AmsterdamCumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Hollanda’nın başkentine doğru yol alırken, konu elbette ki kafamızdan atamadığımız 28 Şubat’tı. Kafamızdan atmamız mümkün değil çünkü uyurken bile, sabahın 6’sında Ankara’daki bir televizyon kanalından “Çevik Bir tutuklandı, görüş verir misiniz” diye aranabiliyorsunuz. Bu da yaşadığımız travmalarla ne hâle geldiğimizi gösteriyor.Cumhurbaşkanı Gül, 28 Şubat’ta Refahyol hükümetinin Refah Partisi kanadından bakandı, o dönemi bire bir yaşayanlardandı.28 Şubat’ta ne olduğunu bilenler için, “bu soruşturmalara gerek yok” cümlesi dün geçerli olamazdı, bugün de olamaz. Cumhurbaşkanı Gül’ün de bu soruşturma ve davalarla ilgili görüşü değişmiyor: “Bazı davranışların cezasız kalması insanları yanlış yapmaya azmettiriyor.”Bu davaların kaçınılmaz olduğu, Cumhurbaşkanı’nın bu cümlesinde ifadesini buluyor.***27 Mayısçılar sonradan senatör oldu, 12 Martçılar çıktı. 12 Martçılar huzurlu emeklilik hayatlarına gittiler, 12 Eylülcüler geldi. 12 Eylülcüler uyguladıkları şiddetin farkında oldukları için anayasaya korunma maddesi koymuşlardı, onlar da huzur içinde emeklilik yaşıyordu, 28 Şubatçılar geldi. Onları 27 Nisancılar, “ayışığı” ve “sarıkız”cılar izledi. Bir sonrakini azmettiren “cezasızlık” düzeni içinde böyle sürüp gidiyordu. Nihayet bir yerde durdu.Ama Cumhurbaşkanı, daha önceki bir uyarısını tekrarlıyor: “Dava süreçleri adil ve titiz olmalı ki, caydırıcılığı tam olsun. Bundan sonra böyle şeylerin olamayacağını herkes iyice görsün.”Bu uyarısını pekiştiren bir başka cümlesi de şöyle Gül’ün: “Bütün yargılamalarda kamu vicdanında meşruiyet sağlanmak zorunda.” Hiçbir pürüz olmayacak ya da ihmal edilebilir bir pürüz kalacak ki kamu vicdanı tatmin olsun, hiç kimseye hiçbir bahane verilmemiş olsun.***28 Şubat’a döndüğümüzde, Cumhurbaşkanı bir “insani” boyuta daha dikkat çekiyor: “Birçok kişi sonradan pişman oldu, bunlar o günün havası içinde dolduruşa getirilmişler, havaya uymuşlardı.”Belli ezberlere sıkışmış olanların “havaya uyma” uğruna “yanlışa katılma” hâllerinin ayırt edilmesi belki düz hukuk mantığı içinde fazla bir anlam taşımayabilir, ama bu insani boyut yok sayılmamalıdır.Cumhurbaşkanı’na o günlerde “doğrudan darbe ihtimalini yüzde 50’nin altında” gördüğümüzü aktarıyoruz; aynı kanıda olduğu cevabını veriyor:“Özal ile birlikte yön değiştirmiş, değişimin tadını almış ülkenin, insanların “tekrar inişe geçmeyi kabul etmeyeceklerine inanıyordum.”Cumhurbaşkanı, o dönemle ilgili birçok ayrıntıya girmek istemiyor, ama biraz gecikerek de olsa not almış, belki daha sonra bunları kamuya açacak. Necmettin Erbakan’ın durumuyla ilgili nitelemesi, “bütün çocuklarını korumak isteyen anne gibiydi, kırmadan dökmeden götürmeye çalıştı” gibi “anlayışlı” bir çerçeve içinde yer alıyor.***28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan ve Başbakan Erbakan ile Refah Partili kurul üyesi bakanların gecikmeli imzaladığı kararların mevcut hükümet programına aykırı olduğunu ve bu kararlarla ilgili bir uygulamanın önce Meclis’te görüşülmesi gerektiğine Erbakan’ı ikna eden siyasetçinin de Gül olduğunu bu arada öğrenmiş olduk.Abdullah Gül o dönemde MGK üyesi değildi, ancak şu anda sorulan kendisiyle ilgili bir soruya da cevaben 28 Şubat tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararlarının tekrar bakanlar kurulu tarafından imzalanarak “hükümet kararına dönüştürülmesi” gibi bir uygulamanın olmadığını söyledi. Bu “imza” meseleleri herhalde biraz daha tartışılacak. Ama olayın esasını değiştirmeyeceğini söylemek mümkün.***- 28 Şubat’tan çıkamadığımız için Cumhurbaşkanı’nın Hollanda gezisinin bu ülke ile ilişkiler kısmına, kültür ve sanat faaliyetlerine gelemedik, ilerideki günlerde onları da aktarmaya çalışacağız.
