Haberin Devamı
Star Haber’den istifa edip, Vatan Gazetesi‘nde göreve başladığım günden itibaren, Ankara’da kimle karşılaşsam, “Hayırlı olsun” dileğinin hemen ardından “Ne oluyor şimdi sizin orada? Nedir bu Demirören - Karacan mevzuu?” sorusuyla karşılaşmaya başladım.
Doğrusu ilk zamanlar, “Bilmiyorum, ayrıca ilgilenmiyorum da” deyip geçiyordum.
Lakin iş, dostlar ve meslektaşlardan öteye geçti.
Siyasetçisinden bürokratına, diplomatından iş adamına, sanatçısından sporcusuna bütün haber kaynaklarımdan da aynı merak dolu cümleyi duyar oldum.
Bir ‘gazeteci‘ için, haber kaynaklarının kafasında, çalıştığı kuruma ilişkin bazı istifhamların doğma ihtimali önemlidir.
22 yıllık meslek yaşamımda maiyetinde çalıştığım patronları düşündüm şöyle bir...
Hepsinin hedefi sahip oldukları yayın organlarını geliştirmek, büyütmek, daha çok okunur ya da izlenir hale getirmek, daha başarılı, daha etkin, daha güçlü kurumlara dönüştürmekti.
Bazıları bunu başaramadı.
Başaranların sırrı ise kişisel ihtiraslara teslim olmayan, sektörü ve ülke gerçeklerini doğru okuyabilen bir patronaj sergileyebilmeleriydi.
Ve ben şu anda mensubu olduğum kurumda, bu saydığım hedef ve anlayışı ortaklardan sadece birinde, Demirören Ailesi’nde görüyorum.
Karacan Ailesi‘nin hiçbir ferdiyle tanışıklığım yok. Vatan ve Milliyet‘in Doğan Grubu’ndan satın alınması aşamasında Ali Karacan’ın duygu ve heyecan yüklü açıklamalarını okumuştum sadece. ‘Kurumu ve markayı benimseyip sahiplenme’ mesajı olarak gördüğüm bu demeçler, meslek ve sektör adına hoşuma da gitmişti doğrusu.
Ama şimdi bakıyorum, o ortak çıkıyor, kamuoyuna tatmin edici herhangi bir açıklama da yapmadan mahkemeye gidiyor, şirketin yönetiminin geçici olarak kayyuma devredilmesini sağlıyor. Bununla da yetinmiyor, bu iki ‘marka’nın kapatılmasını, tasfiyesini istiyor.
Milliyet ve Vatan’da 639 kişi çalışıyor. Yani 639 aile ekmek yiyor bu iki ‘kurum’dan. Başta bu insanların maaşları olmak üzere giderlerin tümü, ilk günden bu yana Demirören Grubu tarafından karşılanıyor.
Medyada tekelleşmeden herkesin dert yandığı bir dönemde, ülkenin en büyük gruplarından biri - riskli bir alan olduğunu bile bile - sektöre yatırım yaptı.
İtibarı ve güvenilirliği Türkiye’nin malumu olan Milliyet ve Vatan markalarını sahiplendi.
Bu iki gazeteyle yetinmeyip, medyada büyümek gibi bir hedefi olduğunu açıkladı. Bu benim için hem ‘saygın medya kuruluşu‘ sayısının artması hem de ‘daha çok emekçiye ekmek kapısı‘ anlamını taşıyor.
Yıldırım Demirören‘i tanıyorum. Yaşananlar canını ne kadar sıkarsa sıksın, sürece ilişkin ‘yapıcı tavrı‘nı, konuyla ilgili baştan beri sergilediği olumlu yaklaşımı görüyorum.
Erdoğan Demirören‘in bakışını da biliyorum. Milliyet ve Vatan’ın yazarlarıyla yaptığı toplantıda, bu iki gazeteyi hak ettikleri şekilde yaşatmak ve daha da büyütmekte ne denli kararlı olduğunu anlatmıştı. Nitekim, yönetim geçici süreyle kayyuma devredilmiş olsa da bütün ödemeleri yapmaya Demirören Grubu’nun devam ediyor olması, sahip olunan anlayışın göstergesi.
Bir medya kuruluşunda çalışan herkes aslında aynı şeyleri ister.
Editoryal bağımsızlığına müdahale etmeyen, insana ve kuruma yatırım yapan, çalışanına sahip çıkan, maaşını düzenli ödeyen bir patron.
Meseleyle ilgili görüşlerini kaleme alan Milliyet ve Vatan’dan Mehmet Tezkan, Güngör Mengi, Reha Muhtar, Yaman Törüner gibi önemli isimlere son olarak Güner Cıvaoğlu eklendi.
Ve hepsinin verdiği mesaj ortaktı. Çünkü aklın yolu bir.
Cıvaoğlu‘nun yazısının “30 yıldır tanıyorum” dediği Karacan Ailesi’ne seslenen son bölümü her şeyin özeti niteliğinde:
“(...) Ali Karacan’ın tutkusu, Milliyet için soluğunun zorlanması ve havasız kalması gibi bir tehlike oluşturmakta.
Buna ileride çok üzülebilir, pişman olabilir.
Dedesinin kurduğu Milliyet’e gerçek sevginin neyi gerektirdiğini artık görebilmeli.
Ona bunun formülünü taraflar arasında uzlaşı diyaloğu kurabilmek için görüşmemizde bir ağbisi olarak tüm samimiyetimle ve dostça söylemiştim.
Şimdi bir kez daha “çok geç olmadan” diye tekrarlıyorum.”