Türkiye’yi ve Türkçeyi iyi bilen bir yabancı gazeteci, “bazen sizi izlerken güçlük çekiyorum, siz günlerle konuşuyorsunuz, ben yıllarla; hangi gün hangi olay olduğunu hemen çıkartamıyorum” demişti.Günlerle konuşunca yıllar, süreler bazen karışıyor; bazı olaylar uzaklaşıyor, bazıları yakına geliyor.“27 Nisan” diye de bir günümüz var. Yılı 2007. Öyle uzak değil, pek yakın bir geçmiş.Ankara’da Cumhurbaşkanı seçimi vardı. Meclis’te çoğunluğu olan AKP’nin adayı eski başbakan Abdullah Gül’dü. Seçilmesi kesindi. O günün akşam saatlerinde Genelkurmay’ın internet sitesine bir bildiri konuldu. Bildiri aslında “AKP’li bir cumhurbaşkanı istemiyoruz” diyordu.Bu, Meclis iradesine açık bir müdahaleydi.***Benzeri müdahaleler 1960’tan sonra defalarca yapılmıştı. Bu müdahalelerden sadece birinde sonuç alınmamıştı, Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı seçilmesini Demirel ile Ecevit engellemişti. Ama yine esas olan “uzlaşma”ydı, yine asker kökenli bir cumhurbaşkanı seçilmişti.27 Nisan’da gerçek bir “ilk” yaşandı. AKP ve hükümet muhtıraya sert tepki gösterdi ve Meclis Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçti.O günün Ankara’sında yine aynı şey konuşulmaya başlandı. Soru, askerin daha doğrudan bir müdahale yapıp yapmayacağıydı. Bunu bekleyenler vardı, umutla bekleyenler vardı. Bu yoldan “ikbal” umanlar vardı.Aradan sadece beş yıl geçti. Şimdi bu muhtıra için de, diğer müdahaleler gibi soruşturma açıldığını öğrendik. Soruşturma herhalde, muhtırayı kendisinin yazdığını açıklamış olan dönemin genelkurmay başkanı Büyükanıt’la ilgili olacaktır.***Siyasi bir konuda, görev alanında olmayan bir konuda, TBMM iradesine müdahale niteliğindeki bu icraatın da yargı önüne çıkmasıyla son 27 yılın hesabının tamamlanması aşamasına gelinmiş olacak.Bu aşama da, genelkurmay başkanları, kendilerine görev alanları dışındaki konularda soru sorulduğu zaman, örneğin “Kürtçe eğitim” sorulduğu zaman, “sorumluluk alanımda değildir, fikir beyan edemem” dediklerinde tamamlanmış olacak.“Demokrasi korkusu”nun bittiğinden ve herhangi bir şekilde geri gelmeyeceğinden de o gün emin olabileceğiz.
Meclis Başkanı Cemil Çiçek “tutuklu milletvekilleri” sorununu çözmek için harekete geçti. Tutuklu olarak yargılanan toplam 9 milletvekili dolayısıyla üç siyasi partinin katılımıyla bir yasa değişikliği yapılarak milletvekillerine bir tür “muafiyet” getirilmesi öngörülüyor. Meclis Başkanı bizzat harekete geçtiğine göre bu girişim hükümet tarafından da onaylanmıştır.Toplam tutuklu sayısını 9 olarak vermemizin nedeni, BDP’nin tutuklu beş milletvekili yanında, vekilliği Yüksek Seçim Kurulu tarafından düşürülmüş olan ve yerini AKP’li adayın aldığı BDP’li Hatip Dicle’nin de bu haktan yararlanması gerekliliğidir.***BDP’li 6 vekil KCK davalarından; CHP’li 2 ve MHP’li 1 vekil de Ergenekon darbe girişimi davalarından tutuklu. Özgürlüklerine kavuşmalarının sağlanmasının temel gerekçesi, “halk tarafından seçilmiş” olmalarına dayandırılıyor.Ama “seçilmiş” sıfatına sahip olanlar sadece bu milletvekilleri değildir. KCK davalarından tutuklu olan “seçilmişler” listesi epeyce uzundur: 32 belediye başkanı, 13 belediye başkan yardımcısı, 93 belediye meclisi üyesi, 13 il genel meclisi üyesi...