Şanlıurfa Cezaevi’ndeki olayın ardından bir sürü rakam ortaya döküldü. Ülkemizin cezaevleri tıka basa dolu, koğuşlar kapasitelerinin iki üç katı insan barındırıyor, birçoğunda asgari koşullar bile sağlanamıyor.Bu sayılar her olaydan sonra ortaya çıkar. Ama her seferinde sayılar biraz daha artar; korkunç koşullar, daha vahim sahnelerle önümüze gelir.Cezaevi kelimesinin kendisi, sık sık öğrendiğimiz bu gerçekleri hızla unutmamıza, çoğu zaman da fazla önemsemememize yol açar. Eninde sonunda konu cezaevidir, topluma karşı, başkalarına karşı suç işlemiş olanların konulduğu bir yeryüzü cehennemini görmezden gelmek kolaydır.***Aslında buralara tıkılanlar sadece başkalarına kötülük etmiş olanlar değildir. Dünyanın medeni hiçbir toprağında suç olmayan fiiller, hatta sözler bizde hâlâ suç olduğu için devlet-yargı ikilisi hâlâ ceza ve tutukevlerine mümkün olduğu kadar çok insan tıkma alışkanlığını korumakta direniyor.Bu ikilinin “tutuklama” merakı sayesinde şu anda cezaevlerinde bulunanların ancak yarısı hüküm giymiş sınıfındadır, diğer yarısı ise hâlâ yargılanmaktadır.Bol kepçe tutuklama merakıyla, yine medeni hiçbir toprakta görülemeyecek derecede uzun süren yargı süreçleriyle birlikte ülkemiz hâlâ cezaevi “yetersizliği” çekmektedir. Adalet Bakanlığı sürekli olarak yeni cezaevleri inşasıyla meşgul.***Cezaevlerinin durumu sevimsiz bir konudur, en küçük bir cezaevi tecrübesi olanlar için ise “Allah düşmanımı bile düşürmesin” denilip geçilecek bir dünyanın adıdır.Ama cezaevleri, içindeki insanlarla, o insanların orada tutuldukları koşullarla bir “gösterge”dir.Toplumsal durumun göstergesidir.Medeni bir toplumun cezaevi de medeni olmak zorundadır.Konu ne kadar uzak, “öncelikler” sıralamasında ne kadar aşağıda sanılırsa sanılsın bizim cezaevi “gerçeklerimiz” birçok sıkıntımızın aynalarından biridir.Öyle bir ayna ki, fikir suçlarından başlar “üç çocuk” tartışmasına kadar gider.Yargı sisteminin genel hâlinden başlar, cinsellikle ilgili suçlarda hâlâ gözünü kapayan “köylü ruhu”nun yansımalarına kadar gider.
Cumhurbaşkanı Gül’ün tekrar aday olmasını sağlayacak Anayasa Mahkemesi kararının üzerine doğal olarak, iki yıl sonrasının senaryoları ortaya çıkmaya başladı.Bir tarafta, cumhurbaşkanı seçimi üzerinden AKP’nin “bölünme” senaryosu en hızlı şekilde tedavüle konuldu. Bu aşırı umudun sahipleri, hem Gül’ün hem Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olacağına ve bölünmenin bu yolla gerçekleşeceğine bel bağlamış durumdalar.Gelecek seçimde AKP’nin ana kadrosundan çok sayıda isim milletvekili adayı olamayacağı için genel başkan adaylarının sayısı da doğal olarak çok azalıyor. Birçok deneyimli AKP’linin büyükşehirlerde belediye başkanı olarak siyasete devam etmeleri gerçekleşse de bu kadro kaçınılmaz olarak merkez siyasetin dışında kalmış olacak.***Cumhurbaşkanı seçimi ile genel seçim arasında bir yıl olması nedeniyle, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması halinde Gül’ün başbakan olmasındaki “teknik” zorluk da başka senaryolara yol veriyor.Ancak bu “teknik” zorluk, istenirse kanunla çözülebilir. Meclis’te bir istifa, bir kanun değişikliği ve “ara seçim”le Abdullah Gül Meclis’e gelebilir ve başbakanlık görevini alabilir. Bu formül, 2003’te Erdoğan için işlemiştir ve kimse itiraz etmemiştir.Bir senaryo da Gül’ün Çankaya’dan ayrılınca bir yıllık süreyi AKP genel başkanı olarak geçirmesi, bu arada AKP’nin “ağabey”lerinden birinin bir yl başbakan olmasıdır.***Bunlar tabii ki şu anda ilk akla gelen, bu yüzden de hemen dile getirilen senaryolardır. Hem Gül’ün hem Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olmaları ve AKP’nin büyük bir sarsıntı geçirmesi aslında senaryodan çok, gelecek seçimde de AKP’yi sandıkta yenme umudu olmayanların aşırı “temenni”sidir.Bir zamanlar Demirel-Ecevit, Yılmaz-Çiller çatışmalarının yarattığı akıl tutulmalarının işaretini bu kadro bugüne kadar vermedi, vermesi için de bir neden görünmüyor.Yine de geçmişin sıkıntılı deneyimleri dolayısıyla, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasıyla, hem AKP’nin hem hükümetin yenilenmesi “siyasi istikrar”la ilgili soru işaretlerini sıfırlamıyor.Önümüzdeki dönem ne kadar siyasi senaryo üretilirse üretilsin; soru işaretlerinin en aza inmesi, geçişin tarzının ve isimlerin mümkün olan en erken zamanda açıklanmasından geçiyor.
