Necip Hablemitoğlu suikasti dosyasının yeniden açılacağına dair haberler üzerine, merhumun eşi Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu’nu aradım.“Bana resmi olarak gelen hiçbir şey yok. Ben de Twitter’dan öğrendim” diye başladı söze Şengül Hablemitoğlu.12 yıldır faili meçhul Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002 akşamı, Ankara’da evinin önünde öldürüldü.Suikastin fail ya da failleri hakkında birçok şey yazıldı, söylendi ama geçen 12 yıla yakın sürede yargı önüne tek bir kişi bile çıkartılamadı.Cinayet ‘faili meçhul’ kaldı. Hâlâ da öyle duruyor.Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu, kızları Kanije ve Uyvar’ı tek başına ve çok zorlu dönemler atlatarak büyüttü.Eşini ve suikasti elinden geldiği ölçüde gündemde tutmaya çalıştı geçen yıllar boyunca.Dün sabah yaptığımız telefon görüşmesinde de farklı duygular içinde olduğunu gördüm.İşte Hablemitoğlu ile yaptığımız görüşmenin ayrıntıları:Bir kavganın malzemesi olmamalı- Dosyanın yeniden açılması sizi heyecanlandırmış, mutlu etmiş olmalı; öyle değil mi?- Çok önemli bir gelişme ve elbette çok sevindik. Sevinmesine tabii sevindik de, bize henüz resmi olarak iletilen hiçbir şey yok ama belli ki dosya yeniden açılıyor. Soruşturma savcısının adı bile yazıldı Twitter’da.- “Sevinmesine tabii sevindik de...” dediniz. O ‘de’nin ardında neler var?- Bakın, bu konu 12 yıldır beklenip de şimdi bir kavganın malzemesi yapılacağı için çok üzülüyorum. Bu olmamalı. Ben bunu söyleyince insanlar da çok ağır yorumlar yapıyor. Yok efendim, “Bu dosyanın açılması sizi rahatsız mı ediyor” türünden. Öyle şey mi olur? Neden rahatsız etsin? Hiç olabilir mi böyle bir şey? Bu suikastin aydınlatılmasını, sorumluların bulunmasını ve cezalandırılmasını bizden daha fazla kim isteyebilir? Bu arada tabii, dosyanın şimdi yeniden açılacak olması açıkça gösteriyor ki, demek ki 12 yıldır bekletiliyordu. Bu bile başlı başına can sıkıcı ve vahim.- Gündem ve konjonktür itibariyle, dosyanın raftan indirilme zamanlamasını - moda tabiriyle - ‘manidar’ mı buluyorsunuz yani?- Doğrusu öyle. Bakın size bir şey söyleyeyim. Uzun süredir, yani bu çatışma ortamı (hükümet ile Gülen Cemaati arasındaki çatışma ortamı) başladığından beri, acaba bir gün Necip’in adı da gündeme gelir mi diye aklımdan geçiyordu. Suikast dosyası, bu ortamda yeniden açılır mı diye düşünüyordum inanın.İfademden bazı bölümler cımbızlanıyor- Soruşturma dosyasındaki en önemli bölümlerden birinin de sizin 2003’te verdiğiniz ifade olduğu konuşuluyor.- Evet ben de okudum. Ben o dönem detaylı bir ifade verdim. Gecelerce sorgulandım. Saatlerce anlattım. Ama bu noktada çok önemli bir detay var. Bakın benim öyle söylendiği gibi bir ifadem yok.- Daha açık kayda geçirelim... Cinayetin ardında Gülen Cemaati’nin olduğunu ima ya da iddia eden bir ifadeniz olmadığını mı söylüyorsunuz?- Evet. Benim öyle, doğrudan o şekilde bir ifadem yok. Orada ben sadece cemaate yönelik bir şey söylemedim. Bütün bunları sonradan kitabımda da yazdım zaten. Orada da var. Şimdi o ifadeden bazı bölümlerin cımbızla çekilmesi, sadece o kısımlarının gündeme taşınması beni rahatsız ediyor.Yeni soru işaretleri doğmasın- Nedir bu noktada sizi tam olarak rahatsız eden?- Birincisi, bir şekilde benimle de Cemaati karşı karşıya getirme çabası olarak görüyorum. İkincisi, daha da önemlisi, yapılan bu olunca, güven duygunuz kayboluyor. Soruşturma bu şekilde, bu anlayışla tekrar açılacaksa, bunun neyine güveneceksiniz ki?- Öyle ya da böyle, önemli olan sonuçta soruşturmanın tekrar canlanması değil mi?