Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı, yargıyla ilgili düzenlemeler içeren “üçüncü paket”i Meclis henüz gündeme almadı. Eğitim yasası üzerine kopan “patırtı”nın ardından ele alınması bekleniyor.Bu paketteki önemli değişiklikler, uzun tutukluluk ve uzun yargılama hallerini gidermeye yönelik ilgili yasa maddelerindeki değişikliklerdir.Adalet Bakanı Ergin, ifade özgürlüğüne ilişkin diğer düzenlemelerin “dördüncü paket”te yer alacağını birkaç kez tekrarladı.Bu iki paketin birlikte, şu andaki temel haklar ve özgürlüklerle ilgili bütün arızalı durumları düzeltip düzeltmeyeceğini bilmiyoruz.Üçüncü paketle ilgili görüş bildiren hukukçular, değişikliklerin olumlu olduğu görüşünde birleşmişti.Dördüncü paketin içeriği tam olarak bilinmiyor. Ama yasalardaki, Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’ndaki bütün “arızalar” biliniyor.Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde devletin aldığı mahkûmiyet kararlarını alt alta konulunca resmin tümü ortaya çıkıyor.***Öneri şudur: Adalet Bakanlığı, adına “dördüncü paket” dediği düzenlemeleri de hızla Meclis’e sevk etsin ve bunlar üçüncü paketle birlikte tek bir paket halinde geçsin.Adalet Bakanı’nın açıklamalarına dayanarak, bu “reform hamlesi” konusunda Hükümet katında siyasi irade olduğunu kabul edebiliriz.Eğer bu “hamle” tek bir paket halinde Meclis’e gelirse, CHP ve BDP’nin de bu hamledeki eksikleri tamamlamak ve tümünün geçmesini sağlamak için ciddi katkıda bulunması beklenir.CHP ve BDP’den beklenecek tavır da, eğitim yasasının gerilimini bu alana taşımadan, yargı düzeni ve temel haklardaki arızaların en geniş şekilde düzeltilmesi için en geniş iradeyi ortaya koymalarıdır.***Tek pakette kapsamlı bir yargı hamlesinin hızla gerçekleştirilmesiyle şu anda Ankara’da egemen olan sislerin dağılabileceği bir ortam yaratılmış olacaktır.Yeni anayasa yolunun da bu sislerden kurtulması için “iki paket bir arada” hamlesi ciddi bir hava değişiminin temelini oluşturabilir.Ankara ciddi bir hava değişimi ihtiyacı içinde. Eğitim yasasının çıkarılış tarzı havayı biraz daha bozmuş olsa da bunu düzeltmek yine siyasi iradelerin görevidir.
Ankara’daki dayak görüntülerinin hesabı, kim ne derse desin, sadece siyasi iktidarın defterindeki ayıplar listesine yazılır. Böyle görüntüler hızla çoğalıyorsa bunu açıklamak da yine sadece siyasi iktidara düşer.Atılan dayak, “gösteri izinsizdi” şeklinde savunulmaya çalışılırsa, Ankara’daki siyasi karar sahiplerinin bundan öncekilerden bir adım ileri gidememiş olduğunu düşünürüz.***AKP hükümetinin Kürt meselesine bakışının ve yönetiminde “asayişçi” anlayışın öne çıkmasının sorunları daha da büyüteceği, bir süredir açıkça anlatılıyor.Toplumsal ve siyasi sorunları önce güvenlik güçlerini harekete geçirerek çözmeyi kimse başaramadı.İnsanlar dövülerek, sindirilerek, korkutularak ancak zaman kazanılır, ama esas mesele daha da derinleşir. BDP’li milletvekiline polisin attığı yumruğun sonucu bellidir.***Ankara’da sendikaların gösterisi temel eğitimle ilgili son değişikliğe yönelik bir tepkidir ve son derece meşrudur. Tepkisini gösterenlerin üzerine polisi göndererek ve insanları kıyasıya döverek ancak bu yasayla ilgili kuşkular beslenir.Tasarıyla ilgili çalışma Meclis’te sürerken, her vatandaşın, her sivil toplum örgütünün çıkacak olan yasayla ilgili görüş ve kaygısını belirtme hakkını kullanmasını engellemek için polis copu ve biber gazı kullanılıyorsa yeni sistemi savunanların da zorlandığı düşünülür.Yasaya tepki gösterenlerin kimileri önyargılı da olabilir, AKP’yle ilgili kuşkuları dolayısıyla tepkileri abartılı da olabilir. Ama bunların hiçbiri insanların görüş ve tepkilerini açıklamalarını kısıtlamanın gerekçesi olamaz.***Ankara’da “asayişçi ruh” bir süredir epeyce öne çıktı. Bir sorun belirdiğinde ilk refleksi güvenlik güçlerini ileri sürmek olan siyasi iktidarların hepsi, tarihin lekeli sayfalarında duruyor.Onca tecrübeden sonra yine “asayişçi ruh”a sığınmak, aynı şeyleri tekrar yaşatmaktan başka bir sonuç vermez.AKP de bu asayişçi ruhta ısrar ederse Ankara’daki eski çağ dışı yapının taşlarından birine dönüşür.AKP hâlâ o taşlardan birine dönüşmeyeceği iddiasını taşıyorsa Ankara’daki dayak görüntülerine tekrar tekrar bakmalı ve düşünmelidir.