Cumhurbaşkanını halkın seçmesi kuralına geçilmesi, sistemle ilgili bir değişiklik değildi. AKP’nin adayının, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına karşı olan “askeri vesayet”in karşısına halkın çıkarılması için böyle bir yol bulundu. Halk da sandıkta bu yöntem için değil, “halkın iradesinden, siyasetten elinizi çekin” demek için oy kullandı.Cumhurbaşkanının doğrudan halk oyuyla seçilmesine ilişkin kanunda, Abdullah Gül “tarif” edilerek “ikinci kez aday olamayacağının” belirtilmiş olması da AKP’nin geleceği ve Erdoğan’a Çankaya yolu önünde hiçbir pürüz kalmamasının sağlanması olarak görüldü.***Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla 2014’te cumhurbaşkanını halkın seçmesi kesinleşirken Abdullah Gül’e de tekrar aday olma hakkı verilmiş oldu.2014’te, başkanlık sistemi tartışmasının sonucu ne olursa olsun Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olacağına kesin gözüyle bakılıyor.Erdoğan’a, AKP tüzüğündeki “en çok üç dönem milletvekili seçilme” kuralını değiştirmeme kararında ısrar ederse, siyasete ancak Çankaya’da devam etme yolu kalıyor.Anayasa Mahkemesi tekrar aday olma hakkını vermeseydi, Abdullah Gül’ün siyasi hayatının 2014’te sona ermesi de büyük olasılıktı.***Gül, Çankaya’daki beş yılında kapanmamış, önemli siyasi konularda tavır almış, demokrasi konusunda taraf olmaktan çekinmemiş, halka ilişkisini de kesmemiştir.Erdoğan ve Gül, AKP’nin kuruluşundan beri uyumlu çalıştıkları fikrini zedeleyen herhangi bir görüntü vermiş değillerdir. Anayasa Mahkemesi’nin kararı da kaçınılmaz olarak Putin-Medvedev formülünü çok kuvvetli bir şekilde gündeme getirmiş oluyor.***Erdoğan’ın halk tarafından cumhurbaşkanı seçilmesiyle, AKP’nin genel başkanlığına ve başbakanlığa Abdullah Gül’ün gelmesine AKP’ye mesafeli çevreler bile sıcak bakacaktır.Üçüncü iktidar dönemindeki AKP’nin ihtiyaç duyduğu bir “üslup yenilenmesi”, Çankaya’daki Erdoğan ile başbakanlıktaki Gül’ün kuracakları yeni yapılanmayla gerçekleşebilecektir..CHP de, cumhurbaşkanı seçimi kanununu Anayasa Mahkemesi’ne götürmekle, siyasette faydalı bir ufuk açılmasını sağlayarak olumlu bir iş yapmış oldu.