28 Şubat soruşturması tutuklamalarla devam ederken, medya ve yargı boyutları üzerindeki tartışmalar ve “talepler” de sürüyor. Ama olayın siyasetçi boyutu, soruşturmayı sürdürenlerin de “rövanş” duyguları öne çıkanların da ilgi alanında değilmiş gibi görünüyor.28 Şubat operasyonu sırasında hedef olan Refahyol hükümetinin başbakanı Erbakan’dı, yardımcısı Çiller’di. Tabii içişleri, savunma ve adalet bakanları da vardı, muhalefet partileri de, bu partilerin genel başkanları da.Ve operasyon süresince desteğini esirgemeyen siyasetçiler de vardı.28 Şubat soruşturulurken, tartışılırken siyasi sorumluluk taşıyan kişilerin; bakanların, başbakanların, cumhurbaşkanlarının da görevlerini yerine getirip getirmedikleri sorgulanmadıkça siyaset boyutu, siyasetçi boyutu eksik kalmış olacaktır.***Aynı durum 12 Eylül davası için de geçerlidir.Darbe öncesi hazırlık çalışmaları kapsamında gerçekleşmiş eylemlerin de davaya dâhil edilmesi; dönemin siyasi sorumluluk taşıyan başbakanlarının, bakanlarının “ne yaptın” sorusuna cevap vermeleri şarttır.Bu davaların amacı, yakın geçmişimizdeki demokrasi suçlarının teşhiriyle birlikte, bu suçların tekrar işlenmesine gidebilecek yolların kapatılmasıdır. O yollar içerisinde sivil siyasetin, ister iktidarda ister muhalefette olsun, bir kesiminin ne gibi faaliyetleri olduğu ortadadır.***28 Şubat sürecinin bir yanında Kürt meselesi ve Kürt meselesiyle ilişkili “suçlar” da var. Operasyonun başında bulunanların “medyayı andıçlama” faaliyeti doğrudan Kürt meselesiyle ilgilidir. Bu yol takip edildiğinde de yine sivil siyasi sorumluluk taşıyanlara ulaşılacaktır.***Hâlen devam etmekte olan darbe hazırlığı davalarında olduğu gibi 28 Şubat soruşturması kapsamında da, verilen görevleri “emir komuta zinciri içinde”yerine getirmiş, askeri disiplin sistemi dâhilinde başka türlü hareket imkânı bulunmayan asker kişiler de yer alıyor.“Sadece emirleri yerine getirmek” ile “suça iştirak” arasındaki çizgi hukuki açıdan çok ince bir çizgi olabilir.Ama soruşturmaların bütün aşamalarında bu ayrımın vicdanlarda rahatsızlık yaratmayacak şekilde büyük bir hassasiyetle takip edilmesi şarttır.Bu davalar “siyasi” davalardır ve “bürokrat yanı” çok fazla öne çıkarken siyasetçi boyutunun eksik kalması kamu vicdanında rahatsızlık yaratacaktır.
