Unutulmaz bir fotoğraf karesiydi. Dün tekrar gördük. Hrant Dink’in katilinin eline bir Türk bayrağı verilmiş, iki yanında iki emniyet görevlisi. Birinin yüzündeki gülümseme, katille kurduğu “empati”yi anlatıyor...Hrant Dink’in katilinin yakalanmasından hemen sonra Samsun’da terörle mücadele şubesinin çay ocağında çekilmiş o fotoğraf karesindeki keyifle gülümseyen emniyet görevlisi ve diğer kamu görevlileri suç işlediklerini düşünmüyorlar.Herhalde belli eğitimlerden geçmişlerdir, fakat ona rağmen bu cinayetin ülkelerine, halklarına “faydalı” olduğunu düşünüyorlar. Bu cinayetin Türk halkının kaderini karartan, Türk halkına büyük kötülüğü dokunan icraatlardan birisi olduğunun farkında değiller.Kin ve nefret suçlarının doğal karşılandığı bir dünyada bulunduklarından işledikleri suçun farkında değiller. Bunun suç olduğu onlara anlatılmamış. O kadar anlatılmamış ki yüzünde o zafer gülümsemesini taşıyan emniyet görevlisine sadece bir günlük maaş kesme cezası verilmiş, idare mahkemesi o cezayı da iptal etmiş...***Katille kurduğu “empatiyi” o gülümsemesiyle tarihe geçiren emniyet görevlisinin bütün terfilerini aldığını ve son olarak Malatya Emniyet Müdür Yardımcılığı’na atandığını dünkü Radikal’in haberinden öğrendik. Üstleri o fotoğraf karesini önemli bulmamıştı, idari yargı ise bunda hiçbir suç unsuru görmemişti. Herhalde onlar da cinayete fiilen iştirak ettiklerinin, ülkelerine ve halklarına yaptıkları kötülüğün farkında değillerdi.Onlar da farkında olmayınca, farkında olmaları sağlanmayınca, geçtiğimiz günlerde yapılan Hocalı katliamını protesto mitingindeki fotoğraf karelerine geldik!Bazı gençler Hrant Dink’in katili kılığına girmiş geziniyordu ve “hepiniz Ermenisiniz hepiniz piçsiniz” pankartı açılıyordu.Mitinge katılan siyasiler “kaldırın bu pankartları” diyemediler. Ya demek istemediler ya da demeye cesaret edemediler.Hocalı katliamının da Hrant Dink cinayetinin de birer insanlık suçu olduğunu, insan olmanın gereğinin ikisine de karşı çıkmak, ikisinin de bir daha yaşanmaması için çalışmak olduğunu anlatmadılar.Bu insanlık suçlarına, bu cinayetlere toplu teşvik hâlinin son icraatı da o fotoğraf karesindeki gülümsemenin cezalandırılması değil ödüllendirilmesi oldu.Yazıktır. Bu halka yazıktır.