***8 veya 9 milletvekili nasıl halkın oyuyla seçilip o göreve gelmişse, bu 151 kişi de yerel yönetimlerde görev alsınlar diye halkın oylarıyla seçilmişlerdir.Onlar da halk iradesini temsil eden kişilerdir; birilerinin “merkez yönetimi”ne diğerlerinin “yerel yönetime” seçilmiş olmaları demokrasinin temel mantığı açısından bir “rütbe” farkı yaratmaz.9 milletvekilinin salınması “halkın iradesine saygı” nedeniyle gerçekleştiriliyorsa, 151 yerel yöneticiye oy verenler de aynı saygıyı görmek durumundadır. Birine verilen oyun “daha saygın” diğerine verilen oyun “daha az saygın” sayılması demokratik sistemin temel mantığına aykırıdır.***Tutuklu vekillerin salınması için hukuki formül arayanlar, tutuklu yerel yöneticilerin salınması için de aynı çabayı gösterirlerse hem tutarlı olur hem de gerilimin azalmasına katkıda bulunurlar.Tabii ki ortak amaç sadece “tutuklu vekil” kavramının değil, “siyasi dava” ve “siyasi tutuklu” kavramlarının olmadığı, sadece elini silaha sürenlerin ceza gördüğü bir ülke haline gelmek olduğunda bu sorunların çözümü çok daha kolay olacaktır.
Askeri darbe yaşamış ülkeler, bu sorundan tümüyle kurtulurken “sivil siyaset”in bütün kanatlarıyla katıldığı çabalar sayesinde kurtuldular. Sağ, sol ve merkezdeki siyasi partiler ülkelerinde bir daha askeri müdahale olmaması için birlikte davrandılar ve sonuç aldılar.Meclis’te askeri darbeleri araştıracak bir komisyonun, bütün siyasi partilerin ortak kararıyla kurulması bu açıdan bir “ilk” sayılabilir. “Bütün askeri darbeler” deniliyor ama hukuki soruşturma konusu olmamış sadece iki darbe, 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 darbeleri kaldı.Komisyonun görev tanımında “askeri darbeler” ifadesi bulunduğu için hâlen soruşturulma ve kovuşturulma durumundaki müdahale ve müdahaleye hazırlık eylemleri de toplumda yarattığı sonuçlarla ele alınabilir.***Yargıya gitmemiş olan 27 Mayıs darbesi, cumhuriyetin ilk silahla hükümet devirme eylemiydi ve siyasi iktidar karşıtlarının tam desteğini almıştı. Bu darbeyle gelen anayasanın özgürlükçü niteliğinin yanında dönemin Soğuk Savaş koşulları içindeki siyasi yapılanmalar Türk solunun bir kesiminde askeri darbe yoluyla iktidar olma umudunu yaratmış, devletçi-milliyetçi Atatürkçülüksolcu bir dünya görüşü gibi algılanmaya başlanmıştı.12 Mart 1971 darbesi de esas olarak sola vurduğu için büyük bir rahatsızlık yaratmamıştı. Toplumun çoğunluğu ise 12 Mart döneminde neler yaşandığıyla ilgili değildi.Bu iki darbe de toplumun geniş kesiminde darbe karşıtlığı bir yana “siyasiler beceremediği zaman asker gelir, ayar verir” kanaatini yerleştirdi.12 Eylül öncesinde “koşullar hazırlanırken” bu algı sayesinde darbeye toplumsal destek sağlamak zor olmadı. Hâlen 12 Eylül darbesinin “haklılığını” düşünen değil açıkça söyleyen çok kişi var, bir kısmının da kendisini solcu diye nitelemesi fikri arızalarımızın en gariplerinden biri olarak ayakta duruyor.Toplum, yüz yıldır “başarıyla beslenmiş” hâlâ canlı korkularının üzerine sivil siyasete güvensizlik de gelince “neden olmasın” kabulünü yaşayacaktır.***Sivil siyasete güvensizlik bugün sadece iktidar partisine ilişkin kaygılarla değil, muhalefetin bir denge unsuru olamaması, iktidara aday bile görünememesiyle de besleniyor.Sivil siyaset, demokrasinin sahibi ve güvencesi olduğuna halkın tümünü ikna ettiğinde “darbe ortamı” gerçekten tarih olacaktır.Meclis komisyonundan başlayarak, bütün siyasi partiler, askeri darbelerin hiçbir şeyi düzeltmediğini, tam tersine; düzelttiği sanılan her şeyi daha da bozduğunu kendilerine de, kendilerine oy verenlere de “içlerine sindirerek” anlatmalıdır. Buradan yürüyecek bir demokrasi ittifakı bütün siyasi partilere de kendilerini değerlendirme imkânı sağlayacaktır.