- Tabii ki öyle. Bu çok önemli ama eğer bu soruşturma mevcut kavganın bir parçası olacaksa, eğer ortaya çıkacak sonuç insanlara, “Bu iş de birilerine yıkıldı” dedirtecek, böyle düşündürecek türden olursa bu durum güvenin kaybolmasına yol açar. Benim söylemeye çalıştığım bu. Bu işin sonunda insanlar ciddi bir soruşturma ve adil bir yargılama ile gerçek sorumluların bulunup cezalandırıldığına ikna olsun. Bu konuyu başka bir biçime dönüştürmesinler. Bir kerecik olsun, layıkıyla, usulüne uygun yapsınlar. Tek istediğim bu.12 yıldır tek bir fail bulunamadıTarihçi yazar Necip Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002’da Ankara’da evinin önünde öldürüldü. Aradan geçen zaman içinde suikastın failleri ortaya çıkarılamadı. Hablemitoğlu suikastı Ergenekon davasında gündeme geldi. Sanıklardan Osman Yıldırım, Hablemitoğlu’nu Osman Gürbüz’ün öldürdüğünü ve Veli Küçük ile Muzaffer Tekin’in azmettirdiğini öne sürmüştü. İstanbul’da beş kişiyi öldürmekten yarğılanan Durmuş Anucin isimli kişi de suikastı, İbrahim Çiftçi’yle gerçekleştirdiklerini söylemişti. Çiftçi, 2006’da İzmir’de bombalı saldırıda ölmüştü. İstanbul Savcılığı, Hablemitoğlu dosyasını da incelemeye almıştı. Ancak bir netice alınmadı. Akşam gazetesi ise dün Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın suikastı soruşturmak için harekete geçtiğini yazdı.
Geçenlerde, Ankara’dan İstanbul’a gidiyoruz.Esenboğa’dan uçağa bindik, yerimizi aldık. Biz 2’nci sıradayız.Kalkış saatine birkaç dakika kala, son yolcular geldi. 1A’da CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka, 1F’de ise BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık.***Uçak havalandıktan sonra Ağrı Belediye Başkanlığı’na seçilen Sakık ile yeni kentine dair sohbete başladık.Sakık, şehrin çözüm bekleyen çok ciddi sorunları olduğunu anlattı. En başta da alt yapı konusu...Ağrı, ülkenin gelişmişlik seviyesinden nasibini en az almış kentlerinden biri. Sırrı Sakık’a göre bu durumun temel nedeni, geçmiş yerel yönetimlerin başarısızlığı ve kaynakların verimli kullanılmamış olması. Sakık, “Yönetimi devraldık, bir baktık ki doğru düzgün bir hesap bile tutulmamış belediyede. Her yere borç var sadece. Nereye ne harcanmış belli değil. İdari ve mali açıdan tam bir perişanlık. Elbette düzelteceğiz ama nasıl olacak inanın ben de şu anda tam olarak bilemiyorum. Durum içler acısı” dedi.***Sakık, Ağrı’daki durumu kendi açısından yukarıdaki şekilde özetlerken, CHP milletvekili Nazlıaka yanımıza geldi, her zamanki sıcak tavrıyla “Hayırlı olsun” dedi Sırrı Sakık’a.Sohber 2’liden 3’lüye döndü böylece.Aylin Nazlıaka Sırrı Sakık’a, “Biliyorsunuz ben de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday adayıydım. Aday olamadım ama o süreçte çok ciddi bir hazırlık yaptım. Özellikle alt yapı konularında, sosyal alanlarda, kadın ve çocuklarla ilgili konularda kapsamlı çalışmalar hazırladık. Hepsinin dosyaları hazır, elimde. İsterseniz bunları sizle paylaşabilirim. O hazır projeleri size gönderebilirim. Bence hemen hepsi Ağrı’da da uygulanabilir. Bakarsınız, istediklerinizi uygularsınız” dedi. Sakık da bu öneriye aynı sıcaklıkla “Tamam” dedi, “Çok memnun olurum.”***“Bu teklif ve kabul lafta kalmasın ama. Bakın bir gazetecinin şahitliğinde yaşandı bu sohbet. Bilin ki ben takipçisi olurum” dedim iki siyasetçiye, gülerek. Sonra Nazlıaka’ya dönüp, “Hatta bence proje dosyalarınızı alıp Ağrı’ya gidip bizzat teslim edebilirsiniz Sırrı Bey’e. Hem kamuoyunun hem Ağrı halkının dikkatini çekmesi ve ses getirmesi açısından böylesi daha hoş, daha etkili olabilir” diye devam ettim.Aylin Nazlıaka “Neden olmasın” derken, Sırrı Sakık’tan Ağrı daveti geldi:“Hem bu sohbetin tanığı hem de bu fikrin sahibi olarak siz de gelin o zaman Aylin Hanım ile birlikte, ikinizi de ağırlayayım Ağrı’da.”“Ben varım” dedim. Uçakta başlayan sohbet, Ağrı’da gerçeğe dönüştü diye haberini de yerinden yapmış olurum.”***Sadece siyasette değil yaşamın her alanında, eski dostların bile birbirlerine neredeyse hakaretler yağdırdığı şu bayram gününde anlamlı olur diye düşündüm bu anekdotu aktarmak. İki farklı partiden iki politikacının, ideolojileri bir yana bırakıp, ülkenin hizmet bekleyen bir köşesindeki insanlar için birlikte bir şeyler yapma arzusu...Komplekssiz, hesapsız; iyi niyetle. Klasik ifade ile... Siyaset sahnesinde görmek istediğimiz hareketler işte bunlar.****NOT: Bu yazıyı Sakık’a da, Nazlıaka’ya da haber vermeden yazdım. Bahsettiğim, ‘lafta kalmaması için takipçisi olmak’ da, böylece başlamış oldu. Bakalım havada konuşulanlar havada mı kalacak, yoksa yere inip ayakları yere basan projeler olarak gerçeğe dönüşecek mi?
