Şimdi Ankara’da birçok şahıs, “Ne oluyor bu Amerikalılara, neden girdiler bu Uludere işine” diye soruyordur. Bir cevap buldular, Wall Street Journal’ın kendi hükümetini seçim öncesinde zor durumda bırakmak, yıpratmak için ortaya böyle bir haber attığını söylediler. Buna inanınca ya da inandırılınca da mesele sanki bizden uzaklaşmış gibi oluyor...Gazete gibi gazeteler, “hükümeti yıpratmak” için haber uydurmaz.“Hükümeti yıpratmamak” için de uydurmaz.Wall Street Journal da öyle yaptı, doğruluğuna güvendiği haberi verdi.Tabii ki bu haber Obama yönetimini “yıpratır”, çünkü Amerikan hükümetleri için sivillere yönelik olarak kullanılma ihtimali varsa, silah satma, kullandırma yasağı vardır. Tabii bunu da bizim Ankaralıların kavraması kolay değil. Parayı verir silahı alır, kafana göre kullanırsın hâlinin devam ettiğini sandıkları için kavramaları kolay değildir.***Uludere’de 34 genç insan öldü. Yaptıkları işin cezası ağır silahlarla havadan bombalanıp paramparça edilmek değildi.Aylardır çok açık birkaç sorunun cevabı verilmiyor.“BBG evi gibi izliyoruz”, “istihbaratımız en üst düzeydedir” övünmesi içindeki devlet yetkilileri hâlâ birkaç basit sorunun cevabı vermiyor.1- Bu grubun eylem için sınırı geçen PKK’lılar olduğu bilgisini kim vermiştir?MİT verdi denildi, MİT kesinlikle reddetti. Şimdi Amerikan basının açıkladığı kaynağı da Ankara en üst düzeyden reddetti. Soru basit: Bu istihbaratı kim verdi?2- Grubun PKK’lı olduğuna ilişkin istihbaratı alan kişi bunu hangi yetkililere iletti?3- Bu yetkililerden hangisi “vur” emri verdi?***Ankara’da her zaman devlette her şeyin kayıt altında olduğuyla övünülür. Eğer her şey kayıt altındaysa bunların da bir kaydının olması gerekir.Olaydan sonra bir generalin emekliliğini isteyip ayrılmış olmasının “mesele kapanmıştır” imasıyla ortaya atılması da sadece asıl soruları kuvvetlendirmeye yaradı.34 insanın hayatını kaybettiği bir facianın soruşturması hâlâ “sürüyor” ve en yetkili kişiler olayı tam anlamıyla “unutturma”ya çalışıyorsa durum hâlâ vahimdir, Ankara açısından çok vahimdir.
AKP cenahından başkanlık sistemiyle ilgili “yüklenme” devam ediyor. Son öneri, “önce bir yarı başkanlık deneyelim sonra başkanlığa geçeriz” şeklindeydi.Bu öneri bile, tartışmayı geliştirmek isteyenlerin kendi fikirlerini oluşturmada henüz olsa olsa başlangıç sayılabilecek bir noktada bulunduklarını gösteriyor.Yarı başkanlık denildiğinde Fransa modelini, başkanlık denildiğinde de ABD modelini anlıyoruz.İkisinin arasında önemli farklar var. Sadece kâğıt üzerinde farklar değil, teamüllerle oluşmuş ciddi anlayış farkları da var.Bunlar kuşkusuz tartışılır da, tartışmayı başlatanlar mevcut parlamenter sistemde ne gibi eksikler gördüklerini hâlâ anlatmış değil. Ama şu anda uygulamakta olduğumuz sistemde bilinçli olarak koruduğumuz aksaklıkların neler olduğunu biliyoruz.Siyasi partiler yasasının parlamenter yapıda yarattığı “otokratik” ağırlığı bilmemize rağmen değiştirme iradesini kimse göstermiyor.Seçim yasasındaki yüzde 10 barajın yarattığı temsil eksikliğini de gidermiyoruz.Her ikisi de mevcut sistemin gerektiği gibi işlemesinin önündeki açık engellerdir; ama yine her ikisi, hem parti yönetmeyi hem parlamento grubunu yönetmeyi kolaylaştırmakta, kuvvetli partinin de ağırlığını artırmaktadır.***Son seçim öncesinde siyasi gündemin en önemli maddesi, gerektiği gibi bir yeni anayasa olmuştu.AKP lideri kampanya boyunca açık taahhütte bulundu. CHP lideri de aynı taahhütte bulundu. Kamuoyu ise bu konudaki beklentisi en açık yollarla ortaya koymaya devam ediyor.Meclis’te siyasi partilerin eşit temsil edildikleri komisyonun, uzmanların katılımıyla yazım aşamasına gelmiş olması da ‘bu yıl içinde yeni anayasa’ hedefine ulaşma beklentisini artırdı.Bu ortamda başkanlık, yarı başkanlık tartışmalarına dalmak, anayasa çalışmasına katkıda bulunacak değildir. Tam tersine, gündemde yeni anayasanın önüne bu tartışmanın geçmesi, yeni zorluklar anlamına geliyor.Başkanlık sistemini isteyenler tartışsın. Ama öncelik, mevcut sistem üzerinden gerçekten demokratik sivil bir anayasının bir an önce halkın önüne konulmasıdır.Önce medeni bir anayasamız olsun, mevcut sistemdeki aksaklıkları kendi demokratik mantığıyla düzeltelim, sonra daha köklü tartışmalara girelim.Anayasa meselesi bütün diğer meselelerin üzerindedir ve bu yıl çözülmek zorundadır.
