıyoruz.Toplumun yarısından fazlası, gündelik ilişkilerin demokrasi-eşitlik üzerine kurulmasını hâlen talep etme aşamasında değilse bunun adı “köy hâli”dir.
Olay 12 Eylül askeri yönetiminin başlarında yaşanmıştır... Sivil yargıda görevli bir savcının önüne bir yayınla ilgili şikâyet gider, savcı bu yayının bir suç teşkil etmediği görüşüyle takipsizlik kararı verir. Kısa bir süre sonra aynı savcı, işleri artan sıkıyönetim askeri mahkemelerine atanır ve aynı yayınla ilgili şikâyet yine aynı savcının önüne gider, bu kez talebi oldukça ağır bir cezadır.Savcıya bu fikir değişikliğini sorduğumda aldığım cevap çok basitti: “Şartlar değişti, bugün böyle yapmam gerekiyor...”Şartlara göre işleyen bir yargı sadece bugünün sorunu değil. 12 Eylül’den önce de sonra da var olmuş “şartlara göre” değişebilen bir hukuk anlayışı hâlâ bütün cesametiyle mevcut ve Türk vatandaşlarının yargıya güvensizliğini beslemeye devam ediyor.***Bir grup genç, Başbakan’ın da katıldığı bir toplantıda “parasız eğitim istiyoruz, alacağız” diye bir pankart açtı. Tutuklandılar, 19 ay yattılar. Savcı, esas hakkındaki mütalaasında bu eylemin demokratik haklara dâhil olduğunu söyledi ve ceza talep etmedi.Sonra savcı değişti. Yeni savcıya göre, bu gençlerin eylemi bir terör örgütünün çağrılarına uygundu, dolayısıyla bunlar terör örgütü üyesiydi ve 15 yıla kadar hapisle cezalandırılmalıydılar.Eylemin kendisi basit bir pankart açma eylemi. Pankartta yazan da son derece masum bir talep. Siyasi cinayetlerin arkasındaki örgütü tespit edemeyen yargı, bu pankartın arkasındaki terör örgütünü tespit ediyor. Kanıtı da söz konusu örgütün yayınlarında bu tür eylemlere çağrı yapılmış olması.***Türk vatandaşlarının bu hukuk ve adalet anlayışının var olduğu, var olmaya devam ettiği bir yargı düzenine güvenmesini kimse beklemesin. Sıkça yapılan ve yargıya, orduya, polise güvenin tepelerde çıktığı kamuoyu araştırmalarına da kimse inanmasın, bu toplum “avukat tutma hâkim tut” lafını üretmiş bir toplumdur.Yargıya güvenin bu kadar yerlerde sürünmesinin nedenlerini, hukuk insanları hepimizden daha iyi biliyordur. Bilmemeleri mümkün değildir, çünkü yargıyla işi olmuş her vatandaş gerçek durumu bilmektedir.Şartlara göre işleyen, şartlara göre değişen bir hukuk mantığının geçerli olabileceği toplumların adı bellidir ve biz hâlen o toplumlar arasındayız, ama gerçek yüzümüze söylendiği zaman sadece kızıyoruz.Birbirimize yalan söyleyerek mevcut durumu idare ettiğimiz sürece de “hukuk devleti” lafı uzak bir hayal olarak kalacaktır.