Pazar, pazar yine siyaset yazıyoruz ama...Üstelik bayram arifesinde.Ramazan nasıl geçtiyse, bayram da farklı değil işte...İç ve dış politikanın sıcak, gergin başlıklarının gündemden adeta taştığı bir ülkede yaşayınca bünyeler alışıyor bu tansiyon seviyesine.Gündem ne arife dinliyor, ne bayram.***Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tavrını açıkça koydu ortaya. ‘Geçici Başbakan’ formülüne kapıyı kapattı.Kendisi cumhurbaşkanı seçilirse (ki Ankara’daki bütün siyasi hesaplar / hesaplamalar bu ihtimalin gerçekleşmesi üzerine yapılıyor) Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yeni genel başkanı, aynı zamanda başbakan olacak.Yani Erdoğan seçilmesi halinde, Cumhurbaşkanı olarak, hükümeti kurma görevini, halefine verecek.***Başbakan’ın, “Genel başkan ayrı, başbakan ayrı kişi olmayacak” tercihi, doğal olarak Abdullah Gül’ün siyasi geleceğini de şekillendiriyor.Gül Cumhurbaşkanlığı’ndan Ağustos sonunda ayrılacak. Genel seçim ise Haziran 2015’de. Arada 10 ay var.Yani...Abdullah Gül aktif siyasete dönüp, partisinin başına geçecek ve başbakan olacaksa bile; bu, en erken gelecek yılın haziran ayında mümkün olabilecek.Soru şu:Siyasette bir haftanın bile çok uzun bir süre olduğu gerçeği düşünüldüğünde, o 10 aylık dönem; kime ne getirir, kimden ne götürür ve tabii Gül için ne ifade eder?***Başbakan Erdoğan’ın kurmay heyetinden önemli bir isim şunları söyledi birkaç gün önceki sohbetimizde:- Biz partide, şu ana kadar Abdullah Bey’in dönüşüne dair herhangi bir senaryo ya da formül üzerinde çalışmadık. Bunu hiç konuşmadık. Bu konuyu konuşmanın, kurgulamanın yanlış olduğunu düşünüyoruz. Çünkü..- Tayyip Bey Cumhurbaşkanı olarak Köşk’e çıktığında,1.) Ülkedeki genel algı ve psikolojik ortam nasıl şekillenecek,2.) Parti içindeki dinamikler, dengeler nasıl evrilecek,bunları görmeden, taşlar yerine oturmadan, bugünden konuşmak, ezbere kurgular yapmak hem anlamsız hem de yanlış, yanıltıcı olur.- Kaldı ki, seçilecek olan yeni genel başkan ve başbakanın performansı da çok önemli olacak gelecek açısından. Belki de bu göreve seçilecek olan arkadaşımız bu işi öyle iyi yürütecek, öyle başarılı götürecek ki, genel seçimlerde kimse yeni bir arayışa yönelmeyecek. Bunları bugünden hiçbirimizin bilmesi, öngörmesi mümkün değil. Dolayısıyla bir kurgulama içine girmek doğru değil.- O yüzden, Anadolu’daki tabir ile, kervan yolda düzülecek.***Şimdi...Bu sözlerin de ışığında toparlayalım.Abdullah Gül’ün üzerinde partinin başına dönmesi yönünde büyük bir baskı olduğunu biliyoruz.Gül de aktif siyasete dönüp partisinin başına tekrar geçmeye ve yeniden başbakan olmaya meyilli görünüyor.Cumhurbaşkanı, geleceğe dair ayrıntıları görevini devrettikten sonra konuşacağını söylüyor ve bu arada kendisi ile ilgili formülü Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bulmasını bekliyor.Parti yönetimi ise yukarıda aktardığım noktada. Yaşayarak görmek ve ona göre hareket etmekten yana.Soruyu tekrar ederek bitirelim:Siyasette bir haftanın bile çok uzun bir süre olduğu gerçeği düşünüldüğünde, o 10 aylık dönem; kime ne getirir, kimden ne götürür ve tabii Gül için ne ifade eder?***Hepinize gönlünüze göre bir bayram diliyorum.