Tam yarım yüzyıldır, ekonomide iflası duyuran, halk için durumun daha da kötüleşeceğinin habercisi olan,kâbus gibi üç harfli bir kısaltma, IMF, hayatımızdan çıkmak üzere.İlk kez 1958’de Demokrat Parti’nin, Menderes’in istediği mali desteği ABD yönetiminden alamamasıyla gidilen bir kapıya dört yıldır gitme ihtiyacı hissedilmedi. Uluslararası Para Fonu’na (IMF) olan borcun kalan son kısmı da önümüzdeki yıl ödenecek ve Türk ekonomisinin dünyadaki yerinin artık bir üst sınıf olduğu tescil edilmiş olacak.Bir zamanlar sol hareketlerin toplantılarında sık sık IMF aleyhtarı sloganlar atılır, IMF ile ilişkinin büyük ekonomik güçlere bağımlılığı gösterdiği anlatılırdı.***AKP hükümeti 2002 seçiminin ardından iktidara geldiğinde, üçlü koalisyon döneminde yaşanan büyük krizle ilgili tavrı çok tartışma konusu oldu. Kemal Derviş’in ekonomi yönetiminin başına getirilmesiyle birlikte çok sıkı bir kemer sıkma politikası uygulanmaya başlanmıştı. AKP bu sıkı ekonomi politikasını devam ettirdi.Sonuçta enflasyonun düşürülmesi, liradan altı sıfır atılması gibi operasyonlar gerçekleşti.Böyle açık olarak ifade edince, “ama” ile başlayan çok sayıda itiraz yükselecektir. Bunlar ekonomi uzmanlarının alanına giren ve Batı’daki ekonomik krizle de bağlantılı olarak hep konuşulacak olan konulardır.İtirazların bir kısmı ise, AKP’nin bütün icraatlarına sarsılmaz önyargılarla bakmaktan kaynaklanacaktır elbette.Siyasi iktidarların her yaptığının doğru olması mümkün değildir. Konumuz yarım yüzyıl sonra IMF’ye borçlu olmaya veda edişimizdir ve bu veda, ekonomide gerçek bir gelişmeyi ifade ediyor.On yıllık bir iktidar döneminin ardından AKP’nin oy oranının hâlâ yüzde 50’nin üzerinde olmasının, önümüzdeki yerel seçimden yine oyunu artırmış olarak çıkacağının belli oluşunun nedenini anlamak için IMF’ye vedanın da anlamını kavramak gerekiyor.***Ekonomide hep sorun olacaktır. Alt sınıfların, çalışan sınıfların sorunları olacaktır.Bu sorunlar için de daha ileri çözümler üretmek siyasetin görevidir.Daha ileri çözümler üretip teklif etmeden IMF’ye vedayı küçümsemek, o üç harfin bu ülke insanları için nasıl bir kâbus ifade ettiğini bilmemek, ülkenin son yarım yüzyılından bihaber yaşamış olmak demektir.