İki gazeteci arkadaşımızın tahliyesinin ardından ortaya çıkan olumlu havadan herhalde herkes bir sonuç çıkarmıştır.Siyasilerin çıkarmak zorunda oldukları sonuç, “demokrasi” başlığı altına girebilecek her gelişmenin ülkenin en geniş kesiminde destek gördüğüdür.Bu tahliyelerle birlikte, Adalet Bakanı’nın verdiği bilgilere de dayanarak “iyimser” olmayı mümkün kılan koşulların geliştiğini söyleyebiliriz.Yakın tarihimizle hesaplaşma davalarındaki birçok uygulamayla birlikte, KCK operasyonlarının şekli ve boyutları bir süredir her türlü iyimser beklentiyi boşa çıkarır bir seyir izliyordu.Uzun süredir ilk kez, bu tahliyelerin gerçekleşmiş olmasını bir “siyasi irade” değişikliğinin işareti olarak görenler, sürecin değişmesiyle ibrenin tekrar “demokratik reformlar”a dönebileceği iyimserliğini aktarıyorlar.***“Kötümser” taraf ise, iki gazeteciyle ilgili olarak üzerinde baskı hisseden “irade”nin tahliyelerin devamını getirme yoluna girmeyeceğini düşünüyor.Bunca yıldır tutuklamalarla, hapislerle, eksik demokrasi sıkıntılarıyla yaşamış olmanın getirdiği deneyimler “bizim ülkemizde bir iyi şey olur, ardından en az iki kötü şey gelir” karamsarlığını beslemektedir.Ancak yine de tahliyelerle birlikte, hem AKP içinden hem de hükümete yakın bilinen çevrelerden yükselen sesler daha iyimser beklentilere yol açacak bir mahiyette gelişiyor.Açık olarak dile getirilen beklentiler bellidir: Adalet Bakanlığı’nın üçüncü ve dördüncü paket ismiyle sunulan yasa değişikliklerini bile beklemeden hem Ergenekon hem KCK davalarında “uzun tutukluluk” sıkıntısının gidermesi ve buna bağlı olarak hapiste milletvekili kalmaması.Bu iki sorunun aşılması halinde, “başarı” bunu gerçekleştiren siyasi iradenin olacağı gibi, toplumun genelinde sağlanacak olumlu hava da diğer demokratik adımlar için önemli bir temel sağlayacaktır.İyimser olmak iyidir, şu anda da iyimser olmamızı sağlayan gelişmeler var.Türk toplumu bundan böyle “bir iyi şey olur ama ardınan iki kötü şey gelir” karamsarlığı ve bıkkınlığıyla yaşamak istemiyor.
Adalet Bakanı Ergin önemli bir vaatte bulundu: “Bu görüntü bir yılda değişecek.” “Bu görüntü”, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde 59 yılda en fazla dava edilen ve en fazla mahkûm olan ülke görüntüsüdür.Ergin “bu görüntünün değişmesi” için ne yapıldığını ve yapılacağını bize anlatırken dördüncü yargı reform paketinin hazırlandığını da açıkladı.Bu pakette basın ve ifade özgürlüğüyle ilgili düzenlemelerin ağırlık taşıyacağını öğrenmek, kuşkusuz herkesi sevindirecektir.Şu anda Meclis’e sevkedilmiş olan üçüncü pakette yayın durdurma ve basın özgürlüğüyle ilgili iki düzenleme de bulunuyor. Ayrıca bu paketin Meclis tarafından daha da genişletilmesi imkânı da var.Uzun tutukluluk ve yargılama süreleriyle ilgili olarak bu pakette yer alan düzenlemelere son şekli Meclis’te verilecek.Dördüncü pakette yer alacak değişikliklere AİHM’nin verdiği mahkûmiyet kararlarının temel olarak alındığını da doğrudan Bakan’dan aktarabiliriz.***Adalet Bakanlığı Türkiye’nin 47 ülke arasındaki “kara birinciliği”ni saklamadı, kendi açtığı web sitesiyle herkese bütün davaları, bütün mahkûmiyet kararlarını öğrenme imkânı sağladı.Bakan Ergin’in anlattığı çalışmaların gerçekleşmesi halinde, Avrupa Birliği reformları kapsamında çok önemli bir ilerleme sağlanacağını söyleyebiliriz.Bu yıl eylül ayında uygulamaya girecek Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurular, en başta insan hakları ihlallerinin en üst yargı mercii eliyle en aza inmesini sağlayabilecek bir sistemi işletebilecektir.Adalet Bakanı’nın açıkladığı “Hareket Planı” içinde, AİHM’deki 3 bin 500 insan hakkı ihlali başvurusu için de bir “dostane çözüm” yolu çalışması bulunuyor. Daha önce bu yöntem, Kıbrıs’taki Rum mülkleri sorunlarında ve terörle mücadelede zarar gören vatandaşların talepleri karşısında uygulanmış, sonuç da alınmıştı. Bakan, bu konulardaki gibi, insan hakları ihlalleri için de bir komisyon kurulması ve 3 bin 500 başvurunun aynı şekilde “devletin özür ve tazmini”ne bağlanması için AİHM ile ilke anlaşması sağlandığını ve çalışmanın başladığını bildirdi. Avrupa Birliği’nin hukuk standartlarına göre yargılama yapan İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının iç hukukta “içtihat” olması gerekiyor. Ancak bunu hayata geçirecek “zihniyet” değişikliğinde yaşanan ciddi sıkıntılar kimsenin yabancısı değil.***Adalet Bakanlığı’nın çalışmaları arasında bir husus dikkati çekiyor:Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, hâkim ve savcıların “performans”ını değerlendirirken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarını kullanma ve bu standartlara uyumu da kıstas olarak ele alacak.Adalet Bakanı Ergin’in özetlediği “Hareket Planı”nın gerçek anlamda ilerlemeler içerdiğine kuşku yok. Bunların tümü Bakan’ın vaat ettiği gibi “bu görüntüyü değiştirebilir.”Biz de dün “Bu Karne de Düzelir” derken aynı umudu aktarmıştık.