Kanıksama, alışma, razı olma hâlleriyle yaşamayı, bununla yetinmeyi adeta kader olarak görüp kabullenmişiz.Daha fazlasını talep etmenin iyi gözle görülmemesi de olağan hallerimizden.Tarihi boyunca hep özgürlüklerin kısıtlanmasına alışmış bir toplumda “bu kadarı bize yeter” anlayışı bile “demokrat” bir tavır olarak algılanıyor.Gazetecilerin, yayıncıların, bilim insanlarının hapse atılmasının ayıbından kurtulmaya çalışırken, bu kez bir gazete kapatılıyor.***Özgür Gündem, siyasi tavır açısından nereye yakın olursa olsun, bir ay kapatılması açıklanamaz.Bu kapatma kararının da tıpkı gazeteci tutuklamaları gibi geniş bir tepkiyle karşılanması beklenirdi, öyle olmadı.Bir kere “yasak” kavramıyla ilişkisini kesemeyen bir toplumda yaşıyoruz.Nevruz gösterileri de yasaklanabiliyor, dün olduğu gibi, eğitim örgütlerinin son yasaya tepki gösterileri de yasaklanabiliyor.Ama durumun esas ağır tarafı, yasakçılığın devletin ve devleti elinde tutan siyasi iradelerin ruhlarından sökülüp atılmamış olmasından da ötedeki bir hâlde yatıyor.Nevruz gösterilerinin yasaklanmasına tepki gösterenlerle Ergenekon davaları çevresindeki tutuklamalara tepki gösterenler aynı çevreler değil.Kıstas tektir: Demokrasiye, kendisinden farklı olanların insan haklarına ve hayatlarına kastetmek suçtur, bunun dışında her şey söylenebilir, yazılabilir, savunulabilir; siyasetin her türlüsü yapılabilir.***Birçok gazete Özgür Gündem’in kapatılmasını birinci sayfasından bile duyurmadı. Derindeki “özgürlük bana, yasak sana” ruhu böyle durumlarda hemen sırıtıverdiği için duyurulmadı.Dindarların sonuna kadar özgür olmalarını savunanlar ateistlerin de sonuna kadar özgür olmalarını savunamıyor. Hâlâ savunamıyor.“Özgür Gündem ‘isyankâr Kürtlerin’ sesiydi, dolayısıyla bu ses ‘biraz’ kısılabilir“ diye düşünenler, başka bir kısıtlamada ayağa kalkıyor, ama o kısıtlamaya da kendisindeki ayrımcılığının yol açtığını algılamıyor.“Özgürlük sadece bana değil herkese” demeyi henüz öğrenebilmiş, içimize sindirmiş değiliz. Bu yüzden kısmi demokrasi içinde debelenmeye devam ediyoruz.