“Çocuğunuzdan bir şey isteyeceğiniz zaman, ‘Getirmezsin zaten ama...’ veya ‘Şimdi sen sözümü dinlemezsin ama...’ gibi olumsuz cümleler kurmayın. Yapacağı varsa da yapmayacaktır.”Cep telefonuma geçenlerde 8383’ten gelen kısa mesajda bu uyarı vardı.***Milli Eğitim Bakanlığı’nın ‘Mobil Bilgi Servisi’ adlı bir hizmeti var.Ayda sadece 2 TL karşılığında üye oluyorsunuz ve eğitim öğretim sezonu boyunca velisi olduğunuz öğrencinin sınav tarihleri, aldığı notlar, devamsızlık durumu gibi bilgiler SMS yoluyla doğrudan cep telefonunuza geliyor. Üstelik neredeyse öğrencinin kendisi öğrenmeden önce. Faydalı bir uygulama yani.8383 servisinden, okulların tatil olduğu dönemlerde gelen kısa ikaz mesajları ise belki akademik bilgilendirmeden bile daha faydalı. Hele de bizim gibi; okumak ile pek arası olmayan, her şeyi en iyi kendisinin bildiğini sananlardan müteşekkil toplumlar için.***Yazının başına yerleştirdiğim mesajın dışında, son 2 hafta içinde 8383’ten aldığım diğer mesajları da paylaşayım.1.) Çocuğunuzun başarılarını her zaman takdir edin. Başarısızlığını yüzüne vurmayın. Karnesinde bir not dışında hepsi yüksek ise bütün ilginin düşük nota odaklanması çocuğunuzun cesaretini kıracaktır. İlgi yüksek notlara yöneldiğinde bir sonraki dönemde düşük notun yükselme ihtimali çok yüksektir.2.) Arkadaşlarını ara sıra eve davet etmesini teklif ederek, çocuğunuza, onu her yönü ile desteklediğinizi gösterebilirsiniz. Aynı zamanda arkadaşlık ilişkilerini de gözden geçirmiş olursunuz.3.) Çocuğunuzun bazı olumlu davranışları kazanması için ona zaman tanımalısınız. Birçok ebeveyn çocuğun her işine müdahale ederek onu etkilemeye çalışır. Bu tip ebeveyn davranışı çocukta hiçbir etki bırakmaz. Israrcı tavrınız karşısında çocuğunuz tam tersi tutum sergileyebilir.4.) Çocuğunuzu tatil boyunca sanal dünyaya esir etmeyin. Bu esaret onu pasifleştirecek, gerçek hayattan koparacaktır. Ona uygun iş ve sorumluluklar verin.5.) Çocuğunuzla tartışırken sinirlenmeye başladığınız an, ara verin. Sinirliyken maksadını aşan ve aranızdaki bağı koparabilecek sözler ağzınızdan çıkabilir. Birkaç dakika sakinleştikten sonra konuya daha ılımlı yaklaşabilirsiniz.6.) Sıcaklardan dolayı çocukların iştahı azalabilir. Çocuğun iştahsız olması geçici olarak düşünülmeli, eğer uzun sürerse ve gelişiminde gerilik görülürse önlem alınmalıdır. En önemli öğün olan kahvaltı, yaz aylarında da ihmal edilmemelidir. Güne yine fazla gecikmeden başlanmalı ve kahvaltıya gereken önem verilmelidir.7.) Çocuğunuzu iyi gözlemleyin. Herkesin kendisine göre sınırları vardır. Onu aşan beklentiler kendisine güvenini sarsacaktır.8.) Çocuğunuzun değiştirmesini istediğiniz bir davranışı varsa bu konuda onunla konuşmak için aranızın iyi olduğu bir zaman seçin. Onu suçlamadan, neden ve sonuç ilişkisini anlatın.9.) Günde bir saat verimli bir şekilde çalışması, zayıf olduğu konularda güçlenmesine yardımcı olacaktır. Tatil boyunca günde bir saat eğitimine zaman ayırmasını sağlayın.***8383 servisinden işte böyle mesajlar yolluyor Milli Eğitim Bakanlığı.Okur okumaz, hemen;“Ne var yani?”,“Çok mu büyük marifet bu?”,“E canım, biz bilmiyor muyuz sanki bunları?” diyenleriniz vardır şimdi...Hadi diyelim ki biliyorsunuz.Uyguluyor musunuz peki?Hayatınızda yaptığınız, yapacağınız en önemli, en kritik işin çocuğunuzu yetiştirmek olduğunun farkında mısınız?