Son 28 Şubat tartışmaları, körlerin fili tarifine döndü. Herkes fili dokunduğu yerine göre tarif ettiğinde hepsinin doğru bir yanı olur ama hiçbiri tek başına fili tarif etmez.28 Şubat tartışılırken de, bu türden bazı tarifler sürekli vurgulanarak birkaç noktada yoğunlaşma sağlanmak isteniyor ama bu tutum bizi olsa olsa eksik teşhis yüzünden yanlış tedavi sonucuna götürür.Refahyol hükümeti kurulduğu sırada, oldukça yaygın bir tedirginlik ortamı vardı. Bu tedirginliği tırmandırmakta dönemin iktidar sahiplerinin ciddi katkıları olduğunu da görmezsek, ülkenin en büyük siyasi krizlerinden birinin kaynağında siyasilerin bulunduğunu da gizlemiş oluruz.***O dönem tartışılırken, gerek Erbakan gerekse Çiller bir şekilde “aklanarak” krizin birkaç gazetecinin üzerine yıkılıyor olması bir yana, şu andaki tartışmanın odağına aslında bir de 28 Şubat’ın ruhuna uygun bir “siyaset yasağı” oturtulmuş oluyor...Bir siyasi partinin seçimden birinci parti çıkması onun eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Kimi vatandaşlar o partinin iktidarda olmasını istemeyebilir, bunun için vatandaşlık haklarını sonuna kadar kullanarak “meşru” siyasi faaliyetlerde bulunabilir.Her vatandaş, her siyasi parti, her sivil toplum örgütü siyasi iktidarın değişmesi için çaba gösterebilir.Sandıktan birinci çıkmak, isterse oyların yüzde 90’ıyla olsun, vatandaşların tümünün o iktidarın icraatlarını onaylamasını gerektirmez veya iktidarı eleştirme hakkını ortadan kaldırmaz.Bu, “meşru” siyasettir, her vatandaşın hakkı ve görevidir.“Meşru” olmayan, o siyasi iktidarın emri altında olan devlet memurlarının siyasi faaliyette bulunması, elindeki gücü, yasaların imkân vermediği şekillerde kullanarak siyaseti etkilemesidir.***Bu ayrımı net olarak yapmadığımız sürece, ister 28 Şubat’ı ister Ergenekon’u tartışalım, hak ve görev olan “meşru” siyaset ile “meşru olmayan” faaliyetleri birbirine karıştırır, fiili bir siyaset yasağı”nın temellerini oluştururuz.Söz konusu siyaset yasağı mantığı, kökleşmiş devletçi anlayışın temel unsurlarından birisidir. Bu mantıkla, mevcut iktidardan farklı düşünenler, mevcut iktidarın değişmesini isteyenler “vatan haini” sınıfına konulur, cezaları buna göre kesilirdi.Seçilmiş siyasi iktidarı eleştirmeyi, değişmesini istemeyi de “demokrasi düşmanlığı” olarak niteleyen mantık, bu siyaset yasağının mantığından farksızdır. Tek parti döneminin Ankara Valisi’nin solcu gençlere “komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” demesiyle “demokrasi gelecekse onu da biz getiririz, sizin talep etmeniz gerekmez” demek arasında hiçbir fark yoktur.***28 Şubat’ın daha çok konuşulması gerekiyor.Meşru siyasetin herkes için hak ve görev olduğunu, bunun için her türlü fikrin, en aykırı ve sert eleştirilerin bile serbestçe ortaya konulabildiği, her türlü yasal örgütlenmeye gidilebilen bir medeniyet ortamında 28 Şubat’ların yaşanmasının mümkün olmadığını öğrenmek için gerekiyor.