Eğitim sisteminde yıllardan beri günü kurtarmak üzerine çözümler üretmeyi tercih etmekle sonunda gele gele karmaşık, yorucu ve kalite düzeyi düşük bir eğitim sistemine gerilemiş olduğumuzu bir kere daha tespit ettik.Birbirini izleyen sınavlar üzerine inşa edilmiş, sürekli elenme, sürekli yarış üzerine kurulmuş bir düzenden nihayet çıkmak için Başbakan’ın açıkladığı planlar kuşkusuz olumlu bir gelişmeyi işaret ediyor. Ancak, yeri gelmişken eğitim meselesine birçok farklı boyuttan ve daha derinlemesine bakmak gerekiyor.***Sistemin bu hâle gelmesinde eğitim meselesine öteden beri hep kemikleşmiş önyargılarla yaklaşılmış olmasının payı çok büyüktür.Meseleye hiçbir zaman temel haklar çerçevesinde bakılmadı. Hep belli sıfatlar taşıyan gençler yetiştirme hedefiyle yaklaşıldı. Sonunda cezayı ödeyen de hep çocuklar, gençler oldu.Temel hak ve özgürlüklerden yola çıkıldığında din dersinin de seçmeli olması gerektiği bellidir. Ama çıkış noktası hep bir “mücadele” eksenine bağımlı olduğundan çıkmaz sokaklara tıkılıp kalındı.İmam hatipler de, din dersinin zorunlu olması da, zorunlu temel eğitimin süresi de hep belli ön kabullerle ele alındı. Çocuklarının daha fazla din eğitimi almasını isteyenlerin böyle bir imkâna sahip olması elbette ki doğaldır, ama bu ne kadar doğalsa ana babası tarafından küçük yaşta bu şekilde yönlendirilmiş çocukların kendi başlarına karar verme yaşına geldiklerinde hayat çizgilerini değiştirme imkânına sahip olabilmeleri de o kadar doğaldır.***Sürekli sınav üzerine kurulu bir yapının çocuklara büyük bir zulüm olduğunu, onları bilgiden, öğrenmeye ilgi duymaktan uzaklaştırdığını kabul etmek de önemli bir gelişmedir.Bir yalan söyleyip, sonra da ona inanma, inanıyor gibi yapma alışkanlığımız bu meselede de “temel eğitim bedavadır” sözünün söylenip durmasıyla kendini gösteriyor. Devlet para almıyor ama vatandaş çocuğunun eğitim düzeyini yükseltebilmek için parayı dershanelere döküyor.***Bu tartışmalar yeniden başlarken, eğitimin bir bütün olarak niteliği, çocukları eğitenlerin niteliğinin artırılması konularına ise kimse girmiyor.Neyse ki bilgi yarışmalarında “korkunç” denebilecek örneklerle karşılaştık da bunları hatırlamak zorunda kaldık.Sistemin tümü masaya yatırılırken, bugüne kadar görüşümüzü hep karartmış olan dar bakış açılarını terk edebilir, eğitimin asıl temel unsuru olan kaliteyi (öğrenci ister imamlığı ister tesisatçılığı ister teknisyenliği ister edebiyatı ister sanatı ister bilim insanlığını vs. seçmiş olsun) ciddiyetle ön planda tutabilirsek gelecek kuşaklar için umutlu olabiliriz.
Başına “yeni” sıfatı konularak, hepsi bayat bir araba lafı arka arkaya dizip “strateji çiziyoruz” yani “çözüm için çalışıyoruz” görüntüsü verilmeye çalışıldı. Bu tür zaman kazanma oyunlarıyla bir yere varılamayacağı bir kez daha kanıtlanmış oldu.Türk halk Kürt meselesinin çözülmesini istiyor, silahların susmasını istiyor ve bunun ana hattını göstermeye devam ediyor.Bu hat “demokrasi” içinde çizilmektedir ve çok nettir.Türkçenin yanında “anadilde eğitim” yapılması, Kürt meselesinin en başta gelen maddelerinden biridir. Kürt kelimesinin yasak olduğu, sokakta Kürtçe konuşanın “bölücülük”ten yargılandığı bir ülkenin herkes için cehennem olduğunu Türk halkı açık olarak gördü.***MetroPoll’ün son araştırmasında “Türkçenin yanında anadilde eğitim” sorusuna evetdiyenlerin oranı yüzde 61,7’dir.Evet diyenlerin oy verdikleri partilere göre dağılımı, bunun kuvvetli bir “evet” olduğunu da gösteriyor.AKP’lilerin yüzde 62’si, CHP’lilerin yüzde 60’ı, MHP’lilerin yüzde 50’si “anadile eğitim”e taraftar.Bu oranların yüksekliğinden, halkın “demokratik haklar” çerçevesinde çözüm iradesi yönünde, siyasi yapıdan daha ileride olduğu sonucunu çıkarabiliriz.Demokratik reformlara halkın geniş destek verdiğini, “vesayet” dediğimiz demokrasi dışı bakış ve yönlendirmelere karşı açık tavır aldığını siyasiler övünerek tekrar ediyorsa icraat yönünde hiçbir kuşku yok demektir.***Aynı araştırmada “PKK ile görüşülsün mü” sorusunun cevabında da aynı mesaj var. Cevapların yüzde 34,6’sı evet, yüzde 49,3’ü “hayır” diyor.Bu da terörün sona ermesi için atılacak her adımın halk desteği karşılığının olacağının ifadesidir.Araştırmanın dikkat çeken bir başka bölümü de, halkın “demokrasi eksikleri” konusundaki algısını gösteriyor. Soru şudur: “Gazeteciler yazarlar medyada fikirlerini ve düşüncelerini açıklamaktan çekiniyorlar mı?” Cevapların yüzde 54,5’i evet diyor.AKP’ye oy verenlerin de yüzde 40’ı “evet” diyor.Halkın yarısının ifade ve fikir özgürlüğü konusunda “eksiklik” algısı varsa ve bunun değişmesi isteniyorsa, siyasi iradenin bekleme, ağırdan alma hakkı yoktur.