Haberi görenlerin bir kısmı “işte AKP’nin ileri demokrasisi” diye bağırmıştır, ayıp etmiştir. Karne son hükümetin değil, 1959’dan bu yana bütün seçilmiş ve darbeyle gelmişlerin karnesidir.Darbeyle gelmişlerin ayıpları ortadadır, seçilmiş oldukları halde bu karneyi değiştirmek için herhangi bir şey yapmayanların ayıbı da ayrıdır.Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi bir internet sitesi kurup tam dökümü yayınlayınca 47 ülke arasında en kötü karneye sahip olduğumuz bir kez daha teyit edildi.***Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1959-2011 yılları arasında devleti, yöneticileri, yargıyı tam 2 bin 404 kez mahkum ederek, 47 ülke arasında birinciliği Türkiye’ye vermiş. Böyle bir birinciliği elde etmek kolay değil.Bunun için bu 59 yıl boyunca seçilerek ya da silah kullanarak gelmiş yöneticiler gerçekten çok çalışmışlar.İşkence yapmışlar...Vatandaşlarının özgürlük ve güvenlik haklarını çiğnemişler...Doğru dürüst soruşturma yapmamışlar...Adil yargılanma hakkını çiğnemişler...İfade özgürlüğünü kısıtlamışlar, yargı da bütün bunlara katılmış...Toplantı ve gösteri özgürlüğünü kısıtlamışlar...***Şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önünde Türkiye’den bütün bu konularda mağdur edilmiş, hakları çiğnenmiş kişilerden gelen 15 bin 940 başvuru da bekliyor. Bunlar ele alındıkça Türkiye’nin 47 ülke arasında birinciliği tekrar tekrar tescil edilmiş olacak.1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında yapılan dört askeri müdahale ile müdahaleler arasındaki “kısmi demokrasi” dönemlerinde bu karneyi değiştirmek için hiçbir çaba göstermemiş ya da göstermeme bahanelerine sığınmış “demokrasi özürlü” seçilmişler her zaman suçlanacaktır.***Bugün Adalet Bakanlığı’nın bu karneyi bizzat yayınlaması bile önemli bir bilinç gelişmesinin göstergesidir. Bu bilinç ortaya çıkmışsa, siyasi iradenin de gereğini yapmasını istemek bütün vatandaşların hakkıdır.Doğrudur, Türkiye çok karanlık dönemler yaşamıştır, utandığımız karnedeki zayıflar bütün o dönemlerde birikmiştir; sadece son dokuz yılın tablosu gibi sunmak ahlaklı bir tavır değildir. Ama Türkiye’nin AİHM karnesini değiştirme imkânına sahip olanlardan bunu istemek, gerçek “hukuk devleti” istemek en meşru haktır, gereğini yapmak da siyasi iradenin görevidir.