Bazı olaylar var ki, bunlar ancak toplumun tümünün vicdanında aynı ağırlıkla yer aldığında toplumsal bir temizlik mümkün olabilir. 1993 Sivas katliamı bu olaylardan birisidir, hâlâ unutturulmaya çalışılan Uludere katliamı da öyle...Türk toplumu, vicdani temizliğini bir türlü yapıp medeni insani değerler üzerinde birlikte yaşama iradesini kullanamıyor.Toplumun farklı kesimleri, bu kesimleri temsil eden siyasi yapılar “sen yaptın ben de yaparım” anlayışı üzerinden intikamcı reflekslerle yaşamaya devam ettikçe kirlenme hâli de devam edecektir.***Sivas katliamının üzerinden 19 yıl geçti ve dava zaman aşımı yoluyla sona ermek üzere. Yani bu katliamı yapanlar kurtulacak. Kurtulacaklar çünkü bazı güç odakları yapılanın suç teşkil etmediği, “Müslüman mahallesinde salyangoz satanlara” gösterilmiş haklı bir tepkinin istenmeyen sonuçlara varmasından ibaret olduğu kanaatindeler.Vicdani bakışta böylesi bir “gerilik” sadece Sivas katliamı dolayısıyla ortaya çıkmıyor. Geçenlerde Hocalı katliamını protesto gösterisine damgasını vuran da aynı gerilikti, Uludere’ye mazeret üretmeye çalışanlar da aynı gerilikle maluldür.Bu gerilik ve yarattığı savunmacı, intikamcı refleksler sadece bir çevreye değil, birbirleriyle çatışma halinde oldukları görüntüsüne alıştığımız, birbirinin tümüyle zıddı anlayışta olduklarını sandığımız farklı odaklarda birbirine tıpatıp benzeyen şekillerde yaşıyor.Sivas katliamına mazeret üretmeye ve katilleri kurtarmaya çalışanlarla, Hocalı katliamını protesto ederken Hrant Dink’in katilini övenlerle, Uludere katliamını unutturmaya çalışanlar farklı siyasi görüş, inanç veya “görev” duygularına sahipmiş gibi görünseler de aynı kirlenmenin unsurları olup hep birlikte toplumsal vicdanın kara yüzünü oluşturuyorlar.***Hem Hocalı katliamına, hem Hrant Dink cinayetine, hem PKK şiddetine, hem falili meçhullere aynı şekilde karşı çıkan bir toplumsal güç oluşmuş değil. Böyle bir vicdani temizlik gücü eğer varsa da şu anda her türlü kirlilik dalgasının altında kalmış durumda.Birileri Sivas katliamını sorumlularını, birileri Hrant Dink cinayetinin sorumlularını, başka birileri Uludere katliamının sorumlularını kurtarmak için “alenen” uğraşabiliyor, çünkü vicdani temizlenmeyi isteyen cenahta, çekinmeleri gereken bir kuvvet bulunmadığını düşünüyorlar.Böyle bir vicdani temizlik kuvveti kendini göstermediği sürece de vicdani kirlenme devam edecek, her gelen kuşak daha da ağır bir vicdani yükle yaşamak zorunda kalacaktır.
Zorunlu temel eğitimle ilgili değişiklik gündeme geldiğinde eleştirenler, kaygı belirtenler arasında TÜSİAD da yer aldı ve Başbakan’ın oldukça sert bir tepkisiyle karşılaştı.TÜSİAD yeni düzende kız çocukların okumalarının zorlaşabileceğinden kaygılanıyordu.Bu düzenlemeye gelen eleştiriler arasındaki, asıl amacın imam hatiplerin önünü açmak olduğuna ilişkin aşırı kuşku beyanlarından dolayı AKP’deki rahatsızlığın anlaşılır bir yanı var. Ancak TÜSİAD’ın konuya “laikçi” veya “komplocu” açılardan yaklaşmadığı da ortada.***Başbakan’ın sert tepkisi, zaman zaman öne çıkan bir üslubun örneği gibi görülüp geçiştirilebilirdi, ancak tepkinin devamı AKP tarafından oldukça yanlış bir açıdan devam etti.AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın “parti kurup karşımıza çıksınlar” sözü her açıdan geri bir siyaset anlayışının geçerli olduğunu gösteriyor. Siyaset sadece siyasi partiler içinde yapılacak ve sadece siyasi partiler içinde yapılması gereken bir faaliyet değildir. Sivil toplum kuruluşları içinde örgütlenmiş her kesimin, hiçbir örgüt içinde yer almayan tek tek her vatandaşın siyaset yapma, siyasete katkıda bulunma hakkı ve görevi tartışılamaz.Siyasete katkıda bulunmak, görüş beyan etmek için bir siyasi parti örgütlenmesi içinde olmayı “şart” olarak görmek, “bunlar siyaset yapabilir, bunlar yapamaz” gibi son derece geri bir ayrımcılık mantığının tekrarından başka bir şey değildir.***Siyaset, çok partili düzene geçildiğinden bu yana bir kesim tarafından sürekli olarak “kötü bir şey” gibi sunulmuş, siyasetin ve siyasilerin saygınlığı sürekli tartışma konusu edilmiştir.İyi siyasetçi olabilir, kötü siyasetçi olabilir.Siyaset kurumunun tümüyle saygınlığını en aşağı seviyede tutmaya çalışan anlayış, siyaset adamı-devlet adamı ayrımını da başarıyla toplumun zihnine kaydetmiştir. “Devlet adamı” diye üst düzeyde yer alan kişiyle, onun altında yer alan “siyasetçi” ayrımı sürekli kullanılmıştır, hâlâ da kullanılıyor.Sadece işveren örgütlerinin değil; toplumun bütün kesimlerini temsil eden örgütlerin sürekli olarak siyasete katıldığı, katkıda bulunduğu bir toplumda siyaset kavramı da gerçek anlamını bulur; hak ettiği saygın konumunda görülebilir. Siyasi partiler de böyle “herkesin katkıda bulunduğu bir siyasi ortam” için çaba gösterdikleri, siyaset hakkını kimseden esirgemeye kalkmadıkları zaman demokrasinin gelişmesine katkıda bulunmuş olurlar.