Bu yıl, epeydir unuttuğumuz sakinlikte bir 24 Nisan geçireceğe benziyoruz. Fransa başkanlık seçimiyle meşgul, 24 Nisan’la ilgili herhangi bir çalışma yapılmadı. Amerika’dan ses çıkmıyor, Meclis’e bir soykırım tasarısı getirilmedi.Ermenistan’da olağan törenlerin dışında bir faaliyet görünmüyor.İstanbul’da son iki 24 Nisan’da yapılan “özür” toplantılarının üçüncüsü yapılacak. “Hepiniz Ermenisiniz hepiniz piçsiniz” diye yazanlar da yaptıkları ayıbın bir nebze farkına varmış olmalılar ki şu ana kadar ses etmediler...***Büyük olasılıkla Ermeni örgütleri 2015 yılındaki yüzüncü yıla yoğunlaşmayı düşündüler.Çanakkale Savaşı’nın yüzüncü yılı da 2015’e geliyor. Ama dünyada, bir miktar İngiliz, kalabalık bir miktar Avustralyalı dışında ve tabii bizim dışımızda Çanakkale Savaşı’nı anacak, öğrenmeye çalışacak fazla kimse olmayacak.İnsanlığın o yıl yaşayan kısmının çok büyük çoğunluğu 1915 Ermeni tehcirini veya “büyük felaket”i veya “soykırım”ı öğrenecek, insanın insana yaptığı bu büyük zulmün anlamı üzerine düşünecek.Biz henüz tam olarak düşünemedik. Sayısız korkularımız üzerine kurulu “asla hatırlama, asla konuşma” hâlinin sağladığı kolaylıkla yüzüncü yıla yaklaştık. Her şeyi büyük bir hızla arka arkaya öğrenme aşamasının yarattığı bir yorgunluk hâlini de doğal karşılamak gerekir. Daha Kürtleri yeni öğrenirken, Ermenileri öğrenmek zorunda kaldık. Bize “isyan” diye ezberletilmiş olan Dersim’in hiç de devlet sözcülerinin, tarihçilerinin anlattığı şekilde olmadığını öğrendik.***Hâlâ öğrenme aşamasında olduğumuz için kendi tarihimizin de, bütün diğer insan topluluklarının tarihleri gibi düz bir çizgide gitmediğini herkesin atasının hem çok şerefli hem de çok korkunç olabildiğini hâlâ hazmetmeye çalışıyoruz.Bu 24 Nisan’ı sakin geçirmemiz iyi olacak. Önümüzdeki üç yılda çok şey öğrenmek, çok şey anlamak zorunda olduğumuza göre bu sükûnet halini iyi kullanabiliriz. Hatta Hrant Dink cinayetinin neden Ergenekon yapılanması ile bağlantılı olduğunu bile düşünebiliriz. Bunları düşününce 1920’nin 23 Nisanı’nda bir Meclis açılmış olmasının önemini de daha iyi anlayabiliriz.