Batı’nın Irak ve Afganistan işgallerinden önemli dersler aldığı anlaşılıyor. Öte yandan, ABD-Avrupa koalisyonu için Libya operasyonu çok kolay oldu.Arap baharının etkisiyle dalgalanan Suriye’ye “nizam verme”nin ise Libya operasyonundaki kadar kolay olmayacağını Batı’nın gördüğü anlaşılıyor.Bu durumda, kestaneleri ateşten almayı kendileri yerine yapabilecek en güçlü adayı tespit ettiler. Batı basınındaki siyasi tahlillerde “Türkiye’nin Suriye’ye girmesi”nden çok fazla söz edilir oldu.Arap baharında “model ülke” olarak söz edilen ülkenin, bu değişim dalgasında aldığı açık tavırlar Batı kamuoylarında da böyle bir yönlendirmeye elverişli ortamı yarattı. Türkiye’nin Esad diktatörlüğünü gönderecek, yerine bir çeşit demokrasinin gelmesini sağlayacak bir askeri operasyona girişmesi Batı’da çok yaygın bir beklenti haline geldi.Kâğıt üzerinde kolay kurulan denklemlerin Irak’ta nasıl şaştığını görenlerin Türkiye’yi Suriye’nin üzerine biraz daha fazla itmelerinde şaşılacak bir durum yok.***Ankara’da, İkinci Körfez Savaşı’ndan itibaren, bölgedeki sıcak çatışmalara katılmakla ne kazanç sağlanacağına ilişkin hesaplar yapıldığı doğrudur.Bunu “emperyal” güdülerin yaşamasına da bağlayabilirsiniz, “militarist” genlerin depreşmesine de. Ama “demokrasi ihracı görevi”yle açıklamaya çalışmak hiç kolay değildir.Arap baharında, değişimi sağlayan siyasi güçlerin çoğu için Türkiye’yi değişik unsurlar “model ülke” kılıyor. Ama o unsurlar arasında “mükemmel demokrasi” herhalde bulunmuyor.Türkiye’nin, kendisini bölgede daha fazla ağırlık sahibi bir ülke kılacak temel şartların birçoğunu kazanma yolunda büyük gelişmeler sağladığı doğrudur. Ama hedeflenen etkinlik ve ağırlıkta bir büyük eksiklik de herkesin gözünün önünde: Topraklarınızın bir bölümünde “savaş hâli”nin devam etmesi, büyük güçlerle aynı masaya her zaman büyük bir eksiklikle oturacağınız anlamına gelir.Kürt meselesi gibi ağır bir prangayla ”bölgesel güç” kavramı belli bir sınırda kalmaya mahkumdur.Türkiye’yi Suriye’ye sokmak isteyenler de bunu görmüyor olamazlar.Açık saldırı olmadığı sürece bir komşu ülkeye karşı silah kullanılmasının yol açacağı sorunlar yumağının büyüklüğünü gizlemek Türkiye’yi o maceraya sürmek isteyenlerin işidir, bunu bütün ayrıntılarıyla görmek de herkesten önce Türkiye’yi yönetenlerin görevidir.NOT: Kısa bir soluklanma için yazılarımıza ara vereceğiz. Haftaya görüşmek üzere sağlıcakla kalınız.
12 Eylül davası konuşulurken bir soru duydum: “Ankara’da mahkeme önünde toplanan, 12 Eylül darbesine tepkilerini gösteren kızıl bayraklılar, orak çekiçli bayrak taşıyanlar, 27 Mayısçılar yargılandığı zaman oraya da gelecekler mi?”Bu sorunun bugünkü cevabı bellidir: Çoğu gelmeyecek. 50’li yılların sonlarında, 60’ların başlarında, Soğuk Savaş koşullarında 27 Mayıs darbesi çok farklı algılanmıştı.Bunun da ötesinde, Türkiye’de solun, sosyalist sol dâhil, Kemalist etki altında kaldığı gerçeği vardır.Türk solu, Mustafa Kemal’i ulusal kurtuluş savaşı kahramanı olarak değerlendirirken daha sonra devletçi-milliyetçi bir ideoloji olarak şekillenen “Kemalizm” ile ilişkisini 27 Mayıs’tan sonra da sürdürmüştür.Bu ilişki, iktidarı ele geçirmek, darbe yoluyla ele geçirmek için ittifak stratejilerine yol açmıştır. O dönemde kendisini devrimci, sosyalist, komünist olarak niteleyen gençlerin “ordu-gençlik el ele” diye bağırmaları da olağan ve yaygın siyasi gösteri unsurlarından biriydi.