Akla ziyan durum devam ediyor; Nedim Şener, Ahmet Şık ve gazetecilik dışında herhangi bir faaliyetleri bulunduğu kanıtlanmamış onlarca kişi hâlâ hapiste.Gerçekten akla ziyan. Çünkü Ahmet ve Nedim ve diğerleri hapiste kaldıkları sürece, en başta Ergenekon davaları olmak üzere ortak alanları “demokrasiye kastetmek” olan çok sayıda dava ve soruşturmanın inandırıcılığı da zedelenmeye devam ediyor.Sadece kitap yazmış, sadece konuşmuş, sadece kitap yayınlamış kişilere terörist muamelesi yapıldığı zaman diğerlerinin neden demokrasiye kasteden teröristler olduğunu da ne yargı ne devlet ne de siyaset anlatabilir.Bu kişilerin hapiste olmaları, hâlâ kitabı, yazıyı, konuşmayı, fikri tehdit sayan en kaba otoriter anlayışın egemenliğini sürdürdüğünün kanıtı olarak görülür ve başka icraatlar da buna göre değerlendirilir.***Söz konusu tutuklamalar dolayısıyla hükümete yönelik tepki ve eleştirilerin artması üzerine, bunların yargının “bir kesiminin” hükümeti zorda bırakma amaçlı uygulamaları olduğu yorumları bile yapıldı. Bu yorumlar başka olaylar dolayısıyla da yapıldı. Ama sadece işini yapan gazetecileri, akademisyen ve yayıncıları sırf hükümeti zorda bırakmak için hapse atan “bir kısım yargı” varsa, gereğini yapmak da yine siyasi iktidarın sorumluluğudur.Bir süre önce Adalet Bakanı bu konuyla ilgili olarak “mevzuattan kaynaklanan bir sorun varsa gereği yapılır” şekilde bir söz söylemişti. Bu sözün, mevcut arızayı hükümetin de bildiğini gösterdiğini söyleyebiliriz.***Türkiye, demokrasisinin tarihindeki ağır arızalarla hesaplaşmaya devam ediyor. Demokrasiye kasteden bütün icraatlar, 12 Eylül darbesi dâhil, yargı önünde hesap vermeye çağırılıyorsa, hiç kimsenin demokrasiye yeni lekeler süren yanlışlar yapmaya, asla hakkı olamaz.Ahmet, Nedim, Ragıp, Büşra, Barış ve diğerleri özgürlüklerine kavuştukları gün, demokrasiye kastedenlerle hesaplaşmanın çok daha güçleneceği gün olacaktır.Bütün lekeler temizlenmeye çalışılırken yeni lekelere bu toplumun, bu ülkenin, siyasetin tahammülü olamaz, olmamalıdır.