28 Şubat soruşturmasında, dönemin faal isimlerinden bir emekli generale, gazetecilerle görüşmelerinin sorulduğu bilgisi gazetelerde yer aldı.Bir süre önce, soruşturmanın başladığının hissedildiği sıralarda başlayan tartışmalarda bazı çevrelerin gazetecileri “asli fail” durumuna sokma çabaları ortaya çıkmıştı.1996-1997 yıllarında merkez siyasetinin çökmesiyle girilen kriz ortamını bugün yorumlayanların birçoğunun o dönemde toplumun geniş kesiminde etkili olan tedirginliği dikkate almak bir yana, yokmuş gibi yapmaları ancak 28 Şubat olayının “esası”nın anlaşılmasında zorluk yaratır.Erbakan’ın 1973 yılında Ecevit‘le kurduğu koalisyon toplumun hafızasında olumlu bir iz bırakmamıştı. 1994 yerel seçiminde merkez ve kendisini merkez sol olarak niteleyen siyasi partilerin arasından Refah Partisi’nin sıyrılmayı başarmasıyla başlayan tedirginliklerin yaygınlığını görmeden 28 Şubat tahlilleri eksik kalacaktır.***1995 seçimi öncesinde havlu atmış görüntüsü veren merkezdeki siyasilerle, iç çekişmeleriyle kendi seçmenini bile bıktırmış merkez sol, toplumdaki tedirginliğin yayılmasına büyük katkıda bulunmuşlardır.Medyanın, o günlerde karamsar havayı, toplumdaki tedirginlikleri yansıtması kaçınılmazdı. Refahyol’un bu tedirginlikleri giderme eğiliminde olmaması bir yana, tedirginliklerin çoğalmasına yol açan birçok olayı ve beyanatı aktarmak da gazetelerin doğal göreviydi.Basının bu doğal görevini yerine getirmemesi “mesleki suç”tur.Bu iklimde, Genelkurmay’daki faaliyetlerin birinci hedefi Refahyol’u iktidardan uzaklaştırmak, ikinci hedefi de basında başlamış olan Kürt meselesini yeni bakış açılarıyla tartışma eğilimlerinin önünü kesmekti. Meşhur gazeteci “andıç”ı bu nedenle, basında bir tasfiye operasyonu olarak uygulamaya konuldu.Batı Çalışma Grubu‘nun yönlendirdiği “korku ortamı yaratma“, zaten tedirgin olan insanların iyice korkmasını sağlama faaliyetleri kuşkusuz medya aracılığıyla etkili oluyordu. Bunun başka bir yolu da zaten yoktur.***Refahyol hükümetinin Türkiye’yi çok daha olumsuz ortamlara götürebileceğini düşünmek, hükümeti eleştirmek, hatta gitmesini istemek ile bunun için meşru ve yasal olmayan faaliyette bulunmak arasında büyük fark vardır.Bu amaçla yalan olduğunu bile bile haber yayınlamak en başta gazetecilik suçudur.Bütün bu ayrımları doğru dürüst yapmadan herhangi bir suçlamada bulunmak, asker kişilerle görüşmeyi bile suç gibi görmek, göstermeye çalışmak Başbakan Erdoğan’ın da uyardığı “cadı avı”na kapı açmaktır ve böyle böyle bir “cadı avı” 28 Şubat davasını sadece sulandırır, amacından saptırır.
Yeni anayasayı inşa etmek için çok önemli iki temel mevcut: Anayasayı yapacak olan bu Meclis çok geniş bir temsil niteliğine sahip ve Meclis’teki siyasi partilerin tümü nasıl bir anayasaya ihtiyacımız olduğunu biliyor.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu iki temele sahip olmanın yarattığı imkânı vurgularken “şu anda” eksik olana dikkat çekti:Yeni anayasayı gerçekleştirmek için gerekli “politik iklim” şu anda mevcut değil, bunun hızla sağlanması gerekiyor.