Karnelerin verildiği gün küçük bir kız el etti minibüse. Başında renkli yün beresiyle bu yaşama ait değil gibiydi. Onu ürkütmemek istercesine usulca yanaştı şoför kaldırıma. Kız atladı, bir damla su kadardı; sonra aynı minibüs, bu özel konuk yüzünden olsa gerek nezaketle devam etti yoluna.
Ederken:
Minibüstekiler meraklandı, karneye bakmak istedi. Neymiş? Nasılmış? Kız biraz nazlı, biraz da gururlu biçimde karneyi uzattı onlara.
Hepsi pekiyi’ymiş...
Koridor böyle çalkalandı, kendince çırpındı.
O ses şoföre kadar vardı, dikiz aynası oldu sonra.
‘Aferin bıdık’ dedi şoför ama hızını alamamıştı: ‘Sen nereye gidiyorsun bu yaşta böyle kurtların, ejderhaların arasına bakimmm?’
‘İskele’ye’ dedi kız. Bu arada cebinden çıkardığı yol parasını hazır etmişti.
‘Yok’ dedi şoför ‘Yok, karnesi iyi olandan bugün para almıyoruz.’
‘Teşekkür ederim amca’ dedi kız. Sesinde gezinen o amcada, Ayşecik’le karışık, muziplikle barışık şımarıklığa yanaşık bir hal yoktu. Kendi halinde mahcup bir çocuktu.
‘Ee, anlat bakalım şimdi’ dedi şoför ‘nereye böyle kızım?’
‘İskele’ dedi tekrar kız. Kendince anlatacak bir şey yoktu; hatta sıkılmaya başlamıştı. Alt dudağını ısırdı, öylece kaldı.
Minibüsteki hemen herkes için karnesi iyi olan ama anne ve babasının pek de umursamadığı bir vah vah olmak üzereydi sanki.
Gittikçe çekingenleşen oldu kız; bunun nedeni onu kabuğuna ısrarla çeken bir minibüs dolusu ahalinin tutumuydu. Öylesine küçüldü ki kız görünmez olmaya yaklaşmıştı. Bunu hemen hemen her dem yaşadığını ispat eder gibiydi görünmezliği.
Tam sırra kadem basacaktı ki tekrar devreye girdi dikiz aynasındaki göz. Kız minibüsün direklerinden birine sıkıca yaslanırken yakalanıvermişti.
‘Evladım’ dedi şoför. ‘Seni, Allah korusun kaparlar. Senin kimin kimsen yok mu?’
‘Var’ dedi gölge. Kendinden daha çok detay bekleyenlere ise ‘oraya gitmem gerekiyor’ dedi en fazla.
Ama bu kalabalığa yetmedi. Görmüş geçirmiş olduğunu iddia edenlerin başını çeken minibüs şoförü ısrarla ‘ortalıkta neler ver neler’ demeye devam ediyor, koca arabayı soldan sıkıştıran cıstaklıyı bile umursamıyordu.
Daha sonra iş, sanırım bu kızı rahatlatacak bir konuydu, dünyadaki savaşlara geldi dayandı. Ve ardından memleketin elden gittiğine... Memleketin elden gittiğine küçük bir kızın karnesinden nasıl geldiğimiz sorusu ise hiç sorulmadı, zaten bu sorunun yeri değildi, savaş savaştı, her zaman tetikte olunmalıydı.
‘Önemli olan’ dedi minibüsün şoförü, ‘Savaşılması gereken düşmanlar ve atılması gereken bombalardır.’
‘Yalanım varsa namerdim’ der gibi bir hali vardı.
Minibüsün ağlamakla gülmek arasında buğulanmış pencerelerinin arasından dengesiz bir kış günü akıp gidiyordu. Sabah sıcak, akşam donduran karasal iklimdi bu tuhaf mevsim.
Ve minibüs şoförü o arada hepimizi sefere çağırdı meşum dikiz aynasından.
Her şey çok netti:
Bütün düşmanları alt etme zamanıydı!
Adamlar gelip kapımıza kadar dayanmıştı. Bombalar tepemizde uçuyordu. Bizlerinse bir şeyler yapma zamanı gelmiş çatmıştı. Zaman onlara günlerini gösterme zamanıydı.
Birleşmeli ve düşmana gününü göstermeliydik!
Artık küçük kız kimsenin umurunda değildi. Zaten yeterince dünyalı kılınmış bir hali vardı artık. İki dakikada büyümüş müydü ne? Onun da istediği buydu zaten. Alt dudağını ısırmaktan vazgeçmiş, karnesini çantasına sıkıştırmış, saçlarını tutturan bereyi de kafasından çekip almıştı. Rahatlamıştı sanki. Dışardaki ejderhaların sadece onu beklemediği tescil edilmişti nasılsa.
O küçük kız çocuğunun kendi halinde kahkahalarının paltoma yapışıp kaldığını hissederek atladım minibüsten.
Bu ülkedeki biz yetişkinlerin karnelerini düşünerek. Milletvekilinin, yolcusunun, satıcısının, şoförünün vb. karnelerini.