Cumartesi gecesi yaşananlar ilk değil, bu gidişle son da olmayacak. Son olmayacak çünkü, en derinimize kök salmış “çatışma kültürü”nü siyasi ve sosyal hayatımızdan uzaklaştırmaya çalışırken, spor hayatımızda sıkı sıkı koruyoruz.Cumartesi gecesi yaşanan olaylar, son doksan dakikanın ya da birkaç günlük gerilimin sonucu değildir.Futbolu yönetenlerin, kendi güçlerini futboldaki varlık nedenlerinin çok ötesine götürmelerine ve bunu da çatışma kültürünü kullanarak başarmalarına izin verilmesinin sonucudur.Şu anda Fenerbahçe Başkanı’nın ve diğer başka futbol insanlarının hapiste olmaları sonucunu doğuran kanunun adı “şike kanunu” değil “sporda şiddetin önlenmesi kanunu”dur. Bu kanunun, sadece “şike” kısmı, bilinen futbol yöneticilerine uygulandı.***Siyasi partilerin kapatılması meselesini tartışırken, siyasi kurumların değil suç işleyen kişilerin cezalandırılabileceği konusunda fikir birliğine varıyoruz. Buna karşılık futbolda şiddet ortaya çıktığında ceza görenler, insanları suç işlemeye teşvik eden ortamı yaratan yöneticiler değil, kulüpler oluyor.Son olayların ardından yine Fenerbahçe Kulübü, saha kapatma, seyircisiz oynama ve para ödeme gibi cezalar alacak.Haftalardır Fenerbahçe taraftarlarını kışkırtan, olayı spor karşılaşması olmaktan çıkartıp bir hayat meselesi, bir varolma savaşı haline getirenler ceza görmeyecek, yine kulüplerinin başında oturmaya devam edecek.Yasalarımızda “kin ve düşmanlığa tahrik” diye bir suç var. Bu suçu yıllardır işleyerek kendilerine küçük iktidar alanları yaratmış olanlar “şahsen” cezalandırılmadıkça bu suç işlenmeye devam edecektir.Yine cumartesi gecesine gelelim. Futbol Federasyonu kupanın o gece maçtan sonra statta verilmesi kararını aldı.Ve stadın aydınlatması kapatıldı.Bunun cezasını kulübün değil, şahıslar olarak bütün Fenerbahçe Kulübü yönetiminin ödemesi gerekiyor.***Futbolun bu hale gelmesinin sorumluları bellidir. Taraftarları, gözü dönmüş savaşçılara çevirenler de bellidir.Yasalar ve yönetmelikler, doğrudan bu sorumlu kişilere uygulanırsa futbolda şiddetin önlenmesi konusunda bir mesafe almak mümkün olabilir. Uygulanmazsa, aynı şahıslar aynı koltuklarda oturmaya, kendilerini de, futbolu da rezil etmeye, bütün ülkenin keyfini kaçırmaya devam eder.
İstanbul, nüfusu bakımından Türkiye’nin en az beşte büyüklüğünde. Bütün siyasi partiler için İstanbul il örgütleri en önemli il örgütleridir.CHP için de öyledir.Dün yapılan İstanbul il kongresi öncesinde CHP’de kavga çıktı, Genel Başkan Yardımcısı istifa etti.Bu kadar sert bir kavga olmasının siyasi nedenleri bilinmiyor. Fakat Genel Başkan Yardımcısı istifa ettiğine göre, seçilmesini istemediği il başkanı ile çok vahim siyasi ayrılık içinde olması gerekiyor.İstifa kongreden epey önce gerçekleştiğine göre de istifa eden Genel Başkan Yardımcısı, il başkanlığına kimin seçileceğini önceden biliyor olmalıdır.Eğer ciddi bir siyasi ayrılık durumu yoksa, yine yaşanan kavganın sertliğinden şunu çıkarabiliriz ki, kavga konusu olan ‘eski il başkanı partiye büyük kötülükler etti, tekrar seçilirse kötülük etmeye devam edecek...’Kavga bir istifayla durduruldu, ama nedeninin ciddi bir siyasi ayrılık mı yoksa yine vahim bir “kişisel sorun” mu olduğunu kimse öğrenemedi...***Bu olay belli bir siyaset anlayışını gösteriyor.Bir başka siyaset anlayışı da dünkü kongrede yaşandı. Genel Başkan Kılıçdaroğlu konuşmasını yaptıktan, adaylarla birlikte selam verdikten sonra salonu terk etti.Açıklandı ki, “tarafsızlığını” göstermek için oy kullanmayacak.Ülkenin ikinci büyük partisinin genel başkanı, en büyük il örgütünün yönetimi konusunda “tarafsız”dır. Adaylardan hangisinin kendi yönetim anlayışına daha uygun olduğuna, hangi il başkanı ve yönetimiyle partisinin daha başarılı olacağına ilişkin bir fikir ve tercih sahibi değildir. Olsa bile fikrini içinde tutmakta, sandığa bile yansıtmamaktadır.Bir siyasi parti genel başkanı kimlerle çalışacağına dair “kuvvetli” kanaat sahibi olmak ve o kişilerin etkili görevlere gelmesi için “çaba göstermek” zorundadır.Bunun için genel başkandır.Etkili kadrolar “seçmek”, daha iyi çalışacak olanları, kendi siyaset anlayışına uygun olanları işbaşına getirmek için seçilmelerini sağlama yönünde ağırlığını koymak durumundadır.“Kimi seçerseniz seçin, hangi yönetimi getirirseniz getirin, benim için fark etmez” demenin adı “demokratik tavır” değil, “yönetme zafiyeti”dir. Kendi iradesine rağmen başka bir yönetim seçilirse, onlarla da çalışmak “demokrat” bir tavırdır.***Kılıçdaroğlu kongre konuşmasında şöyle demiş: “Sosyal demokratların yeni bir anlayışa, yeni bir düşünceye, bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacı var.”Çok doğru bir tespit. Ama bunun için önce bir “siyasi parti” olmak, siyasi çalışma yapmak ve partiyi o doğrultuda yönetmek gerekiyor.