AKP hükümetinin Kürt açılımı- demokratik açılım-kardeşlik açılımı hamlesinden itibaren birçok kez “çözüme çok yakınız” duygusu toplumda umut dalgaları yarattı.“Şimdi gerçekten çok yakındayız” sözünün aktardığı iyimserlikler her seferinde görünmez ya da bilinir ama söylenmez duvarlara çarptı. Kürt siyasetinin önemli isimlerinden biri Leyla Zana’dır. Dünkü Hürriyet’te yayınlanan konuşmada Zana’nın söyledikleri, 1991 krizinden bu yana nereden nereye gelindiğini de gösteriyor.***Leyla Zana’nın “bu işi Erdoğan çözer” sözü, çözümden korkanlar kanadında yine “ihanet ittifakı” çığlıklarının yükselmesine yol açabilir. Onların işi demokratik çözüm yolunda her adımı engellemek, kısıtlı demokrasi ve mutsuz insanlar ülkesinde varlık ve etkinliklerini korumaya çalışmaktır. Bunlar olacaktır. Ama artık olmaması gereken, bu korku çığlıklarından etkilenmektir.***Kürt kelimesini telaffuz etmenin devletin güvenliğine saldırı sayıldığı günlerden, Kürtçenin ortaöğretimde seçmeli ders olduğu günlere gelinmesinin anlamını Kürt siyaseti de görüyor.Leyla Zana “bu işi Erdoğan çözer” derken; AKP hükümeti döneminde sağlanan demokratik gelişmelerin sürmesiyle ilgili güveni dile getirirken, Türkiye’nin Kürt vatandaşlarının yarısının AKP’ye oy verdiğini de hesaba katmaktadır.***Bu manzaranın kara noktası ise hâlâ devam eden KCK operasyonlarının bir siyasi baskı olarak algılanmasıdır ki haksız bir algı da değildir.Zana, silahların susması yolunda iki “siyasi” maddeyi açıkça söylüyor. Bunlardan birincisi ve asıl önemli olanı “yerel yönetim”lerin güçlendirilmesi konusudur. Güçlü yerel yönetimler sistemi, bugünün demokrasi anlayışında etkinliği ve faydası görülmüş bir sistemdir. Bu meselenin ayrıntıları da tartışılacaktır.***Silahların tümüyle susması aşamasının bir öncesinde hâlâ Abdullah Öcalan’ın durumu bulunuyor.“Bu işi Erdoğan çözer” sözünün içinde bu konu da vardır.Öcalan’ın “eve çıkması”nı ya da PKK’nın kendini lağvettiğini ilan etmesiyle birlikte bir başka ülkeye gönderilmesini de güçlü bir siyasi irade, halkının güveninden kuşkusu olmayan bir siyasi irade çözer.
Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümüyle ilgili olarak Devlet Denetleme Kurulu’nun hazırladığı raporun ana hatları korkunç şüpheler taşıyor.“Şüphe” kelimesi raporda yer aldığına göre, araştırmayı yapanlar bazı kesin kanaatlere ulaşmış olmalıdır.Özal’ın ANAP’ın başından ayrılarak Çankaya’ya çıktığı dönem çok sert çatışmaların yaşandığı ve ülkenin ruhen bu çatışmaların daha da sertleşmesini beklediği bir dönemdi. Özal’ın ayrılmasıyla ANAP ciddi bir inişe geçmişti. 1991’de iktidara gelen Demirel - İnönü koalisyonu zayıftı. Merkezdeki inişe, merkez soldaki bölünme ve çatışmalar eklenince Erbakan’ın liderliğindeki siyasi İslam büyük bir boşluk yakalamış oldu.***Özal, cumhuriyet tarihinde üzerine silah sıkılmış ilk başbakandır. Suikast girişimini küçük bir yarayla atlatmıştır, ama bu girişimin perde arkasını değil ortaya çıkarmak, aralaması bile mümkün olmamıştır.Özal’dan sonra gelen hiçbir iktidar sahibi de bu suikastın aydınlanabilmesi için harekete geçme zahmetine girmemiştir.Özal’ın ölümünün ardından bazı iddialar ve soru işaretleri ortaya atılsa da, bunlar daha çok aile ve yakınları çevresinde kalmış, resmi araştırma ve soruşturmalara konu olmamıştır.Başbakanlığı sırasında üzerine sıkılan silahın ardında ne olduğunu ortaya çıkarmayı başaramayan ve susan Özal, herhalde “iktidarının sınırları”nı da biliyordu. Biliyordu ki bu suikastı “kurcalamama”yı tercih etti.***O dönemin iktidar yapılanması içinde Turgut Özal gibi “büyük düşünebilen” bir siyasi herkese fazla geliyordu. Özal’sız bir hayat Ankara için çok daha kolay bir hayattı.Kürt meselesinin çözümüne kafa yoran, “Anadolu Federasyonu” gibi bir “büyük hayal”i konuşmaya çalışan bir siyasi, Ankara için kâbus gibi bir şeydi.Ankara, Özal’dan “kurtulduğu” için suikastı unutmayı seçtiği gibi, ölümüyle ilgili iddialara da kulağını tıkadı. Demirel şöyle demişti geçen hafta: “Asılmış bir başbakanın odasında, darağacının gölgesinde görev yaptım.”O darağacının gölgesini yok etmeyi düşünmeyen siyasiler Özal’ın şüpheli ölümünün gölgesini de görmemeyi seçtiler.Şimdi, Özal’ın şüpheli ölümüne dair rapor savcılığa gidecektir, o siyasiler bir kez daha ifade verecektir.Belki bu kez ülkelerinin geleceğinde hiçbir darağacı gölgesinin, hiçbir şüpheli ölümün olmaması için katkıda bulunurlar.