İsrail’e ilk gidişimin üzerinden yaklaşık 18 sene geçmiş. En son da 4 yıl kadar önce... O 14 senelik dönemde, sanırım 10 defadan fazla gittim İsrail ve tabii Filistin topraklarına. İsrail halkının, Türklere karşı sempatisine, hatta sevgisine çok kez şahit oldum.İsrail’i İsrail yapan gerçekleri yerinde gördüm. Hatta bazı özelliklerini takdir bile ettim. Hepsini değil, bazılarını.Bunları neden yazıyorum biliyor musunuz?Birazdan okuyacaklarınız; İsrail’e, İsrailliler’e ‘düşmanca’ bakmayan bir insanın kaleminden çıktığını bilin istiyorum da ondan. Düşmanca bakmayan ama İsrail yönetimlerinin zıvanadan çıktığı dönemlerde, yapılanların kabul edilemez ve insanlık dışı olduğunu gören, ifade etmekten de çekinmeyen...***İsrail’de sadece devleti yönetenlerden değil, sokaktaki insandan da birçok kez duyduğum iki önemli cümle var hafızamda:Birincisi, “Arafat ölmeden İsrail - Filistin sorunu çözülmez” cümlesidir.İkincisi de, “Sizin için PKK ne ise bizim için Hamas odur” cümlesi.Arafat öldü ama durum ortada. Sorun çözülmedi. Çözülmez de... Çünkü İsrail, tehdit algısı üzerinden yaratılan birliktelik motivasyonu ile ayakta duran bir sistem ile yaşıyor. Bu anlayışla sorunun çözülmesi mümkün değil. Çünkü İsrail, üzüm yemek yerine bağcıyı öldürme alışkanlığını sürdürüyor. Hem de git gide daha acımasız, daha hoyrat şekilde.PKK - Hamas benzetme ya da karşılaştırmasına ise hiç girmeyelim. Bu kolaycı kıyaslamanın geçerliliğini çürütecek çok tez var zira.***Ordusunun sahip olduğu teknolojik imkanlar ve savaşma kabiliyetiyle övünen İsrail, ‘terörist’ saydığı Hamas üyelerini hedef aldığını söylüyor ama masum sivilleri, el kadar bebekleri, çocukları öldürüyor.Bu ‘hayasızca akın’lar, sadece ‘insan’ olanlar üzerinde infial yaratmıyor, aynı zamanda Filistinli yeni nesilleri de, ‘İsrail düşmanı’ olarak yetiştiriyor. Yani İsrail, kendi düşmanlarını, kendi eliyle yaratmaya devam ediyor.***Tahminim ve aynı zamanda endişem o ki, şu son günlerde akan kan daha da artacak. Hemen ardından, yine bir ateşkes ilan edilecek. Kerhen... ABD’nin başını çektiği uluslararası girişimler sonucu barış görüşmeleri için zemin yoklanacak, belki de yeni bir sürece girildiği açıklanacak.Sonra...Sonrası, daha önce defalarca yaşananla aynı olacak maalesef.Yine bir roket, yine bir intihar saldırısı...Ardından yine bombardıman, yine İsrail ablukası, yine ölümler, yine acı...Bunca yıldır sahnelenen senaryoda sadece birkaç aktör değişecek, oyun aynı kalacak.***Kanın durması, sorunun çözülmesi için olması gereken belli.İsrail’de birilerinin;günahsız bebekleri,saf çocukları,masum sivilleri öldürmekle bugünkünden farklı bir noktaya varılamayacağını idrak etmesi gerekiyor.Filistin topraklarında da, o coğrafyada İsrail gerçeği ile birlikte / barışık yaşamanın gereklerinin algılanıp anlaşılması.Pekiyi bu iki ‘olması gereken’in olması mümkün mü?Keşke ‘evet’ diyebilsek. Keşke ‘neden olmasın’ diyebilsek.