28 Şubat müdahalesinin tartışması devam ederken Sivas katliamını konuşmaya başladık. Sivas olayında, genel yargı düzenimizin sorunları bir kez daha ortaya serilirken dönemin yetkilileri de gündeme geldi.Dönemin yetkilileri dendiğinde kastedilen, bu olayı öncelikle engellemekle yükümlü olan, sonra da soruşturulması ve adaletin yerine gelmesi için yargıya tam destek sağlaması gereken “bürokratlar”dır.Sivas’ı hatırladıkça, katliamı seyreden asker-sivil bürokratları da hatırlayacağız ve bugüne kadar bunlardan hesap sorulmamasının nedenlerini de konuşacağız.***Sivas katliamı yaşandığında bir de siyasi “iktidar” vardı. Başbakan Tansu Çiller’di. Esas olan, Sivas gibi bir olay bu hale gelirken siyasi sorumluların hesap vermesini sağlamaktır.28 Şubat tartışmasında da medya tartışmalarına boğulurken dönemin siyasi sorumluları sessizce durmaya devam ediyor, çünkü en az konuşulan, onların siyasi sorumluluklarıdır.28 Şubat’ta Cumhurbaşkanı olan Demirel “siyasi savunmasını” yaptı, kendisinin “parlamentonun kapanmaması”nı sağlamak için çalıştığını söyledi. Dönemin başbakanı Erbakan’ın sözleri, icraatları çok az konu edilirken yardımcısı Çiller’in ve ana muhalefet lideri Baykal’ın sorumluluklarına kimse değinmiyor.***28 Şubatıyla, Sivas’ıyla, demokrasiye ve insanlığa karşı bütün suçların hesabının sorulması yolunda epeyce mesafe alındı.Mesafe alınmayan tek alan, bu suçların işlendiği dönemlerin siyasi sorumlularının hesap vermesi gereken alandır.“Durumdan vazife çıkarmış” ya da görevini yapmamış veya suça iştirak etmiş bürokratlar tabii ki hesap vereceklerdir.Ama bu bürokratların rahat hareket etmelerini sağlayan, bilerek onlara yol veren siyasilerin de gözlerinin önünde suç işlenirken hareket etmeyen siyasilerin de “sigaya çekilmesi” şarttır.***Susurluk kazasıyla kirli ilişkiler otraya çıktığı sırada, “vatan için kurşun atan da yiyen de...” gibi bir hamasetle bu yasa dışı faaliyetlere yol vermiş olan o günün başbakanı bütün araştırma komisyonlarına, mahkemelere çağırılmalıdır.28 Şubat’ı da, Sivas katliamını da, geçmişimizin bütün kara sayfalarını ele alırken siyasi sorumlulukları dışarıda bıraktıkça başka “siyasi irade”lerin de aynı yanlışlara yönelmesinin, bu suçlara ortak olmasının kapısını açık tutmuş oluruz.