“Herkesin Türkiye’de demokrasi standartlarının yüksek olmasını istediği” tespitinden yola çıkan Cumhurbaşkanı, “temel meselelerde bütün partilerin anlayış birliği içinde olabileceğini düşünüyorum” diyor:“Siyaset geleneğimizin olumsuz unsurlarının etkisi hâlen devam ediyor. Ancak bundan yirmi yıl, on yıl önce ideolojik davranışlar baskındı, şu andaki engeller daha çok psikolojik.”Gül, anayasa maddelerini değiştirmek yerine tümüyle yeni bir anayasa yapma tercihinin bu “psikolojik” etkenlerin anayasa çalışmasına yansımasını önleyeceği görüşünde. Mevcut maddeler üzerinde yapılacak her türlü değişiklik tartışması psikolojik dirençleri ortaya çıkaracak, hâlihazırdaki bölünmeler tekrar kuvvetli şekilde kendisini gösterecektir: “Mevcut anayasa üzerinden gidersek çıkmaza gireriz, kavga çıkar, toplum bölünür.”***Cumhurbaşkanı “temel unsurlarda konsensüs bulunduğunu“ düşünüyor. Temel insan haklarına Kürtlerin kültürel haklarının da, dini özgürlüklerin de dâhil olduğu konusunda herkesin fikir birliği içinde olduğunu belirtiyor. Bu gelişmiş standartlar üzerinde daha geniş bir ittifak sağlamak için de yapılması gereken belli: İnsan haklarından başlayarak Cumhuriyet, Atatürk milliyetçiliği, laiklik ve bütün diğer kavramlara “evrensel kriterlerle” bakmak.Temel unsurlarda konsensüs sağlandıktan sonra, diğer unsurlarda ortaya çıkacak görüş farklarının yeni anayasanın yapımını önleyecek büyüklükte bir önemi olmayacaktır.Ayrıntılara inildikçe yeni görüş farklılıkları ortaya çıkabilir, mevcutlara eklenebilir. Bunun için de yeni anayasanın ayrıntılara girmeyen, herkesin sahipleneceği bir metin olması gerekir. Zaten “bir anayasada ne kadar çok ayrıntı varsa o kadar çok kısıtlama var demektir.”Gül’ün “ayrıntılar”ı söz konusu ederken dayandığı tespit, Türk toplumunun farklılıklardan oluşan büyük bir toplum oluşu: “Bunları yok sayamayız, yok saymaya kalkarsak kendimizi büyük sıkıntılara sokarız, ama bunları bilmek ve bu zenginliğe güvenmek zorundayız.”***“Bugüne kadar Türkiye’nin anayasalarını profesörler hazırlar, kurucu gücü elinde tutanlar taslak üzerinde bazı düzenlemeler yapardı. Şimdi herkes katılıyor, herkes fikrini söylüyor, katkıda bulunmaya çalışıyor.” Gül’ün bu cümleleri, bugün ilk sivil anayasanın sivil katılımla hazırlanması imkânının bulunduğunu anlatıyor.Bir önceki Meclis’in de anayasa yapabilir bir meclis olduğunu hatırlatırken Cumhurbaşkanı, bu Meclis’in temsil niteliğinin yüksekliğiyle anayasanın zaten Meclis’te meşruiyet kazanacağını, ama yine de referandum yapılabileceğini belirtiyor.Geçen Meclis yapamadı, bu Meclis yapmak zorunda. Gül, aradan neredeyse bir yıl geçtiğini hatırlatıyor ve anayasanın bu yıl yapılması gerektiğini kuvvetle vurguluyor: “Gecikirse momentumu kaybederiz. Genel politik iklim çok önemlidir. Bu politik iklimi oluşturmak zorundayız.” Bu iklimi kim oluşturacak sorusunun cevabı da şöyle: “Siyasi partilerimiz, siyasi partilerimizin liderleri.”Cumhurbaşkanı Gül devamını söylemiyor ama, bu seferberliği başlatmak, Gül’ün önemsediği “politik iklim”in yaratılmasını sağlamak en başta siyasi iktidarın, AKP’nin görevi.Cumhurbaşkanı’nın yeni anayasayla ilgi uyarılarındaki son sözü şu: “Yapamazsak çok ayıp olur.”