Vecihi Hürkuş’u yazdım ya önceki gün...Biraz daha devam etmekte fayda var.***Google’a “Vecihi Hürkuş” yazıp arama yaparsanız, bu büyük insanın hayat hikayesini, önce askeri sonra sivil havacılık macerasını, yaptıklarını, başarılarını, yaşadığı zorluk ve sıkıntıları kolayca bulup okuyabilirsiniz.Ansiklopedik kaynakların yanında mesela ( http://tr-tr.facebook.com/notes/sanata-dair/vecihi-hürkuşun-efsanevi-hikayesi/238206172914281 ) linkinde kısa ama dikkat çekici bir özet bulabilirsiniz.***Vecihi Hürkuş hakkında okuma yaparken, bir de eski gazete kupürü çıktı karşıma internette. Hürkuş’un cenaze haberi...16 Temmuz 1969’da toprağa verilen Vecihi Hürkuş’un cenazesi ertesi gün bakın nasıl haber olmuş:***İsmi Vecihi Hürkuş değil, misal William Freebird olsa...Ve Türkiye’de değil, misal Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamış olsaydı...Biyografik romanı best seller, hayatını konu alan sinema filmi gişe rekortmeni olurdu.Hollywood sayesinde hepimiz, hem adını hem hayat hikayesini ezbere biliyor olurduk inanın.***Bizde ise sadece bir komedi filmi var.Ertem Eğilmez’in yönettiği Gülen Gözler...1977 yapımı, dram - komedi tarzında bir Yeşilçam yapımı.Vecihi Hürkuş’tan esinlenilerek yaratılan ve Şener Şen’in canlandırdığı Vecihi, Türk sinemasının hafızalarda iz bırakan karakterlerinden biri.***Vecihi Hürkuş’un yaşam öyküsünü okuyun lütfen.Alanında ilklere imza atan her insan gibi, gözü kara, maceraperest her ‘kahraman’ gibi, hazin bitiyor onun öyküsü de...“Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz” sözünü haklı çıkarırcasına...ESKİ ADAMLAR, ESKİ ALIŞKANLIKLARKurtuluş Savaşı’nın dönüm noktalarından birinde, İkinci İnönü Zaferi’nin kazanılmasında Vecihi Hürkuş’un yetenek ve cesaretinin nasıl bir rol oynadığını ‘babam’ sayesinde öğrendim ve yazdım.Mevcut kaynaklarda yer almayan bir bilgiydi bu.***“Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi” derler ya...Mustafa Çelik, ‘hem çok okuyan hem çok gezen’lerden.Bir gazeteci için böyle bir babaya sahip olmak ciddi bir şans doğrusu.Vecihi Hürkuş’un ölüm yıldönümü olduğunu takvim yaprağında görüp, “Böyle insanları unutmamamız, hem anmamız hem de bilmeyenlere tanıtmamız lâzım” diye aradı.“Ben bizzat tanıma şansına sahip oldum, yıllar sonra bugün elimden gelen sadece ruhuna bir Fatiha göndermek. Onu da yaptım zaten. Ama sen, istersen onu hatırlatıp, anlatabilirsin insanlara” dedi telefonda.Böylece çıktı önceki günkü yazı. ( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-659506-yazar-yazisi-vecihi-hurkus-ve-ilk-kez-duyacaginiz-tarihi-gercek/ )***Bu arada...İyi ki hâlâ eski usul takvimler var. Saatli Maarif ya da Vasıf Ülkü gibi takvimler...Hani şu, yapraklarının arkasında faydalı bilgiler, özlü sözler, tarihte bugün gibi bölümler bulunan geleneksel takvimler...Ve iyi ki hâlâ bu takvim yapraklarını okuma alışkanlığını koruyan ‘klasik’ insanlar var.Babam gibi mesela...O takvimler ve onları satır satır okuyanlar olmasa, ben böyle bir haber yapma fırsatını bulamayacaktım.
