“Böyle de macera olur mu?”
Demeyin.
Maceraların en esaslısı, en çetrefil olanıdır hatırlamak!
Son iki gündür böylesi bir maceranın içindeydim! “Hatırlama Macerası”, Goethe Enstitülerinin ve edebiyat dergisi “Die Horen”in Güneydoğu Avrupa ülkelerinden 23 yazarın katılımıyla oluşturdukları uzun vadeli bir projenin adıydı. Bu kez sahnede İstanbul Goethe Enstitüsü vardı ve Makedonya’dan Nikola Madrizov, Avusturya’dan Dimitri Dinev’le Eskişehir (Eskişehir Anadolu Üniversitesi), Bursa (Uludağ Üniversitesi) ve Çanakkale’de (18 Mart Üniversitesi) hatırlayışın izini sürdük. “Sürdük” diyorum ama İstanbul’daki koşuşturmalarımdan ötürü Çanakkale’deki buluşmaya katılamadım ve tuhaf bir biçimde bir parçam o kıyıda kaldı! O kıyı ve o kıyıdan Balkan düşlerine uzanan zamansızlıkta.
Evet, “Hatırlama Macerası”nın özünde Balkanlar ve göç vardı. Ancak Balkanlar ve göç olgusu kadar, bu başlıklara sığışabilecek, bazen de sığışamayacak bir sürü katman da mevcuttu. 90’lı yıllarda Bulgaristan’dan Avusturya’ya göç etmek durumunda kalmış olan Dimitri Dinev’in dilimize de çevrilmiş “Melek Dili” (Çev. Cemal Ener, Kanat Yayınları) adlı kitabından okuduğu pasaj Viyana Merkez Mezarlığı’na saklanan o göçmen dilinin adıydı da sanki. Yeri ve yurdu olmayan insanların sığındığı bir “dil” ve yerdi orası. Bir göçmenin ait oldukları ya da olamayacakları için biçilmiş kaftandı mezarlıklar. Sonra Dinev “Yağmur” adlı bir öyküsünden bahsetti. Bulgaristan’da bir köyde Bulgarlarla Türklerin ortak kullandıkları bir mezarlıktan. Sürekli kemiklerinin aidiyetinin hesabını yapan iki ulustan. Sonra bir gün şiddetle yağan bir yağmurun ardından birbirine karışan kemiklerden, ruhlardan. Aidiyet nedir sorusunu bir kez daha düşündürten o hayali yağmuru Dinev’in sesiyle birlikte dinlemek apayrı bir deneyimdi!
O yağmurla birlikte ben de dedemin geçmişinden çekip aldığım “Arı” adlı öykümü okudum ve Batı Trakya düşlerine daldım, Dimetokalı oluverdim! Balkan Savaşları’ndan başlayan göçün, Edirne’ye, oradan İstanbul’a uzanan kırık öyküsünü paylaşırken, yaşamın koleraya, çamura, açlığa ve savaşa bulanan göç yağmurunun altındaki soluk rengini de yaşadım. Ne kadarı bana ait, ne kadarı geçmişe bilemeden, artık pek de umursamaksızın aradaki farkı. Gölgeler ve meleklerle birlikte edebiyatın içerisinde tuhaf bir pusulayla yol bulmaya çalışırken, bazen bunun bile önemli olmadığını fark ederek. Makedonya, Üsküp doğumlu şair arkadaşım Nikola Madrizov’un satırlarında bularak bazen kendimi. Bazen sadece susarak.
Madrizov’un dizeleri ne mi diyordu? Gerçek şiir ne derse onu! Kısacası hakikat ne diyorsa onu.
Gölgeler Aşmakta Bizi
Bir gün karşılaşacağız,
kâğıttan bir kayık ile
nehirde küllenen karpuz gibi.
Dünyanın erinçsizliğini
içimizde yaşatacağız. Avuçlarımızla
güneşin ışığını karartacağız ve el feneriyle
yaklaşacağız.
Günlerden birinde rüzgâr
estiği yönde durağan olacak.
Kayın yapraklarını gönderecektir
eşikte duran pabucumuza.
Kurtlar masumluğumuzun
peşine düşecektir.
Kelebekler yanaklarımıza
kendi tozunu dökecektir.
İhtiyar bir nine her sabah
bekleme odasında masalımızı anlatacaktır.
Şimdi dediklerim bile
önceden söylenmiştir. Rüzgârı bekliyoruz
Hudut kapısındaki iki bayrak gibi.
Bir gün tüm gölgeler
aşıp geçecek bizi.
(Çev. Meralj Asimov)
Bir gün tüm gölgeler, evet haklısın Nikola.
n (Projeyi merak edenler için:
www.goethe.de/wagnisdererinnerung)