***27 Mayıs darbesiyle gelen 1961 Anayasası’nın “özgürlükçü” niteliği, zihinlerdeki askeri darbelere ilişkin bulanıklığın kaynaklarından biri olmuştur.O bulanıklık hâlâ devam ediyor. Çok açık “faşist” görüşler ileri sürenler kendilerini solcu olarak görebildiği gibi, adında “komünist” kelimesi bulunan siyasi partiler birçok konuda CHP, hatta MHP ile aynı görüşleri ileri sürebiliyor.Sosyalist sol, dünya üzerinde özgürlükçülüğüyle ve sadece en alt sınıfların değil haksızlığa uğrayan bütün azınlıkların savunucusu olarak etkinlik sağlamıştır. Türk solu, Kürt meselesi ile ancak 70’li yıllarda tanışabilmiştir.Türk solunun, en azından kendisini Türk solu içinde gören birçok çevre ve fikrin demokrasi ile ilişkisi hâlâ sorunludur.Ama Türk sağının da demokrasi ile ilişkisi hâlâ sorunlu.12 Eylül tartışmalarına iki gündür hızlı bir şekilde katılan Süleyman Demirel’in kendisinin sonradan başbakan ve cumhurbaşkanı olmasını 12 Eylül ile hesaplaşma için yeterli görmesi, sorunun derinliğini gösteriyor.12 Eylül’den davacı olanların, 27 Mayıs ve 9 Martlardan da davacı olduklarını görmemize biraz daha zaman var.
12 Eylül darbe davasının uzun sürmesi, asla aceleye getirilmemesi, darbe öncesinde yaşanan her şeyin sonuna kadar didiklenmesi gerekiyor.Darbelerin “sivil siyasiler beceremedi, mecburen yapıldı” demekle açıklanamayacak olaylar olduğunu bütün toplumun öğrenmesi için gerekiyor.Tabii ki “darbe” kelimesinin unutulması için gerekiyor.***12 Eylül davası müdâhillerinin darbe öncesi olayların, ilişkilerin araştırılmasıyla ilgili talepleri çok yerindedir. Böylece 12 Eylül darbesini hâlâ “kabul edilebilir” bulan “beyaz Türkler” de gerçekte neler olduğunu öğrenebileceklerdir.***12 Eylül’de yargının, yüksek yargının ve basının bir kesiminin ne yaptığını öğrenmek, günümüzdeki demokrasi tartışmaları içinde alınan kimi tavırları ayırt etmek açısından da çok aydınlatıcı olacaktır.Darbeyi alkışlayanların, Evren’i “vatanı kurtaran kahraman” ilan edenlerin; siyasi partilerin, sendikaların kapatılmasını destekleyenlerin, rakip gördükleri gazetenin kapatılmasını alkışlayanların kimler olduğunu öğrenmek, bugünü anlamak açısından da çok faydalı olacaktır.***12 Eylül öncesinde ve askeri yönetim döneminde gerçekte ne olduğunun bilinmesi konusunda hâlâ isteksiz görünenler var. Bunların bazıları şaşırtıcı gelebilir, ama gelmemelidir.Bir büyük gazete bu davanın içeriğini ve önemini anlatma konusunda isteksiz görünüyorsa, bilmeyenler öğrenmelidir ki o gazete, o dönemde iktidarın en candan destekçisi olmuştur.Örneğin bir gazete davanın başladığı gün, haberi birinci sayfada dördüncü sıraya indirmişse, darbeler konusunda hâlâ berrak bir fikre kavuşamamış olduğundandır.***Örneğin dava başladığı gün, bir siyasetçi “darbecilerin gerçekten yargılanacağından kuşkumuz var” diyorsa, aslında “bu dava olmasaydı da AKP sözünü tutamadı deseydik ve darbelere karşı çıkmak zorunda da kalmasaydık” demek istediğindendir.***12 Eylül davası bu yüzden sonuna kadar gitmelidir ki, hâlâ içlerindeki demokrasi korkusunu atamamış olanlar da bunları görmek zorunda kalsın.Hedef, “darbe” kelimesinin unutulması, gelecek kuşaklar için bu kelimenin uzak tarihin kara bir noktasından ibaret olarak kalmasıdır.