AMSTERDAMKıbrıs’ta “bir şeyler” olacak. Şu anda belirli bir görüşme trafiği devam ediyor ve anlaşılan o ki nihayetinde eski durum köklü olarak değişecek.Bunun işaretleri bir süredir Ankara’dan veriliyordu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Kıbrıs sorununun, Türkiye’nin AB üyeliği gibi ve onunla bağlantılı olarak “ucu açık” bir durum olmaktan çıkacağını bildirdi.Kıbrıs, “milli mesele” tanımıyla her zaman “vesayet”in ağırlığını en çok hissettirdiği sorun oldu. 1974 Barış Harekâtı’nın birinci bölümü başarılı olduktan sonra, dünya kamuoyu bu askeri müdahaleyi kabul edebilir durumdaydı. Sonra ikinci harekât yapıldı ve Türkiye bütün dünyada “işgalci” sınıfına konuldu.Çok sonra dönemin sivil sorumluları açıkladılar: Askeri yetkililer Başbakan Ecevit’e giderler ve “şu anda bulunduğumuz hatta tutunamayız” derler. Söyledikleri, “karşı saldırıda çok zayiat veririz ve geri çekilmek zorunda kalırız” anlamına gelmektedir. Bu ihtimalde harekâtın amacı olan Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlamak da çok zorlaşacaktır. Ve ikinci harekât yapılır, sonra da bütün o sıkıntılar yaşanır.***2002 seçimlerinden sonra Abdullah Gül Başbakan’dır. Annan Planı Ankara’ya iletilir. Kıbrıs’ın Türklerine de Rumlarına da “barışma” yolunu açacak bu plan birinci AKP hükümetine anlatılır. Cumhurbaşkanı Sezer’in başkanlığında üst düzey bir toplantı yapılır. Gül hükümetin tavrını aktarır: Biz evet derken Rumlara hayır dedirtmeyi başarırsak şu andaki konumları ters yüz edebiliriz. Denktaş “tamam” der.Üç gün sonra Lahey’deki toplantıya giderken Denktaş’ın ağzından çıkan söz “Hayır demeye gidiyorum”dur.Böylece Rum tarafı yine kuvvetli pozisyonunu korur, Türk tarafı yine uzlaşmaya, anlaşmaya, halka sormaya karşı olan taraf olarak kalır.Bu arada Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa Birliği üyeliği süreci işler ve tam üye olurlar. Kaybedilen zamanın faturası işte budur!Kıbrıs Rum yönetiminin aldığı bu mesafe sayesinde Kıbrıs Türkleri Annan Planı’na evet derken Rumlar hayır der.Kıbrıs’ta KKTC’nin, adı ister değişsin ister değişmesin, Annan Planı sonrasında dünyanın bakış açısı da ne kadar değişmiş olursa olsun, “anavatan”a her bakımdan bağımlı hâli değişmeyecektir.“Vesayet”i geriye dönük olarak tartışırken, Kıbrıs meselesindeki insani kayıplarla birlikte, bütün maddi ve manevi kayıpları da ele almak, “vesayet”in verdiği zararların boyutunu görmemizi sağlayacaktır.‘Frak eğlenceleri’Hollanda Kraliçesi Beatrix’in Cumhurbaşkanı Gül onuruna verdiği yemeğin renkli kısmında, 25 yıl önce Evren’in İngiltere ziyaretiyle başlayan “frak eğlenceleri” epey yer tuttu. O gezideki Kraliyet yemeğinde giymem için rahmetli Berin Nadi, Nadir Nadi’nin frakını vermişti. O frak zamana fazla dayanamadı, Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı yıl İsveç Kralı’nın yemeği için “kısmi” kiralama yapmıştık. Bu kez Hollanda Kraliçesi’nin yemeği için “tam” kiralama yapmak zorunda kaldık.Gecenin ilgi çeken isimlerinden biri eski Fenerbahçeli futbolcu Pierre Van Hooijdonk’tu, diğeri de birlikte fotoğraf çektirme teklifi alma rekoru kıran Azra Akın’dı.Hollanda Kraliçesi bütün sıcakkanlılığı ile herkesle sohbet etti, ayrılma vakti geldiğinde konukları uğurlarken de her köşeden çıkıverdi. İngiliz ve İsveç kraliyet aileleriyle kıyaslarsak Hollanda Kraliyet Ailesi epeyce “bizim gibi insanlar” görüntüsü veriyor...