Futbol güzel bir oyun, zevkle izlemek için fazla bir bilgiye gerek yok. Milyonlarca kişiyi de o sayede kendisine bağlıyor.Bugün bizim de hani neredeyse başka bir derdimiz yok. Akşamı bekleyeceğiz.Beklerken, bu keyifli gösterinin parçası olan herkesten bir isteğimiz var: Ne olur keyfimizi kaçırmayın.Büyük paralarla birlikte kabarmış anlamsız iktidar oyunlarına bu eğlencemizi kurban etmeyin.***Olacak iş mi? Ülkenin en büyük spor kulübünün başkanının hapiste olması herhalde kimsenin hoşuna gidecek bir durum olmamalı.Futbolu yönetenlerin neredeyse her karşılaşma öncesinde birbirleriyle giriştikleri dalaşların, tribünlerde akıl dışı şiddet olaylarına yol vermelerinin de akılla izanla açıklanması mümkün değil.Dünyanın dört bir yanında insanlar çoluk çocuk tribünleri doldurup eğlenirken, bizim insanlarımızın bazılarının savaşa gider gibi hazırlık yapmasının hepimizi ne kadar aşağılayıcı bir hâl olduğunu algılamayan kimileri hâlâ futbolu yönetmeye kalkıyor.***Spor kulüplerini siyasi partiler, üstelik askeri yapıda siyasi partiler gibi gören, o kafayla yönetenler futbol dünyamızı çok kirletti.Spor kulüpleri askeri örgütler değildir, tribünleri dolduranlar asker değildir. Ama birilerinin güç oyunlarını oynayabilmeleri uğruna o hâle getirildiler.İnsanların hâlâ maça gitmekten çekinmesinden utanmayan, karşı takım oyuncusunun da taraftarının da hakemin de “düşman” olmadığını anlatmadığı için ağır görev suçu işlemeye devam eden futbol yöneticilerinin de artık futbol dünyasından gitmesi gerekiyor.***Son cezaların azlığı çokluğu, hâlen tutuklu olan yöneticilerin hukuki durumları ayrı tartışma konuları. Bunların ötesinde önemli olan, futbolu artık başka bir anlayışın, medeni bir anlayışın yönetmesi. Bunun bir zorunluluk olduğunu artık görmüş olmalıyız.Bu akşam maçın sonucu ne olursa olsun, ne olur kimse kimseye saldırmasın. Yenilenler yenenleri içtenlikle kutlasın. Teknik direktörler hakemlere laf etmesin. Tadımızı kimse kaçırmasın.Herkes bilsin ki, futbolu bir savaş alanı olarak değil, keyif alanı olarak yaşamak isteyenler, diğerlerinden çok ama çok daha fazladır.
