Bugün size bir mimarın kitabından bahsedeceğim. Gaziantep’te doğan, yaşamının bir bölümünü bu kentte geçiren, sonrasında İzmir’e göç eden Emel Kayın’ın “Mekân Hikâyeleri” (Kanguru Yayınları) adlı kitabında dikkatimi ilk çeken farklı coğrafyaların, kültürlerin ve hatta zamanların ‘ayrıksı’ gibi görünen ortak yanlarıydı. Yazar bunu yaşam çizgisinin farklılıklarına, iniş çıkışlarına, zikzaklarına bağlıyor. Kendisini her yere ait, buna karşın yersiz biri gibi görüyor. Günümüz yaşamının gerçek çoğulluğunun ve zamanımızın ‘gerçek’ algısının bu olduğunu söylercesine. Mekânın ne olduğunu, neye yaradığını düşündürüyor bu öyküler. Yaşamlarımızı ve öykülerimizi yeniden kurarken bizlere nasıl yol göstereceklerinden bahsediyor:
“Zaman bir mekândı. İstenildiğinde zamansızlıktan kaçılıp içine saklanılan. Uzak çocuklardı zaman, annelerin ipeksi yüzleri, babaların kocaman elleri. Gizemli ormanlardı, uçsuz bucaksız kıyılar, unutulmuş tekneler, masmavi yorganlar, düş şatoları. Zaman yitik hikâyeler biriktirirdi.”
Kentlerin dağarcığı
Kitaptan bana yansıyanlarla şunları düşündüm: Zamanın mekâna dönüşmesinin aracıları da vardı elbette... Bunun başını da kentler çekiyordu. Kentlerdeki evler, sokaklar, yokuşlar... Bir kentte ne kadar çok öykü ve geçmiş varsa o kadar bolluk ve bereket de var demekti. İnsanın geniş bir mekâna dönüşebilmesinin şartları da epeyce buna bağlıydı. Onun kentle girebileceği ilişkiye, geçmişini şimdiki zamanla buluşturabileceği evlere, parklara, sokaklara, oyun alanlarına. Kısacası düşlerini geliştirmesi, olgunlaştırması yaşam alanlarının bollaşmasına bağlıydı insanın. Buruk, acı hikâyelerin iyileşebilmesi, yitik hikâyeleri aktarabilmesi için bile -sırf bunun için bile- insanın da genişlemesi, enginleşmesi çok önem taşıyordu.
‘İnsan bir mekândı.’
Böyle olabildiği zaman:
‘İnsan büyütendi, çoğaltan... Derin dostluklardı, iyi arkadaşlıklar, büyük sevgiler, önemseyişler, özleyişler, isteyişler.’
Hiç kuşkum yok ki insana ve yaşama dair hikâyelerin yeniden kurulabilmesi için yaşam alanlarının çoğaltılması şart. Belki bu yüzden Emel Kayın’ın hikâyelerini, geride bırakmış olduğumuz günlerin harareti ve geleceğe yansıyacaklarıyla okudum. İyi de oldu.
‘Gelişme’nin öteki yüzü
Sonra şunları düşündüm: Yaşadığımız ve soluk aldığımız yerler belleğimizdeki geçmişi şimdiki zamanının hikâyeleriyle buluşturabiliyor mu? Yeşil alanlar yerine dikilen gökdelenler, derelerin bedenlerine giydirilen borular, nükleer santral hayalleri, her tarafta biten AVM’ler, adına ‘gelişme’ denilerek kentin bir rant diyarına dönüştürülmesi, 3. Köprü ile kıyılıp gidecek ağaçlar, Kuşdili Çayırı, Haydarpaşa ve tozutmuş diğer projeler, kısaca, zamanın hıza ve paraya kaydırılması... Her şeyin paraya endekslenmesi... Bunları bir de bu gözle yeniden düşünelim istedim. Yeni yerlerin insan belleğiyle kurabileceği ilişkiyi. Bunların yaratıcılığımıza ve düşlerimize neler katabileceğini, bizlerden neler neler götürebileceğini... Hikâyelerimizin rant ve tekseslilik hışmıyla nerelerde kırıldığını fark edebilirsek ve elbette nerelerde dilsizleştiğimizi (ya da dilsizleştirildiğimizi) de, kendi gerçek hikâyelerimize sarılabilmenin ve başkalarının hikâyeleriyle çoğullaşabilme anının ne zaman geleceğini de anlama şansına ve hakkına kısa sürede kavuşabiliriz gibi geldi bana.
‘Mekân Hikâyeleri’
Haberin Devamı