Erivan
İki gündür Erivan’dan Ağrı’yı görmeye çalışıyoruz... “Bir gösterse kendini.. Hakikaten çok etkileneceksiniz” diyor rehberimiz Armen ve Katar. Fakat yazık ki hava çok puslu, heybetli dağ kendini bir türlü göstermiyor. “Görünse şurada olacak” diye bir boşluğu gösteriyor Katar.
Her ev onu görmek istiyor. Her otel Ağrı yani Ararat’ı görüyor diye reklamını yapıyor. Her dükkânda, her işyerinde, her restoranda, her sanat galerisinde ve galiba her evde Ağrı’nın bir fotoğrafı, bir yağlı boya resmi, bir illüstrasyonu bulunuyor. Anlıyorum ki İstanbul için Boğaziçi ne demekse, Erivan için de Ağrı Dağı o demek. Erivan’ın boğazı Ararat... Bu şehir Ararat (Ağrı) Dağı için yaşıyor sanki. Tek tanrılı olmasalar, Allah’a inanmasalar, mutlaka Ararat’a taparlardı.
Dağ kendini öyle kolay kolay göstermiyormuş. Nice filmci, fotoğrafçı haftalarca beklemiş de eli boş dönmüş.
“Yok burada dağ mağ! Yalan söylüyorsunuz!” dedim sonunda, rehber kız gülmekten katılacaktı. Ha bire aynı boşluğa bakıp duruyoruz.
Akşama doğru, gün batarken en tepesini gösteriyor bize Ağrı/Ararat. Ahhh.. İşte o zaman anlıyorsun niye bu kadar seviyorlar bu dağı diye.. Bulutların üzerinde yüzüyor gibiydi... Cennet gibi...
Dünyayı kadınlar kurtaracak derim ya hep... Yine aynı şeyi düşünmeden edemiyorum.
Ermenistan’da sokaklarda dolaşırken tedirginlik hissediyordum. Zira bu ülke “soykırımla” yatıp kalkıyor. Aradan neredeyse 100 yıl geçti ama 1915’te uğradıkları büyük katliamın acısını dün olmuş gibi yaşıyorlar ve yaşatıyorlar. Türkiye, dünyanın düz olduğunu iddia edercesine olanı biteni inkar ettikçe, trafik kazası muamelesi yaptıkça da kinleri artıyor.
Alnımda Türk olduğum yazmıyor elbette ancak yine de şehirde dolaşırken tedirginlik hissetmeden edemiyordum. Biri çıkıp da “ne işin var burada?” dese, onu demedi hadi ama sitemli bir bakış atsa ben ne der ne yapardım? “Ben bu aptal inkar politikasından utanç duyuyorum, imzamı da attım nitekim, gereksiz yerlerden gerekli lanetimi de yedim, ne Ermeniliğim, ne Rumluğum kaldı” desem ne olacak ki.. Bizim birbirimizi DE yiyip bitirdiğimize inanır mı ki?
Allah için kimsenin ne bir kem bakışını ne de sitemini aldım. Ama tedirginliğimi de üzerimden atamıyordum...
Ta ki buranın “kapalı pazarı”na gidene kadar. Taze sebze meyvenin satıldığı Sovyet usulü koca bir bina. Niyetim “aveluk” almaktı. Türkiye’ye gelince arkadaşlarıma yemek pişirmek istedim. Aveluk da bir çeşit ot. Kurutuyorlar sonra haşlayıp tekrar hayata döndürüyorlar. Soğanla kavrulunca çok güzel bir meze oluyor. Gittiğimiz her iki lokantada da çıkardılar, çok hoşuma gitti bu yasemin kokulu ot. Bu arada pazara gidince anladım ki Ermenistan’da HER ŞEY kurutuluyor. Reyhan, maydanoz, dereotu, tere, kişniş...
Pazarın en dibinde bir teyzeden yaptım alışverişimi.. Rehberimiz Armencan’ın yardımıyla teyzeden yemek tarifleri alıp dururken teyze nereden geldiğimi sordu. Eyvah kesilecek şimdi yemek tarifleri derken teyze yüzüme baktı, ellerimi tuttu ve “buraya daha sık gelin” dedi. “Buna bir çok açıdan ihtiyacımız var”.. Ve sonra torbama bir demet daha kurutulmuş ot attı. Parasız.
Teyze ne demek istedi? Tam olarak bilmiyorum.
Geçen gün Ece Temelkuran’ın kitabını yanlışlıkla “Ağrı’nın Ağırlığı” diye yazdım. Doğrusu “Ağrı’nın Derinliği” olacak.
Sonra neden bu hatayı yaptım diye düşündüm. Çünkü Türkiye, Ermenistan, 1915 denince hissettiğim tek duygu “ağırlık”.
Belli ki pazarcı teyze için de “ağırlık”. Kurutulmuş otlar gibi kurutulmuş anılarından da kurtulmak istiyor belki.
Başbakanımız 1938 Dersim olayları için “katliamdı” demiş dün. Devlet adına özür dilemiş canına kıyılan 13 bin 500 insan için.
Olabiliyormuş demek ki..
Dersim’i bombalayan pilotlardan biri de Sabiha Gökçen biliyorsunuz. Şimdi havaalanın isminin değişmesini talep ediyorlar.
İzmir’deki Talat Paşa Bulvarı’nın ismi ne zaman değişecek?