Başkanlık sistemine geçişin, anayasadaki birkaç maddeyi düzenlemekten ibaret olamayacağını hukukçular ve diğer uzmanlar anlatıyor.Böyle köklü bir değişiklik bütün idari yapının, yürütmenin bütün alanlarının yeniden düzenlenmesini gerektiriyor.Eğer sistem değişikliğinin yararına genel olarak ikna olunur da değişiklik gerçekleşirse bu büyük çalışma yapılmış olur, böylece belki de hayırlı bir iş olarak idari yapıdaki kimi sıkıntılı konular da çözülür.***Ama henüz çözüm bulunamamış bir mesele var. ABD ve Fransa’da birçok kez yaşandı.ABD’de meclisler sürekli yenilendiği için başkanlar zaman zaman, kendilerini destekleyen partinin azınlığa düştüğü meclislerle çalışmak zorunda kalıyor.Fransa’da sosyalist Mitterrand sağcı bir hükümetle çalışmak zorunda kalmıştı. Daha sonra da Chirac ülkeyi sosyalist bir hükümetle yönetmişti. Her iki durumda da başkanlar için hayat epeyce zor oldu. Fransızlar bu durumu ve iki başlı yönetimde de uyum sağlanmak zorunluluğu olduğunu anlatmak üzere “bir arada yaşama” deyimini kullandılar.***ABD de Fransa da kökleşmiş demokratik sisteme sahip olmalarının yanı sıra, siyasette en geniş anlamıyla “çatışma kültürü”nü geride bırakmış ülkeler.Bizim gerçeğimiz ise “çatışma kültürü”nü hâlâ iliklerimize kadar taşıyor olmamız. Bunun da sistem tartışmasında ciddi bir karşılığı oluyor.***Siyasi hayatımızın bir başka gerçeği de şu: Kuvvetli liderler, yukarıya çıktıklarında geride epeyce zayıf düşmüş bir parti bırakıyorlar.Bugünün isimleriyle konuşursak, eğer Erdoğan yeni sistemle, yetkili bir cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya seçilirse, AKP’nin Erdoğan’lı dönemdeki gücünü koruyacağının hiçbir garantisi yok.***Cumhurbaşkanı seçiminde, zorunlu olarak yüzde 50’nin üzerinde oy almış AKP’li cumhurbaşkanı, bir ya da iki yıl sonra CHP’nin çoğunlukta olduğu bir Meclis’le karşı karşıya kalırsa CHP Genel Başkanı’nı başbakan olarak atayacak, bu durumda da hayat herkes için çok zor olabilecektir.Başkanlık sistemini tartışırken, bu ihtimali de iyi düşünmek gerekiyor. Şu anda geçerliliğini koruyan siyaset yapma alışkanlıklarımızın iki yılda değişeceği hayalini kurmuyorsak, konuyu biraz daha itidalle ele almak zorunluluğunu görmemiz gerekiyor.
Bu dalgalar bir türlü bitemedi. “28 Şubat”ın dördüncü dalgasının haberi gelirken, hemen ardından KCK’nın bilmem kaçıncı dalgası geldi. Bu dalgalar gerçekten bıktırdı, Başbakan da “bu kadar çok dalga ülkeyi sarsar” diyerek, yaygın olan bu duyguya katıldığını gösterdi.28 Şubat soruşturmasında, yargının istediği belgeleri Genelkurmay verdi. Batı Çalışma Grubu’nun kurulması talimatını veren ve “çalışma”nın asıl yürütücüleri zaten belli. Bu soruşturmanın dalgalar halinde bol kepçe gözaltılarla yürütülmesini açıklamak zordur. Genelkurmay’ın binasında üst düzey talimatlarla yürütülen bir faaliyetin soruşturmasında emekli astsubayların bile gözaltına alınmasını, evlerinin aranmasını açıklamak da kolay değildir.Emir komuta zinciri içinde yukarıdan verilmiş görevi yapmış, o görev dışına çıktığına ilişkin kanıt bulunmayan asker kişilerin durumunu herhalde soruşturmayı yürütenler bilmiyor.***Bu soruşturmadaki mantıkla gidildiği takdirde, 12 Eylül davasının sanıklarının sığabileceği salon bulunamaz. 12 Eylül davasında cinayet, işkence, kötü muamele gibi suçlar mümkün olduğunca ele alınmalıdır. Ama davayı 28 Şubat soruşturması mantığıyla yürütmeye kalkarsanız, 13 Eylül 1980 sabahı darbeyi alkışlayan herkesi içeri almanız gerekir ki, onları sığdıracak hapishane de bulamazsınız.Bu davaların hepsinin amacı bellidir: Türkiye artık “darbe” kelimesinin bile kimsenin aklına gelmediği, kimsenin “ordu göreve” diye bağırmadığı, hiçbir talebi için kimsenin eline silah almayı düşünmediği “normal” bir ülke olmak zorundadır.“Normal” ülkelerde, bizim hâlâ bitiremediğimiz hesaplaşmalar çoktan yapılmış bitmiş, siyaset ve bütün kurumlar bu “normalliğin” içinde yerlerini almışlardır.Almanya Nazi geçmişiyle, İtalya faşist geçmişiyle, İspanya Frankocu geçmişiyle, Fransa Nazi işbirlikçisi geçmişiyle hesaplaştı ve en önemlisi o günleri tekrar yaşamamanın tedbirlerini aldı.Bizdeki “dalgalar”ın da artık bitmesi gerekiyor. Geçmişle hesaplaşırken, asıl amacın “dalgasız” bir ülke haline gelmek olduğunu unutmamak için de her türlü “intikamcı” duygudan arınabilmek gerekiyor.