Babam aradı dün.Ülkü Takvimi’nin önceki günkü (16 Temmuz) yaprağının arkasındaki “Geçmişte bugün yaşanmışlar” kısmında yer alan bilgiyi aktardı önce:“İlk Türk hava zaferini kazanan, havacılık okulunu açan, sivil hava yolu şirketi kuran, uçağını inşa eden ve daha birçok ilkleri ile havacılık tarihimize geçen Vecihi Hürkuş (1896 - 1969) hayata veda etti.”Sonra da öyle bir anısını anlattı ki, bugüne kadar hiç bir kaynakta rastlamadığım bir bilgiydi bu.***Sanırım Türkiye Cumhuriyeti’nin İstiklal Savaşı tarihine, bugüne kadar bilinmeyen, çok önemli bir ayrıntı ekliyoruz.Tarihi bir gerçek ortaya çıkıyor yıllar sonra.***Sene 1921... İkinci İnönü Savaşı...Yazılı kaynaklardaki şu bölümü dikkatle okumanızı rica ediyorum:“Yunan birlikleri muharebenin ilk dört gününde çok başarılı olarak 24 Mart’ta Dumlupınar’ı, 27 Mart’ta da Afyon’u ele geçirdiler. Eskişehir yönünde gelişen Yunan saldırısı ise Birinci İnönü Muharebesi’nde takip edilen yoldan ilerlemekteydi. İnönü mevkiindeki çatışmalar 27 Mart sabahı başladı. Yunan ordusunun ilk günlerde etkili taarruzlar yapması üzerine cepheye bizzat gelerek komutayı İsmet Paşa’dan devralan Başbakan ve Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa’nın Türk ordusuna verdiği beklenmedik başarılı karşı taarruz emriyle düşman güçleri geri çekilmek zorunda kaldılar.“Şu cümleye özellikle dikkat lütfen: “Fevzi Paşa’nın Türk ordusuna verdiği ‘beklenmedik’ başarılı karşı taaruz emri...“İşte o ‘beklenmedik’ karşı taaruz emrinin ve dolayısı ile 2’nci İnönü Zaferi’nin ardında Vecihi Hürkuş’un olduğu bilgisi, bu yazıyla gün yüzüne çıkmış oluyor.Nasıl mı?..***Bu tarihi gerçeğin ayrıntılarını babam, Mustafa Çelik anlattı dün telefonda...Babam MTA’dan emekli. Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nden...1960’lı yıllarda Vecihi Hürkuş ile birlikte çalışmışlar bir dönem. O tarihlerde 70’ine merdiven dayamış olan Hürkuş, o yaşında, havzalarda havadan keşif ve hava fotoğraflarıyla maden aramalarında MTA ekipleriyle birlikte görev yapıyormuş.Çalıştıkları bir kampta, Hürkuş’tan bizzat dinlemiş babam 2’inci İnönü Savaşı’nın zafer ile sonuçlanmasının perde arkasını:- Vecihi Bey şöyle anlatmıştı o olayı... 2’nci İnönü Savaşı’nda uçağını yüklüyor ve düşman mevzilerini bombalıyor. Bombaların tümünü attıktan sonra Eskişehir’e dönüyor ve yerde kendisini bekleyen ekibe “Hemen yakıt ve mühimmat ikmali yapın” diyor. Bir yandan, yerden açılan düşman ateşi sonucu uçakta oluşan mermi delikleri kapatılıp uçak tamir edilirken, ikmalin de acilen tamamlanmasını istiyor. Aldığı cevap, “Ne ikmali, toparlanıyoruz... Komutanlar çekilme kararı aldı, birlik geri çekiliyor” şeklinde oluyor. Vecihi Bey, “Siz dediğimi yapın, ben komutanların yanına çıkıyorum, siz hemen başlayın ikmale” diyor ve karargaha koşuyor. İnönü ve Fevzi Paşa’ya duyduklarının doğru olup olmadığını soruyor. “Doğru, çekiliyoruz” cevabı üzerine de, “Ben son bombalarımı bırakırken düşman mevzileri tam bir bozgun halindeydi. Düşman, üstelik de düzensiz biçimde kaçıyor. Onlar öyle kaçarken biz geri mi çekileceğiz?” diyor. Vecihi Bey’in havadan yaptığı gözlem sonucu getirdiği bu bilgi üzerine emir değişiyor. Çekilmeden vazgeçiliyor ve birliklere en kısa sürede hücum düzenine geçilmesi emri veriliyor. Vecihi Bey de, onarımı ve ikmali yapılan uçağıyla son bir sorti daha yapıyor düşman mevzilerine. Onun bombardımanının ardından da, yeni emir doğrultusunda kara birlikleri hücuma geçiyor. 2’inci İnönü Savaşı, işte bu şekilde zafer ile sonuçlanıyor.***Sivil pilot Vecihi Bey’in 2’nci İnönü Savaşı’ndaki keşif ve bombardıman uçuşlarına ilişkin birçok detay var mevcut yazılı kaynaklarda. Ancak yukarıda anlattığım, Vecihi Hürkuş’un, çekilme emrini hücuma çeviren ve savaşın kazanılmasını sağlayan bu cesur müdahalesi hiçbir kaynakta yer almıyor.