Neredeyse her gün bir “yargı vakası” ile karşılaşıyoruz. Bir gün önce iki gazetecinin hapisten çıkmasıyla bir iyimserlik dalgası yayıldı, dün ise Sivas katliamının sanıkları zaman aşımıyla kurtuldu.Sivas’ta insanlar, askerin, polisin, bilumum yetkili kişilerin; Ankara’nın ve başkalarının gözleri önünde yakılmaya kalkışıldı.Bütün yetkililerin, bütün ülkenin gözü önünde can verdi o insanlar.Bundan daha açık bir insanlığa karşı suç olabilir mi?Alevi örgütlerinin düzenlediği bir toplantı için Sivas’a gelenlere saldırılıyor, toplantı için gelip mahpus kaldıkları otel ateşe veriliyor. Bu insanlar diri diri yakılmak isteniyor!***Sivas katliamı 19 yıl önce yaşandı ve dün beş katliam sanığı zaman aşımından yararlandı, haklarındaki suçlamalar davanın düşmesiyle ortadan kalktı.“Muasır medeniyet” iddiasındaki herhangi bir ülkede bir teki bile bütün ülkeyi sallayacak boyuttaki “yargı vaka”larıyla her gün karşılaşmanın utancını bu ülkeyi yönetme iddiasındaki herkes; öncekiler de bugünküler de taşımak, hissetmek zorundadır.Türkiye’nin geçmişindeki lekelerle hesaplaşma aşamasına geldiğini sık sık tekrarlıyoruz, bunun medeniyet yolunda en önemli “bilinçlenme” olduğunu söylüyoruz. Ama “hukuk devleti” olmak yolunda atılan adımların küçüklüğü de her “yargı vaka”sında bir kez daha ortaya çıkıyor.***“Yargı reformu” lafı bu ülkede 60’lı yıllardan beri ediliyor.Kimi yönetimler “reform” lafını edip durmuş, kimileriyse bir şeyler yapmaya kalkışınca yargıdaki “müesses nizam” ile çatışmak durumunda kalmış.Her gün yargıyla ilgili bir sorun yaşayan toplumun yargıya güvenmesi asla mümkün olmadığı gibi, toplumdaki “adalet” duygusunun her vakada biraz daha yıprandığını yargının kendisinin görmemesine de artık şaşırmaz olduk.***Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türk devleti ve Türk yargısı sürekli yargılanıyor, sürekli mahkzm oluyor.Yalnızca bugün değil, yıllardır bu “aşağılanma hali” devam ediyor.Ve devam edecek. Çünkü medeni dünyaya, hukukun üstünlüğü ilkesiyle yaşayanlara Sivas olayını da açıklayamazsınız, tutuklu gazetecileri de açıklayamazsınız, Hrant Dink davasındaki rezaletleri de açıklayamazsınız.
Temel eğitimle ilgili yasa değişikliği girişiminin, etraflı bir çalışma yapılmadan başlatıldığına kuşku kalmadı. Milli Eğitim Bakanı Dinçer’in son açıklamalarındaki belirsizliklerin ötesinde, değişikliğin gerçekleşmesi hâlinde uygulamada ortaya çıkacak sorunlarla ilgili zihinsel hazırlığın da zayıf olduğunu görüyoruz.Değişikliğin neden Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanmadığı sorusunun cevabı da böylece ortaya çıkmış oluyor. Bakan öneriyi savunurken, aslında Bakanlık olarak konuya belli bir mesafede durduklarını, açıkça olmasa da söylüyor.***Konu, üç adet 4 rakamının aralarında artı işaretleriyle yan yana dizilmesi kadar basit bir konu değildir. İlk “dört”ten sonraki “kesinti”nin pratikteki tek net anlamı, çocuğun kendi seçimi olsun, yönlendirme olsun, herhangi bir tercih yapmasının imkânsızlığıdır. Dolayısıyla amaç, on yaşındaki çocukların sadece velisinin kararıyla imam hatiplere yönlendirilmesinin kolaylaşmasıysa, o amaç sağlanmış olur. Ancak velilere bu seçme hakkı tanındığında din dersinin seçmeli hale getirilmesi de şart olur. On yaşındaki çocuğunun yoğun olarak din eğitimi almasını sağlama hakkı veliye verildiğinde diğer bir veliye de çocuğunun din eğitimi almamasını tercih etme hakkının tanınmasından doğal bir şey olmaz.Konunun bu yanı üzerinde durmamızın nedeni, Bakanlığın hazırlamadığı bu yasa önerisinin imam hatip derneklerinin talebi üzerine gündeme alındığına ilişkin iddialardır.***Milli Eğitim Bakanı, temel eğitim sistemindeki bu değişikliğin ardından, yasa önerisinde Bakanlar Kurulu’na verilen yetkiler dolayısıyla veya sayesinde Kürtçenin seçmeli ders olarak konulabileceğini de söyledi.Tabii ki olabilir. Bundan ötesi de olabilir, öğrenci taleplerine göre Kürt dili ve edebiyatı da ayrı bir seçmeli ders olabilir. Başka seçmeli dersler de konulabilir.Ama bütün bunlar zorunlu temel eğitim sisteminin bütün mantığının göstermelik olarak değil gerçek bir özgürlük ve hak olarak tümüyle öğrencinin ve velinin seçimine bırakma mantığı üzerine kurulmasıyla olabilir.Şu andaysa Meclis komisyonundan geçen yasa önerisinin fazlasıyla “ham” olduğunu biraz tartışmayla bile daha net olarak görebiliyoruz.*****Nihayet!!!Nedim Şener ve Ahmet Şık gazetecilik faaliyeti dışında bir şey yapmadı. İddianamelerdeki suçlamalarda da gazetecilik faaliyeti dışında bir şey yer almadı.Neden 1 yıl hapiste kaldılar?Bu soruyu sormaya devam edeceğiz.Ahmet ile Nedim dün salındı. Ve biz bunun devamının gelmesini bekleyeceğiz.