Yeni anayasa için yola çıkılırken, yaygın talebe uygun olarak bazı nitelikler sıralandı. İlk kez “vesayet” altında hazırlanmayacak bu anayasanın tanımı bellidir: Çağdaş olacak, demokrat olacak, önceliği devletin korunması değil vatandaş haklarının, insan haklarının korunması olacak, bütün eşitsizlikleri kaldıracak, bütün özgürlükleri güvence altına alacak.Meclis Komisyonu yazım aşamasına geçerken, ortaya çıkan “başkanlık sistemini tartışalım” önerisi giderek daha da kuvvetlenen bir iradenin işareti.AKP’den gelen sesler, yeni anayasa ile köklü bir sistem değişikliğinin iktidar partisi içinde kabul gördüğüne kuşku bırakmıyor.***Başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerine geçiş, merkezi idare yetkilerinin başkan ve hükümet arasında paylaşımıyla bitecek bir süreç değildir. Bu sistemlerin dengeli bir yapı olarak işleyebilmesi için sistemin bütününün elden geçirilmesi gerekiyor.Şu anda AKP tarafından gelen “tartışalım” önerisinin de daha çok, ana sistemin değil, içe-riğin tartışılmasına yönelik olduğu görülüyor.Bugünkü sistem üzerine medeni bir anayasa yapılırken, Erdoğan ve çevresinde baskın hale gelen başkanlık sistemine geçişin de aynı anda gerçekleştirilmesi görüşünün ağır bastığı anlaşılıyor.Yeni anayasa bir kez yapıldıktan sonra tekrar ele alınarak, başkanlık sistemine ikinci bir aşamada geçilmesi, en az iki yıllık yeni bir süreç anlamına geleceği için, AKP’nin merkezi, “tek kalemde çözme” yoluna gitme eğiliminde.***Yeni anayasayla başkanlık veya yarı-başkanlığa geçişte AKP’nin ısrar etmesi halinde muhalefet partilerinin herhangi birini yanında bulması çok çok zayıf bir olasılıktır. Bunu AKP’nin tepesinin bilmediği düşünülemeyeceğine göre, büyük bir siyasi çatışma ve yeni anayasanın bir “demokratik mutabakat”ın ürünü değil, “AKP’nin anayasası” olması göze alınmış demektir.Bu yolun ucundaki tehlike, büyük tehlike, başkanlık sisteminin halk onayını da alması uğruna anayasanın “demokratik” içeriğinin törpülenmesidir. Türkiye ilk kez medeni ve sivil bir anayasaya çok yaklaştı, bu fırsatı heba etmenin açıklanması da zordur, faturası da ağır olur.