On beş yıl sonra 28 Şubat 1997 darbesini-müdahalesini-operasyonunu heyecanla ele almamız çok yerindedir, hatta geç kalmış bir hesaplaşmadır. Böyle bir hesaplaşmayı gereğince yapabilmek için de önce “28 Şubat süreci” de denilen olaylar zincirinde neler olduğunu bilmek gerekiyor.1995 seçiminin ardından kamuoyunun oldukça geniş bir kesiminin beklediği ve istediği Tansu Çiller - Mesut Yılmaz koalisyonu yürümedi. Bu iki siyasinin egoları, siyasetin ve ülke koşullarının üzerine çıktı. Arkasından Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller koalisyon hükümeti kurdular.Refahyol adı verilen bu hükümetin kurulmasıyla birlikte, siyasi İslam’ın lideri başbakan olunca toplumdaki klasik korkular tırmandı. Asker harekete geçtiğinde zaten hazır bir kamuoyu vardı. 28 Şubat operasyonuya, ülkede “irticai” faaliyetlerin çok tehlikeli bir aşamaya geldiği, ülkenin her an irticanın eline geçeceği, Humeyni İran’ı olacağı duygu ve korkusunun yayılması için psikolojik savaş başlatıldı. Psikolojik savaşın bir unsuru da “asker her an darbe yapabilir ve bu darbe 12 Eylül’den de beter olabilir” korkusunun yayılmasıydı. Bunun yanı sıra, Susurluk olayıyla birlikte bir süre önce herkesin öğrenmiş olduğu devlet içindeki çeteler dolayısıyla özellikle “seçkinler” arasında ve medyada “can korkusu”nun da ince ince yerleştirilmesiyle “korku düzeni” tamamlanmış oldu.Bir yanda “irticanın elindeki bir Türkiye’de başına ne gelir“ korkusu, diğer yanda “demokrasi falan diye irticacıları korumaya kalkarsan başına ne gelir” korkusu iyice yan yana yerleştirildi. Korkuları pekiştirecek alt operasyonlar da başarıyla uygulandı.Sonuç: Siyasi iktidarın büyük ortağı Refah Partisi “pıstı”, küçük ortağı Doğruyol Partisi dağıldı. Bu ortamda demokrasiyi ve çağdaş değerleri ortaya koymak, en zayıf demokrasinin her türlü otoriter rejimden daha iyi olduğunu söylemek cesaret işi oldu.***Operasyonun ikinci boyutu da Kürt meselesi ve terör tartışmasının başlamasını, “siyasi çözüm”, “barışçı çözüm”, “diyalog” gibi kelimelerin dahi kullanılmasını önlemekti.Bu operasyonun başarılı olabilmesi için “medya” ayağı şarttı. Bunun için de askerler bütün yöntemleri kullandı ve “tam saha pres” yaptı.Bugün, o dönemi bilmeyen, o günün koşullarını bilmeyen kimi genç yazarlar, operasyonu yapanların, operasyona boyun eğen siyasilerin, operasyona ortak olan siyasilerin de önüne medyayı koyarak “savaşta ne yaptın baba” üslubuyla olayın kendisini sulandırıyorlar.O günün medyası elbette tartışılmalıdır. Operasyona gönüllü destek veren, hatta operasyonun parçası gibi hareket eden gazeteciler olmuştur. Bunun için de dedikodular üzerinden hareket etmeye de gerek yoktur.On beş yıl geriye baktığımızda, bu ağır dönemi “mümkün olan en az zayiatla atlatmak” çabasının da görülmesi, o günün koşulları içinde değerlendirilmesi gerekir. Kuşkusuz darbenin yanında olmamalarına rağmen “en az zayiat” için uğraşanların da yanlışları olmuştur.Ancak konu medya olunca, ülkenin başbakanı “kanlı mı kansız mı” diyorsa, genelkurmay başkanı “Humeyni rejimi geliyor” diyorsa, her ikisinin de manşet olmasının doğal olduğunu, gazetecinin bu durumda başka bir şey yapamayacağını da bilmek gerekiyor.***Bütün bunları, Yeni Yüzyıl Gazetesi’nin yayın yönetmeni olarak Sabah grubu içinde yaşarken, günü gününe izledik. O dönemde Yeni Yüzyıl Gazetesi, demokrasinin her durumda savunulabileceğinin bir örneği olmuştur. O çizgiyi izlerken de Sabah grubunun yönetimiyle bir sorunu olmamıştır.Bunları yazmamızın nedeni, o günlerin değerlendirmesini dedikodular üzerinden yapmanın, 28 Şubat sürecini farklı hesaplaşma duyguları için fırsat olarak kullanmanın asıl 28 Şubat olayının “sulandırılması”na hizmet edeceğine dikkati çekmek.Dedikodular üzerinden cadı kazanı ortamı yaratmak yerine yapılacak çok açık bir iş var: Gazetelerin arşivleri ortadadır, kim hangi haberi yazmış, kim ne yorum yapmış, hangi gazete hangi olayı nasıl değerlendirmiş, hepsi ortadadır.28 Şubat sürecindeki medyayı ele almak doğrudur. Ve 12 Mart medyasını, 12 Eylül medyasını da değerlendirmek gerektiği kadar doğrudur. Değerlendirme alanı da ortadaki gazetelerdir, televizyonlarda titreyen seslerdir.Bir söz var: “Doktorlar yanlışlarını toprağın altına, avukatlar yanlışlarını demir parmaklık arkasına gizler, gazeteciler ise milyonlarca basıp herkesin gözüne sokar.”28 Şubat’ın gazeteleri de işte orada, arşivlerde; bütün yanlışlarıyla ve doğrularıyla.