Ezgi Başaran dün Radikal’de bir “Süper Baba” hikayesi yazmış. (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ezgi_basaran/benim_gibi_babaya_halkimiz_tuhaf_tuhaf_bakiyor-1201570)Başaran, Ege Göktuna adlı bir akademisyen ile ‘babalık’ üzerine yaptığı bu röportajı, “(...) hayatın orta yerinden yükselen siyaseti Ege Göktuna gibi iyi anlatan ve gözler önüne seren örnekleri her zaman bulamıyoruz. Vergi hukukçusu (ve aynı zamanda basçı) Göktuna 2.5 yıldır bir de baba. Kendisine süper baba diyor, ki haklı. Kızı Arya’yla sadece oynayıp eğlenmiyor, birinci dereceden bakımını eşi Bilge’yle birlikte paylaşıyor. Ve bu hali toplumun çocuğun bakımını annenin üstüne yıkan ve babayı dışlayan sistemine son derece aykırı geliyor. Göktuna’nın pratikte yaşadığı sıkıntılar toplumsal cinsiyet politikalarıyla ilgili çok şey söylüyor” sözleriyle anons etmiş.***10 yıl aradan sonra, 2 sene önce bir defa daha ve üstelik bu kez ikiz babası olan...Mesleğinin doğası gereği yoğun çalışan, mesaisi sebebiyle de çoğunlukla yorgun ve gergin...Neredeyse hayatını toplumsal cinsiyet ayrımcılığıyla mücadeleye adamış eşine, ikizleri büyütme sürecinde yeteri kadar destek olup olamadığını sorgulayan lâkin elinden gelenin en iyisini yaptığını düşünse de, çoğunlukla bu noktada yetersiz kaldığını hisseden...Üç çocuğuna iyi babalık yapabilme gayretinin yanı sıra onlara hak ettikleri kadar iyi bir gelecek de inşa edebilmek ile ilgili çok ciddi kaygıları olan...Ve nihayet her çocuğun, her anne / her babanın kendine özgü yanları bulunduğuna, yani her ailenin (artısı - eksisi ile) iç denge ve dinamiklerinin farklı olduğuna inanan biri olarak ilgiyle okudum röportajı.***Ege Göktuna’nın sözlerinde de, sadece kendi gerçeğini yaşayanlara özgü o egosantrik (ben merkezci) tınıyı hissettim doğrusu. Her şeyden önce, velev ki o bir ‘süper baba’, bıraksın da bu nitelemeyi başkaları yapsın onun için. Kendisi değil.Bir bebeğin kakalı bezini değiştirmek, bebekle tek başına kaldığında zor anlar yaşamak gibi her anne ya da babanın başına gelen sıradan tecrübeleri, ‘çok özel olaylar’mış gibi yansıtmasını garipsemek ile birlikte, bunu ‘babalık’ çabası ve konsantrasyonunun yoğunluğuna verdim.Bebeklerin kusmuklarıyla adeta yıkanmışlığı, ishal olan bebeğin kakalı poposunu günde 3 kez yıkayıp altını değiştirmişliği olan bir baba olarak gülümsedim okuduğum birçok cümleye.***Toplumun genel kabulleri ve buna bağlı olarak şekillenen çevresel faktörler ile ortalama bakış konusundaki tespitlerinde büyük oranda haklı, yaşadıklarını anlatan baba da, bunları aktaran köşe yazarı da.Ama o kadar maalesef.Kusura bakmasınlar ama Ege Göktuna, ne kendisinin zannettiği kadar ‘süper’ bir iş yapıyor, ne de Ezgi Başaran’ın heyecanlandığı kadar özel bir örnek.O da sadece bir ‘baba’, o kadar.Nitekim, yazıda bahsi geçen çift gibi (hem kendisi, hem de eşi Hasan Akbulut) akademisyen olan ve 6 yaşında bir evlat sahibi baldızım Eylem Akarsu Akbulut’un, Başaran’ın röportajını Facebook’ta paylaşırken başına yazdığı şu cümle durumu özetliyor:“Aaaa... Hasan’cığımın 6 yıldır yaptıkları haber niteliğindeymiş meğer !!!”***Yazıya burada noktayı koymam gerekiyor.Bizim ikizler öğle uykusundan uyandı.Deniz uyanınca, “Ege” diye bağırıp, kardeşini de uyandırıyor. Sonra da, birlikte bağırıp, ağlamaya başlıyorlar.Önce altlarını değiştirip, ardından karınlarını doyurmam gerekiyor ikisinin de.Üstelik artık hem bez bağlanmasını hem de mama sandalyelerinde oturup yemeyi reddediyorlar.Özlem de evde yok. Ben yazımı yazarken, o da alışveriş yapmaya gitti.Neyse...Hadi bana müsaade...‘Süper’ olmasa da, ‘duble’ babalık yapmam gerekiyor.