Ergenekon davalarının konusu, silahlı müdahale ortamının yaratılması, müdahale hazırlığı yapılması, bunlara halk desteği sağlamak için kamuoyu yaratılması faaliyetleridir.Bu davalarda yargılanan faaliyetler bir darbeyle sonuçlanmadı.Ama 12 Eylül 1980 darbesi “başarıldı.”Başarı, halkın geniş bir kesiminin “yeter artık asker gelsin bu işi durdursun” demesinin sağlanmış olmasıdır.Bunu sağlamak için çok kan döküldü. Mezhep çatışmalarında insanların birbirlerini kırması tezgâhlandı. Siyasilerin ülkeyi yönetmesinin mümkün olmadığı bir ortam yaratılarak siyasete güven sıfırlandı.Dava sürecinde, darbe gününe kadar yürütülmüş faaliyetlerin de ele alınması, halkı birbirine kırdırma operasyonlarının, suikastların da ele alınması şarttır.Darbenin ertesinde olanlar dava dolayısıyla tekrar aktarılıyor...***12 Eylül’ü ifade eden sayılar korkunçtur.Yüz binlerce kişi nedenini hiçbir zaman öğrenemeden aylarca hapiste kaldı. İşkenceye maruz bırakılanların sayısı on binleri aştı. Sabaha karşı sütçünün değil askerin, polisin geldiği ev sayısı üç yüz bin dolayında. Bu sayıları ve ayrıntılarını bugün herkes öğrenebilir.12 Eylül davası dolayısıyla, darbenin iyisinin olamayacağını, darbelerin iyi darbe-kötü darbe, bizim darbe-karşı darbe diye ayrılamayacağını umarız öğrenebiliriz. Davanın amacı bu olmalıdır. Bu olmalıdır ki askeri darbelerden medet ummanın adının faşistlik olduğunu artık en budalalar bile öğrenebilsin.***Davaya müdâhil olanların artması da, herkesin olayı tam öğrenebilmesi için çok faydalı olacaktır.CHP’nin müdâhil olması sayesinde, hâlâ bünyesinde barındırdığı darbeseveler de kendi durumlarını düşünebilirler.12 Eylül’de en fazla baskıya maruz kalan, defalarca kapatılan, dağıtımı engellenen, çalışanları gözaltına alınan, tutuklanan Cumhuriyet Gazetesi‘nin de müdâhil olması gerekir.Yasaklanan haberler, tehdit edilen, yargılanan, tutuklanan, gözaltına alınan bütün gazeteciler için Gazeteciler Cemiyetive Gazeteciler Sendikası’nın da müdâhil olması gerekir.Ve nihayet, davanın başlamasıyla birlikte 12 Eylül’ü yargılanabilir kılan anayasa değişikliği referandumu öncesinde “bu dava mümkün değildir” diye bağıranların da halka bir özeleştiri borcu doğmuştur.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın çizdiği görüntü, yargının bütün sorunlarını ortaya koyuyor. Bütün sorunların temelinde de siyasi etkinin ağırlığı vardır.Siyasi etkilerden söz edildiğinde bundan genellikle “iktidarın etkisi”ni anlamak ve algılamak bir alışkanlık olmuştur. Böyle bir etki hissedildiğinde de refleks, siyasi iktidarın mensup olduğu görüşün karşıtı olan tavrı “bağımsızlık” gibi algılamak şeklinde ortaya çıkıyor.Yargının kendisini “devleti koruma” görevine sahip güç olarak tanımlamasıyla zaten “siyasileşme” yerleşmiştir. Bu zihniyetle kurulmuş olan yapı, siyasete de kendisine göre bir meşruiyet tanımı getirme geleneğini oluşturmuştur.Bugün yargıyla ilgili bütün alanlardaki tartışmalar bu yapılanma ve bu yapılanmada “gedik açma” ikiliği üzerinde yaşanıyor.***Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, yargı kararlarının kamu vicdanını “tatmin etmemesi” olarak tarif ettiği durumun temelinde de bir şekilde “taraf olma” hâlinin kökleşmesi bulunuyor.