Meclis’in Milli Eğitim Komisyonu’ndan dün yansıyan görüntüler ne iktidar partisine ne de muhalefet partilerinin karnesine olumlu not olarak geçecek.Konu temel eğitim sisteminde önemli değişiklik yapan bir yasadır ve asıl sorun bu yasayla neyin nasıl değişeceğinin kamuoyuna anlatılmamış oluşudur.Değişiklik, AKP’li milletvekillerinin bir teklifi olarak gündeme geldi, ama hükümet tasarısı olarak ele alınıyor.Bu değişiklik önerisine gelen tepkilerden biri, zorunlu eğitimi süresinde yapılan “esnetme” ile özellikle kırsal kesimde kız çocuklarının okumasının zorlaşabileceği şeklinde.Yeni sistemin, imam hatiplerin orta kısımlarının açılmasını imkân vermesi dolayısıyla, esas amacın bu olduğuna ilişkin görüş ve eleştiriler de ortaya konuldu.Ancak şu anda çok belli bir durum var, ne AKP sözcüleri ne de öneriye karşı çıkan CHP ve MHP sözcüleri kamuoyuna açık bir bilgi veriyor. Belki de veremiyorlar; çünkü geçtiğimiz günlerde CHP’nin yaptırdığı bir araştırmada bu “4+4+4” sisteminin ne olduğunu tam anlamıyla “kimsenin” bilmediği ortaya çıkmıştı.***AKP’nin tercihi, bu değişikliğin neden gerekli olduğunu kamuoyuna anlatmak yerine, dün komisyondaki manasız görüntülere yol açan bir süratle yasayı çıkartmaya girişmek oldu. Milyonlarca çocuğun kaderi, en geniş şekilde tartışılmadan, neyin ne olduğu anlaşılmadan belirlenecek.Aslında komisyondaki görüntülere, siyasilerin çeşitli beyanlarına bakıldığında onların da, iktidar ve muhalefet vekillerinin de yasanın içeriğini kavradıklarının çok kuşkulu olduğu anlaşılıyor.Böyle bir yasayı ele alacak Meclis komisyonunun, en azından eğitim uzmanlarını, ilgili sivil toplum örgütlerini çağırarak dinlemesi, görüş oluşturmalarını sağlaması gerekirdi.***Önerilen değişikliklerin içeriğini tam olarak kavramak ve bunları kamuoyuna anlatmak yerine kavga dövüşle halkın önüne çıkmak yine siyasetin temel meselelerde “demokratik irade”sini tartışma konusu haline getirecektir.Çocuklarının eğitimi konusunda karar vermek zorunda olan milyonlarca kişinin bilmek, bilerek katılmak hakkını kullanabilmesi için bu kanun tasarısının geri çekilmesi ve en başından gerektiği gibi yeniden ele alınması, şu aşamada hükümet açısından da en doğru karar olacaktır.