Yakup Öztürk, Mustafa Arıcıoğlu ve Fuat Özçelik. Bu üç isim size, muhtemelen hiçbir şey ifade etmiyor.
Şimdi edecek...
Bu üç kişi, Malta bandıralı bir Yunan gemisinin 18 kişilik mürettebatının içindeki Türk vatandaşları.
M/T OLIB G adlı gemi, hurdaya çıkarılmak üzere Hindistan’a giderken, 8 Eylül 2010 tarihinde, Aden Körfezi’nde Somalili korsanlarca kaçırıldı. Yani neredeyse bir yıl önce.
Aileleri, Yakup Öztürk, Mustafa Arıcıoğlu ve Fuat Özçelik‘ten en son üç ay kadar önce haber aldı.
İşkence gördüklerini, korsanların istediği fidye ödenmezse, üç gün içinde öldürüleceklerini söylediler. Sonrası ise büyük bir sessizlik, belirsizlik ve kahır dolu bekleyiş.
Yeri uydudan takip edilebilen ve belli olan geminin sahibi Yunanlı firmanın yetkilileri, korsanların temsilcileriyle temas halinde.
Konu ilk günden beri Dışişleri Bakalığı’nın da gündeminde ama 11 aydır hiçbir sonuç yok ve Türk mürettebatın akıbeti hâlâ meçhul.
Türkiye şimdi Somali’ye yardım konusunda neredeyse dünyaya liderlik yapıyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu ülkeyi de kapsayan bir dış geziye hazırlanıyor.
Aileleri gibi ben de Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nin, dünyanın neresinde olursa olsun zor durumda olan insanlara yardım elini uzatırken, kendi vatandaşını ölüme terk edeceğine inanmıyorum.
İnanmak istemiyorum...
Ben ‘Karate Kid’, twitter ‘Miyagi San’
Hepimiz ‘kid’iz sonuçta.
Hayat da hep ‘karate’ bir anlamda.
Sürekli ‘mücadele’ etmek zorunda kalan ‘çocuk’lar olarak; dönem dönem farklı ‘Miyagi San’larımız oluyor.
Benim son ‘öğretici’m, son ‘hoca’m twitter.
Şaka yapmıyorum...
Bakın neler öğreniyorum ben twitter’dan:
- Okuduğunu anla(ya)mayan, yazdığı anlaşıl(a)mayan insanları yok saymak en iyisi.
- Görüşlerini gerçek adıyla yazacak cesareti olmayan ama cahil cesaretinde nirvanaya ulaşmışları ciddiye almamak en sağlıklısı.
- Sokakta gördüğünde, yüzüne karşı her türlü yalakalığı yaptığı insanlara; klavyenin başına geçtiğinde atıp tutanların bu iki tutumuna da itibar etmemek en doğrusu.
- Hakaret, hatta küfür etmeyi marifet sayan ve ancak böyle var olduğunu hissedenlere, görmedikleri müstehzi bir tebessümle yanıt vermek en rahatı.
“Bu yaşa gelmişsin, bunları bilmiyordun da twitter’dan mı öğrendin?” demeye hazırlananların hevesini kursağında bırakayım hemen.
Cevap veriyorum:
Biliyordum da, sağlamasını yapıyorum twitter üzerinden...
Şu bizim ‘kol sentır’lar
Çağrı merkezlerinde (call center) çalışanlara sözüm...
Dünyanın en zor işlerinden birini yapıyorsunuz.
Mesai verdiğiniz fiziksel ortamlar bir yana, hattın diğer ucundaki ‘çeşit çeşit’ insanla uğraşmak ‘kâbus gibi’ olmalı.
Biri söylediğinizi anlamaz, öteki emir kipiyle konuşur, diğeri ‘sen’ diye hitap eder, beriki bağırır, hemen hiçbiri teşekkür etmez...
Kim bilir daha neler var... Yüzlerce insanla uğraşıyorsunuz her gün. Bazısına gülüp geçebiliyorsunuzdur da, bazısı sinirden ağlatır insanı.
Empati yapıyorum, yerinizde olmak istemezdim.
Yazıyı burada bitirsem, kesip ya da çıktısını alıp ofislerinizin duvarına asarsınız biliyorum.
Ama bitmedi.
Yukarıdakilerin hepsi tamam.
İşiniz gerçekten çok zor. Hatta çekilmez.
Fakat siz de bizim yerimize koyun kendinizi biraz...
Karşınızda:
Sizi konuşturmayan, dinlemeyen, papağan gibi sadece ezberletilmiş cümleleri tekrarlayan, çözüm üretmeyen, öneri getirmeyen, ona “yetkim yok”, buna “sistem el vermiyor” deyip duran, sesli yanıt sisteminin canlı versiyonu, makine gibi biteviye konuşan, hiçbir konuda yardım etmeyip, üstüne bir de alay eder gibi, “Yardımcı olabileceğim başka bir konu var mı?” diye soran birini ister misiniz?
Siz, çağrı merkezi çalışanları; başka çağrı merkezlerini hiç aramıyor musunuz Allah aşkına? Siz hiç müşteri olmuyor musunuz?
Hattın bu tarafına da geçin arada sırada. O zaman anlarsınız halimizden belki.
Yaşamadan bilemezsiniz neler çektiğimizi.
Aynı sizin durumunuz gibi yani...