Şu anda önemli bir yakınma konusu olan, “savcının polisi yönlendirmesi değil, polisin savcıyı yönlendirmesi” meselesi, aynı kökleşmiş durumun sonuçlarından biridir.“Özel yetkili” sistemi de yapıyı değiştirmek gibi ağır bir işe girişmek yerine, “bir kısmını” etkin hale getirmek mantığının sonucunda ortaya çıktığı için sadece “hız” sorununu çözmüştür.***Yargının kamu vicdanında inandırıcılık sağlayacak bir yapıya kavuşmamasının olumsuz sonuçlarından biri de şu anda devam etmekte olan büyük “siyasi” davalarla ilgili kuşkuların giderilememiş olmasıdır.Kılıç’ın tahlilleri, yargının kendisiyle ilgili tartışma alanının genişlediğini gösteriyor...Dikkati çektiği konulardan biri yargı mensuplarının “eğitimi”dir.Birinci görev olarak “devleti koruma”yı ve vatandaşlarından “kuşkulanmayı” belleten bir zihniyet üzerine kurulu eğitim sistemini de yargının kendisi daha açık olarak tartışmak zorundadır.Her zaman “siyasi” olan yargıyı, “bütün siyasetlerin dışında kalan” bir yapıya kavuşturmak kuşkusuz kolay bir iş değil. Ama bir yerden başlamak gerekiyor. Ve Cumhuriyet’in yüzüncü yılının hedeflerinden biri de bu olmalıdır.
Temel eğitimle ilgili son düzenlemede, zorunlu din dersinin yanına seçmeli Kuran ve Peygamber’in hayatı dersleri eklenince “laiklik” tartışmalarının dirilmesi kaçınılmazdı.Şeriat düzenine gidiş korkusunun, “İran olacağız” korkusunun canlılığı dolayısıyla bu düzenlemelerle “arkası gelecek mi” sorusu da tekrar soruluyor.“Arkası” nedir, bunun hâlen bir cevabı yok. Ama bütün bu kuşku ve soruların canlı olmasının temelinde Türkiye’nin “laik devlet” olmaması yatıyor.***Dini konular, insanların bireysel özgürlükleri içinde değil, “devlet eliyle” yapılan düzenlemeler kapsamında kaldıkça laik olmamız mümkün değildir.Devleti yöneten siyasi güç, toplumda dinin yerine kendi bakış açısına göre şekil veriyor ve bu durum cumhuriyetin başından beri böyle.Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki bakış açısına dini cemaatlerin toplumdaki etkinliğinin kırılması egemen olduğu için dinle ilgili konular bu açıdan ele alındı.Tek parti döneminin uygulamalarından şikâyetlerin bugün hâlâ abartılı tekrarları bir yana, o uygulamaların dini cemaatlerin etkinliğini kırmayı başaramadığı da ortadadır.***Devletin dini konulara yön verirken, bakış açısının “bütün dini inançlar”ı kapsaması gibi bir önceliği veya amacı da yoktur; tam tersine, din kastedildiğinde bir tek İslam mezhebinin egemenliği söz konusudur.O yüzden, tek parti döneminin ardından Diyanet İşleri bir mezhebe göre şekillendirilirken, Alevi inancına sahip olanlar, bu dönemin mağdurları olmuştur.Mesele temel özgürlükler açısından ele alınmadıkça da her zaman bir veya birden fazla “mağdur” olacaktır.***Öncelikle din eğitimi kapsamına giren konular “seçmeli”, isteğe bağlı hâle getirilmediği sürece bütün alan devletin yönlendirmesine açık kalmış oluyor.Laiklik elden gitmiyor; laiklik yoktu, hâlen de laikliğe çok yol var. O yolun başında dini konuların tümüyle vatandaşın bireysel hak ve özgürlükleri içinde ele alınması yatıyor.Bunun için de bütün özgürlüklerin sindirildiği bir bakış açısının yerleşmesi gerekiyor ki, şu anda kavga eden tarafların hiç birinde o yönde bir gelişmenin ışığı görünmüyor.