Kürt meselesiyle ilgili her türden “müzakere” kavramı ortaya çıktığında bitmez tükenmez bir “muhatap” tartışması da kaçınılmaz olarak peşinden geliyor.Muhatap, “konuşulması mümkün olan” diye tarif ediliyor.Tabii bunun için önce konuşmayı istemek, masaya oturmayı istemek ve çözümün buradan çıkacağına inanmak gerekiyor.Ankara’nın son ve “en yeni” olarak aktarılan stratejisinde “muhatap” kelimesinin karşısına çok açık olmasa da “yasal siyaset” yazıldığına ilişkin bilgiler aktarılıyor.Buradaki “yasal siyaset”in Ankara için ne anlama geldiğini araştıracak olursak, altına herhangi bir isim ya da örgüt adı yazma imkânı olmadığını görebiliriz. Uzun süredir sürekli kovuşturma altında olan ve PKK-KCK’nın talimatlarıyla hareket etmekle suçlanan BDP’yi “yasal siyaset” olarak görüyorsanız bugüne kadarki suçlamalarınız düşmek zorunda olduğu gibi KCK operasyonlarının temel mantığı da boşa düşmüş olur.***“Muhatap”ın kendi istediği türden olması tabii ki herkesin tercih edeceği bir durumdur. Ama örneğin Kürt meselesini bölgesel boyutuyla ele aldığımızda, Ankara’nın uzun süre Kuzey Irak’ta Barzani’yi muhatap kabul etmemeye çalıştığını da hatırlamak gerekir.Ayrıca, Suriyemeselesinde Kürtler de bir unsur olarak ortaya çıkmışlardır ve Suriye’nin Kürt nüfusu üzerindeki etkinliği PKK ile yakın ilişkide olan bir örgüt elinde tutuyor. Yarın Suriye masası kurulduğunda, eğer o masada Ankara olacaksa karşıda oturanlar arasında söz konusu örgütten temsilciler olacaktır.***Bu duruma nasıl gelindiğini istediğimiz kadar tekrar edelim, PKK’nın etkinliğini sağlamak ve sürdürmek için kullandığı yöntemleri teşhir edelim ama şu anda bir gerçeği kabul etmeden herhangi bir ilerleme sağlamak çok zordur.Kürt siyasetini oluşturan bütün unsurlar ne zaman “muhatap” denilse hep aynı yönü işaret ediyor. İşaret edenlerin kimilerinin gönülsüz olması da gerçeği değiştirmez.Bu savaş bitirilecekse, şu anda muhatap kimlerse onlarla, tabii ki adaba uygun yöntemlerle görüşülerek bitirilebilir.“Muhataplar”ın buna mecbur kalmasını sağlayacak temel unsurun da demokratik reformların pazarlık konusu edilmeden gerçekleşmesi olduğunu, sadece savaşın devamından çıkarı olanlar bilmiyor.