Fransa Anayasa Konseyi’nin “inkâr yasası”nı anayasaya aykırı bularak iptal etmesi bir sevinç dalgası yarattı. Büyük bir hukuk ve siyaset zaferi kazanılmış edasıyla verilen beyanatlar havada uçuşup duruyor.Bu kararla Ermeni soykırımı tartışmalarında “soykırım yoktur” görüşünün kazanmış olduğunu düşünerek sevinç sesleri çıkaranlar fena halde yanılıyor.Dünyada 22 ülke parlamento kararlarıyla; Fransa da hem parlamento kararı hem de bir yasayla 1915’te Osmanlı İmparatorluğu‘nu yönetenlerin yaptığı Ermeni tehcirini soykırım olarak kabul etmiştir.***Anayasa Konseyi’nin iptal kararı dolayısıyla görüş beyan edenlerin sandığı gibi, Ermeni soykırımını tanıyan ülke, kurum ve tarihçiler Türkiye’yi suçlamıyor.Türkiye Cumhuriyeti bu tartışma ve tarih çalışmalarında, siyasi beyanlarda “soykırımın sorumlusu” olarak gösterilmiyor.Türkiye bu kararla kazandı, ama bu tür beyanların sahiplerinin sandığı gibi bir kazanç değil bu.1915 olaylarını öğrenirken biraz daha serinkanlı olabilmek, biraz daha öğrenebilmek için zaman kazandı Türkiye.Hocalı katliamını protesto mitinginde “Hepiniz Ermenisiniz hepiniz piçsiniz” diye pankart açanların anlayabileceği bir kazanç değil bu. Başka insanlara, başka toplumlara yönelik kin ve nefretin artık bir insanlık suçu olduğunu bilmeyenlerin anlayabileceği bir kazanç hiç değil.***“Soykırım” kavramı üzerine yapılacak tartışmalar bir yana, dünya üzerinde konuyu bilmeyen kesimlerin birçoğu da 2015 yılında bu olayı duyacak. Tehcirin yüzüncü yılında dünyanın her tarafında yapılacak toplantı ve anmalara, yayınlara öfkeyle, iç kamuoyunun duygularını kışkırtarak karşı durmak mümkün değildir.Bu meseleyi gerçekten “atlatabilmek“ için öncelikle yapılanların Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türk halkına düşmanca bir saldırı olmadığını kavramak gerekiyor.Kin ve nefret suçu işleyenlerin birkaç cümleyle kınanması değil, ciddi olarak teşhir edilmeleri, ayıplanmaları gerekiyor.Medeni dünyanın bu suçları engellemek için getirdiği hukuki düzenlemelerin getirilmesi gerekiyor.“Bunu da atlattık” duygusuyla sevinmek yerine, Fransa Anayasa Konseyi’nin kararının herkes için bir kazanç olduğunun görülmesi ve buna göre değerlendirilmesi gerekiyor...