Başlığa Türkiye-Hollanda ilişkilerinin en kısa ve açık anlatımı olan cümleyi koyduk. Ama kulağımıza Başbakan’ın grup toplantısı konuşması gelince hızla memlekete döndük.Cumhurbaşkanı Gül ile Amsterdam yolunda yaptığımız konuşmada yer alan bir sözü, çok tartışmalı bir konunun esas mesele için son nokta olabileceğini gösteriyor.Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Talimatnamesi’nin 35’inci maddesi üç darbede de hukuki gerekçe olarak kullanıldı.Silahlı Kuvvetler’e “gerektiğinde seçilmiş hükümeti devirebilirsiniz” diyen bir hukuki metnin varlığı kuşkusuz akıllara ziyan bir durumdur. Ama öyle kullanılmıştır. Son 28 Şubat soruşturması sırasında emekli askerlerin verdiği ifadelerde de benzer şekilde hukuki gerekçe arayışları görülüyor.Cumhurbaşkanı Gül, talimatnamedeki bu maddenin, ne şekilde olursa olsun, Silahlı Kuvvetler’in görevi dışına çıkmasının hukuki gerekçesi olamayacağını söylüyor.Ama Gül’ün önerisi, kendi ifadesiyle “minare düzelmeyeceğine göre” maddenin yeniden yazılması. Hikâyeye göre Mimar Sinan Süleymaniye inşaatının sonuna gelindiğinde, inşaat alanında iki çocuğun konuşmasına tanık olur. Çocuklardan biri diğerine “bak şu minare eğri” demiştir. Sinan hiç bozmaz, işçileri çağırır, minareye halatlar bağlanır, işçiler çekerler. Sinan çocuğa döner, “düzeldi mi” diye sorar, çocuk “tamam” deyince teşekkür eder, halatları çözdürür.Bu hikâye, Gül’ün dediği gibi “maddeyi değiştirirsen kimse için konuşacak bir şey kalmaz” anlamını ifade etmenin ötesinde, “kamu vicdanı”nın her durumda “doğruluk” bakımından tatmin edilmesi gerektiğini de anlatıyor.***Hollanda, radikal milliyetçi siyasetler dışında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinde, çok önde görünmemesine rağmen genel olarak “taahhütlerin yerine getirilmesi ve Türkiye’ye verilen sözlerin tutulması” yönünde tavır alıyor.400 yıl önce, Sultan 1. Ahmet’in Hollandalılara imparatorluk topraklarında serbest ticaret izni vermesiyle başlayan ilişkinin bugünkü görüntüsünde ekonomi önemli bir ağırlık taşıyor.16 milyon nüfuslu Hollanda’da 400 bin Türk yaşıyor ve 300 bini çifte vatandaşlık almış. Geçen yıl Türkiye’ye gelen Hollandalıların sayısının bir milyonun üzerinde olması da “insani ilişki”nin yoğunluğunu gösteriyor.***Ülkelerini Rönesans resminin anavatanı sayan Hollandalıların sanat ve kültüre ilgisinin yüksekliği, 400’üncü yıl faaliyetlerinin bu alanda yayılmasını sağlıyor.Cumhurbaşkanı Gül’ün gezisindeki resmi heyette kültür ve sanat insanlarının taşıdığı ağırlık, konuştuğumuz Hollandalı gazeteci ve diplomatları çok açık olarak etkiliyor.Şu anda İstanbul’da Rembrandt sergileyen Sabancı Müzesi’nin Müdürü Nazan Ölçer, sanat eleştirmeni-küratör Beral Madra, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Genel Müdürü Görgün Taner ile konuşmak Hollandalılara ilginç geliyor.Prof. Günsel Renda’nın alanı sanat tarihi, Doç. Mustafa Güleç de Ankara Dil Tarih’teki Hollanda Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı.Hollandalıları etkileyen bu sanat-kültür heyetinin ağırlığının bir yanında da, önce ikinci vatanı Hollanda’da güzellik kraliçesi seçilmiş olan Azra Akın yer alıyor.Hollanda Kraliçesi Beatrix, “Amsterdam-İstanbul” sergisinde yer alan, Dice Kayek’in Ece ve Ayşe Ege’sinin kostümleriyle uzun uzun ilgilendi, Ayşe ve Ece’yle sohbet edip bilgi aldı, yorumda bulundu, onları kutladı.Gezinin sanatsal yoğunluğun bugünkü gündeminde Cem Mansur’un yönettiği Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası Konseri var.Bu ortamın içinde, sanatın farklı insanları birbirine çok daha kolay ve başka türlü yaklaştırdığı açıkça görülüyor.