PKK terör eylemlerine başladığında resmi adlarından biri “bir avuç haydut ve cani”ydi. Aradan otuz yıl geçti. Terörün, terör örgütünün “belinin kırıldığı” defalarca “açıklandı.”Defalarca “bu iş bitmiştir” denildi.Şimdi yine bir bahar eşiğindeyiz ve havaların ısınmasıyla birlikte çatışmaların baş göstermesinden korkuyoruz.Şehit cenazelerinin gelmeye başlamasıyla, bir kez daha kanlı bir Nevruz yaşanmasıyla her türlü iyimser beklenti yerlerde sürünmeye başladı.***Ankara’dan “yeni” sıfatı verilen bir “strateji” böyle bir havada ortaya sürüldü. Ama “yeni strateji”nin içeriğinde hiçbir “yeni” yok.Bu stratejiyi “yeni strateji” olarak ortaya atanlar, aldıkları kararların geçen otuz yıl içinde defalarca “resmi” politikaların içinde yer aldığını herhalde bilmiyorlar.Bilmiyorlar; önce “karşıda” insanlar olduğunu unutuyorlar.Geçen otuz yılda kırk bin insan öldü, yüz bin insan yaralandı.Sayısı tam bilinmiyor, ama birkaç yüz bin diye ifade edebilecek sayıda insan gözaltından, hapishaneden geçti.Yüz binlerce insan evinden oldu.Bu otuz yılda yine yüz binlerce insanın evi basıldı. Hâlen bu konularla ilgili olarak hapiste bulunan insan sayısı on bini aşıyor.***Terör eylemleri başladığında PKK’nın ilk kadrosunda 50’li yıllarda doğmuş olanlar vardı. Şimdi dağda, kamplarda 90’lı yıllarda doğmuş olanlar var. PKK’yı kuranların torunları dağda dolaşıyor.Onlar istatistik değil insan. İnsan olduklarını görmeden, sayılarının dağdaki ölümlerle, hapishaneye girmekle azalmadığını bilmeden hazırlanan bütün “yeni stratejiler”in akıbeti, bundan önceki bütün “yeni stratejiler”den farklı olmayacaktır.***PKK’nın bir terör örgütü olduğunu, kan döken, etkinliğini sürdürmek için Kürtlere de baskı yapan, hatta öldüren bir örgüt olduğunu biliyoruz. Bunun için yukarıdaki sayıları iyi okumak, üzerine iyi düşünmek zorundayız.Ankara dönüp dolaşıp, defalarca denenmiş, başarısızlığını herkesin gördüğü stratejilerde ısrar ettiği sürece bu bahar gibi başka baharları da korkuyla karşılamaya mahkûm kalacağız.
AKP tüzüğüne göre, parti üyeleri en fazla üç kez üst üste milletvekili adayı olabiliyor. Başbakan Erdoğan’ın da aralarında bulunduğu 70 dolayında milletvekili şu anda Meclis’te üçüncü ve son dönemlerini geçiriyorlar, 2015 genel seçiminde milletvekili adayı olamayacaklar.Bu durumdaki milletvekillerinin partinin kurucu ana gövdesini oluşturan büyük grubu oluşturması dolayısıyla, 2015 Meclis’inde AKP büyük bir kan, hatta kuşak değişimi geçirmiş olarak yer alacak.Başbakan’ın mevcut tüzüğü değiştirmemekte kararlı olduğu biliniyor ve bu konudaki kararlılığı, 2014’te halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı olma isteğinin önemli kanıtı olarak algılanıyor.***Bu arada, Ankara’da geliştirilen bir formülün şu sıralarda AKP içinde yaygın olarak desteklendiği de ortaya çıktı. Formüle göre Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olmak üzere partisinden ayrıldığında yerine gelecek genel başkan kurultay toplayacak ve kurultayda tüzük değiştirilerek partinin birinci kuşağının Meclis’te kalmaya devam etmesi sağlanacak.Eğer formül gerçekleşirse Erdoğan sözünden ve kararından dönmüş de olmayacak.Belki eski partisinin yeni yönetimine bir serzenişte bulunacak ama sonuçta ayrıldığı partinin desteğiyle cumhurbaşkanı seçilecek oluşu dolayısıyla meselenin üzerinde fazla durmayacak...Bunlar işin teknik tarafı. Siyasi tarafından ise Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildiğinde hangi yetkilere sahip olacağı sorusu var.***Başkanlık, yarı başkanlık sistemi veya yetkileri daha da artırılmış cumhurbaşkanı hususlarının yeni anayasa hazırlığında gündeme gelip gelmeyeceği henüz belli değil.Daha önce yarı başkanlık konusu ortaya atıldığında AKP’nin geniş kesimi dâhil kamuoyundaki ana eğilim olumsuz olarak şekillenmişti.Anayasa çalışması içinde ibrenin tekrar yarı başkanlık yönüne çevrilmesi ve bunun için siyasette ve kamuoyunda destek oluşturulabilmesi için de yeterli zaman yok.***Erdoğan, 1994’ten başlayarak dört yerel seçimin, üç genel seçimin, iki referandumun galibi ve kurduğu partinin oyunu yüzde 34’ten yüzde 50’nin üzerine taşımış bir siyasi olarak Çankaya’ya çıkacaktır.Mevcut siyasi başarı tablosuna, ülkenin ilk sivil ve demokratik anayasasını hazırlayıp halkın onayını almak da eklenebilirse Erdoğan’ın siyasi ağırlığı katlanmış olur.Bu siyasi ağırlığın tam karşısında yer alan bir siyasi “boşluk” ise hâlen durduğu yerde duruyor.O boşluğun adı, “Kürt sorununu çözüm yoluna sokmak”tır.