CHP’nin adımıyla başlayan çözüm için işbirliği hamlesinin ardından, “çözüm korkusu”nun tek sahibi olarak MHP kalmış gibi görünüyor. Kamuoyunun geniş bir şekilde bu işbirliği hamlesine destek vermesi de MHP’yi öfkelendiriyor.Bu tepki doğaldır, terör var oldukça, yarattığı öfke ve acı MHP’ye belli bir kitlesel destek sağlamaktadır.MHP’nin bugünkü siyasi pozisyonunda durabilmesi ve yüzde 10’un üzerinde bir oy oranına ulaşabilmesi için diğer uçtaki PKK da bugünkü hâliyle var olmalıdır.***Kılıçdaroğlu’nun Başbakan Erdoğan’a giderek “demokratik çözüme katkı” adımını atması ve karşılıklı işbirliği yollarının açılması anlaşması, sadece MHP’yi zor durumda bırakmadı.CHP’nin içindeki “ulusalcı” veya milliyetçi-devletçi yapı da kendi siyaset anlayışına uygun olarak demokratik çözüm çerçevesinde yer alan her girişime hep karşı tavır almıştır.Şu anda onların umudu, Kılıçdaroğlu ve/veya Erdoğan’dan gelecek bir yanlış adımla sürecin tıkanması ve “biz söylemiştik” diye ortaya çıkabilecekleri bir ortama dönülmesidir.Zorda kalan muhafazakâr-devletçi yapılar arasında, Erdoğan’ın partiye tam hâkimiyeti dolayısıyla kendi başına ortaya çıkamayan bir AKP’li “çevre” de vardır. Bu “çevre” görevdeki İçişleri Bakanı’nın üslubuyla kendisini belli ediyor.***“Çözüm korkusu” hattındaki bu yapıların dışında BDP de “zorda kalanlar” arasında yer almaya devam ediyor. BDP’nin “demokratik çözüm” konusunda “korku” hattında bulunduğunu söylemek haksızlık olur.Ancak Başbakan ile ana muhalefet liderinin yarattığı iyimser iklime katkıda bulunmak konusunda BDP’de “katılımcı” bir tavır henüz açık olarak ortaya çıkmış değil.BDP’nin “bekleme” hâli, şu anda Kuzey Irak’ta yürütülen çalışmalara bağlı olabilir. Ancak BDP’nin açık bir “işbirliği” yönünde irade göstermesi, Kuzey Irak Kürt liderlerinin yürüttüğü çalışmaya da olumlu katkı sağlayacaktır.MHP ve CHP’nin “ulusalcı”ları “çözüm korkusu” hattında birlikte çalışabilir. Ama BDP’nin bu hatta görünmeye, bu hatta yakın olduğu izlenimi vermeye hakkı yoktur.Türk toplumunun büyük kesimi gibi Türkiye’nin Kürt vatandaşlarının büyük çoğunluğunun da “çözüm korkusu”nu geride bıraktığını görmesi, BDP’ye seçimini yapmakta kolaylık sağlayacaktır.
Özel yetkili mahkemeler sisteminde değişiklik haberleri farklı tepkilere yol açtı. Bunlardan biri, sürmekte olan darbe ve bağlı terör faaliyetleriyle ilgili davaların “tavsayacağı” kuşkusudur.Demokratik hukuk mantığının “özel yetkili” ve benzeri yargı düzenlerinin işleyişiyle ilgili olarak, kuşkusu her zaman vardır. “Doğal yargı” düzeninin dışına çıkan her uygulama kaygı yaratır ve bugüne kadar bütün örnekler bu kaygıların haklılığını da göstermiştir.Ergenekon adı etrafındaki bütün soruşturma ve davalardaki bazı uygulamalar da üç yıldır tartışılıyor. Uzun tutukluluk durumları da bu vesileyle gündeme geldi. Ancak “uzun tutukluluk” ya da mahkemelerin tutuklama kararlarındaki “bol kepçe” alışkanlığı bugünün “özel yetkili” düzeniyle ortaya çıkmış bir sorun değildir.***>Hükümet kanadından gelen bazı açıklamalar ve Adalet Bakanlığı’nda bu konuda bir çalışma yapıldığına ilişkin haberler üzerine Ergenekon davalarında bir tür “tavsama” kuşkusunun ortaya çıkması anlaşılır bir durumdur.Bu kuşkuyu dile getirenler, aslında açık söylemeseler de AKP’nin bu davaların buharlaşmasını sağlayacak bir “uzlaşma” peşinde olup olmadığı sorusunu gündeme getirmiş oldular.Elbette bir “uzlaşma” olacaktır. Ama bu uzlaşma noktası “tavsama” ya da bazı olayların üstünün örtülü kalması üzerinde olamaz. Uzlaşma noktası, “siyasete zor kullanarak müdahale” anlayışının ortadan kalkması noktasıdır.AKP hükümetinin CMUK 205’nci maddede yapacağı düzenlemenin siyasete zor kullanarak müdahale heveslerini diriltme sonucunu yaratması şu anda aşırı bir hassasiyet gibi görünüyor.Bu aşırı hassasiyetin kaynaklarından biri de, hâlen tutuklu kimi asker kişilerin bazı konuşmalarının ortaya çıkmış olmasıdır.***Ergenekon davaları “tavsayamaz.” Bu soruşturma ve davaların hedefi belliyse ve bu hedef yolunda onca mesafe alındıysa, kimsenin, hiçbir siyasi gücün davaları akamete uğratma hakkı yoktur.Bu davalar düzgün bir şekilde tamamlandığında, “darbe” kavramının gündemimizden çıkmasına çok yaklaşmış olacağız.