Yalıda bir gece

Haberin Devamı

Geçen gün tuhaf rüyamı anlatmıştım ya. Hani MİT beni dinlemeye almış da sonra en rezil muhabbetlerim gazetelerde çarşaf çarşaf çıkmış da...

Hah bir rüya daha gördüm: Boğaz kenarında muhteşem bir yalıda yemeğe davetliymişim. Kuaföre gitmişim saçlarımı yaptırmaya. Kuaför “saçlarınız çok tekdüze, gelin bir iki balyaj atalım” diyor. Şapşal Mutlu “olu-uur” diyor. Sonra kuaför beni alüminyum folyolara sarıyor. Ve beni unutuyor. O saçlarım hafiften yanıyor. E madem davet var, fön çekelim diyor. Bukle yapıyor. Fakat düz kalmak konusunda yemin etmiş saçlarım yüzünden o bukleler ben eve gidene kadar açılıyor. Ama tam da açılmıyor ve yataktan yeni kalkmış insan görünümü arz ediyor. Yıkamaya ve kurutmaya vakit yok, koşa koşa Rumelihisarı’na gidiyorum ve beni karşıya götürecek tekneye biniyorum. Binerken çorabım bir yere takılıp kaçıyor. Bu arada şıklık adına adam gibi giyinmediğim için atipik duktal hiperplazi’me kadar donuyorum. Burnum bir adet pancara, üstelik de musluk gibi akan bir pancara dönüşüyor...

***


Bu seferki rüya değildi. Salı günü, patronumuz Erdoğan Demirören ve eşi Tülin Hanım, Vatan ve Milliyet’in köşe yazarlarını Anadoluhisarı’ndaki yalılarına davet etti. Kedi kedi olalı ben de ilk defa ciddiye alındım. Veya bana öyle geldi.

Şimdi hiç öyle “ben yalılarda büyüdüm anacım, hiç etkilenmedim” nümerolarına yatacak değilim. Müzeleri ve otelleri saymazsak, hayatımda ilk defa “ev” olan tarihi bir yalıya gidiyordum.

Çok ama çok güzel bir yalıydı. Soğuk hava yüzünden bahçenin güzelliğinin tadını çıkaramadık ama belli ki yüzyıllardır burada çeşitli ailelerin çok mutlu hayatları olmuş. Osmanlı’nın son yüzyılı hayal bile edemeyeceğimiz kadar renkliymiş. Demirörenler’den evvel ona yakın ailenin mülkü olmuş yalı. Sonra yanmış ve Demirörenler yeniden aynısını yapmış.

Bizi alt kattaki büyük salonda ağırladılar. Küçük bir Dolmabahçe Sarayı gibiydi. Duvarların hepsi dev yağlıboya tablolarla kaplıydı. Can Dündar’la ayaküstü konuşurken baktım arkamızdaki tablo Ayvazovski’nin tablosuydu. Hani biri eşek şakası yapsa ve ben korkup, ürküp elimdeki kadehi havaya atsam... O da gidip duvara çarpsa... Kadeh kırılsa... Cam parçacıklarından biri Ayvazovski’nin narin fırçasının 150 yıl önce değdiği kanvası delse...

Felaketim olur, ağlardım herhalde elimde “işten çıkarılma” belgemle...

Neyse ki ortam eşek şakası ortamı değildi. Ayvazovskiler de benim iş akdim de sağlam kaldı.

Fakat durumum trajik. Saçlar yataktan çıkma model, burun ısrarla pancar ve çorabın kaçığı da yukarı çıktıkça çıkıyor.

Yapacak bir şey yok, bari çorap skandalı devam etmesin diyorum ve ithal moda gurutellamız İvana Sert’in tavsiyesine uyuyorum. Kadın her gelene “corab oomass.. corab oomass” demiyor muydu? Bir bildiği vardır dedim ve tuvalette çorabımı çıkarttım.

Ve bir kez daha anlıyorum ki Rus kadınları sadece ince, uzun ve çok güzel değiller aynı zamanda sinirleriyle beyinleri arasındaki iletişimi kesme yeteneğine sahipler. Veya Osmanlı-Rus savaşı devam ediyor ve bizi yok etmek istiyorlar. Zira ayaklarım hiç o kadar üşümemişti. Neredeyse Sarıkamış faciası devam edecekti ve 80 bin artı bir olacaktı.

Yemek gayet başarılıydı. Lezzetli ve doyurucu bir açık büfe vardı. Utanmasam ayvalı kereviz tarifini şeften alacaktım ama tuttum kendimi. Bir yanımda Cengiz Aktar, öbür yanımda Can Ataklı, geyik çevirdik durduk.

Derken gitme vakti geldi. Ben tabii çorapsız çorapsız imkânı yok Boğaz’ı geçemezdim, acilen tuvalete tekrar giymeye gittim.

Çıktığımda herkes gitmişti iyi mi!? Ben gecenin saftiriği olarak öyle kalakaldım. Erdoğan Demirören’in eşi Tülin Hanım bana merhamet etti ve tekne gelene kadar çay içmeyi teklif etti. Sona kalan sefil fare olarak yanına iliştim.

Böyle bir ortamda sorulabilecek en zırva soruyu sorduğuma hâlâ inanamıyorum. Sanattan konuş, havalardan konuş, edebiyattan konuş.. Ama ben ne yapıyorum? Tipik bir orta sınıf Türk ailesinin kızı olarak “buranın ısınması da zor oluyordur” diyorum iyi mi?

Hey Allahım! Hey güzel Allahım!

Hayır işin komiği şu: Demirörenler doğalgaz işindeler. Yani bu konuda sıkıntısı olabilecek son aile.

Allah’tan Tülin Hanım cana yakın bir hanım da densizliğimi yüzüme vurmuyor, tatlı tatlı cevap veriyor.

Hâlâ gülüyorum kendime. Biz Türkler’i neden bir yerin ısınıp ısınmaması bu kadar ilgilendiriyor bilen var mıdır?

Cehenneme gitsek, korkarım orada da zebaniye aynı soruyu soracağız: “Abi çok odun gidiyor mu?”

DİĞER YENİ YAZILAR