“Esas olan yaptığınız iştir.”
Erdal Öz’ün anısına ailesinin koyduğu ödülün bu seneki sahibi, edebiyatımızın çınarlarından Murathan Mungan’ın ödül akşamındaki sözleriydi bunlar. Ödüllerin, ödüllerle birlikte gelen ritüellerin anlamına değinen Mungan, edebiyatçılardan sonsuza uzanabilecek sesin ışığında söyledi bu cümleyi. Yazarın zihninden kağıtlara erişen, hem sesi hem de ışığı barındıran o sonsuzluk prizmasının tarifini yaparcasına. Hemen her şeyin yazarla masası arasındaki o bitimsiz buluşmada ortaya çıktığını ima edercesine. Yazma eyleminin yepyeni bir dünya vaadi, gerçekle gerçek olmayan arasında uzanan telkâri bir asma köprü olduğunu hatırlatırcasına. Bir yazarın yaşamındaki koyakları, gelgitleri, o gelgitlerle birlikte yazara yaşatılan darboğazı, o darboğazın içinde kendine güfteli bir yer, gümüşü bir yurt aramaya çalışan o yersizyurtsuz insanı, yazarı anlattı bize Mungan. O ve yazdıklarıyla aşılabilecek engelleri.
Onu, ilk ödülünü kazandığı otuz sekiz şiirinin yer aldığı Sahtiyan’ın içinde gezinen haliyle dinledim kimi kez. Zihnimdeki Murathan Mungan’ın olağanüstü edebi güzelliğiyle, kendi kendime mırıldanarak o lezzeti.
“dövmegüllerle alnıma nişan düşüren o aşiret töresi
tarihin önünde huzura çıkar sual eder hüviyetini
yüreğim kar altındadır
cehennemler göçebe
ve bedenim, o sınır iklimi
gün gelir açıklar kendini
zaten kim yazabilir ki sanayileşmekte olan bir toplumun bütün cehennemini”
Kimi kez salonun atmosferine eşlik ettim, o geçmişin cehennem kıyısındaki hülyalarına birlikte gittik. 1980’lerin Türkiye’sinde yazar olmanın, yaşananı yazmanın ya da yazamamanın kıyılarına dokunduk. Mungan, Erdal Öz ile nasıl tanıştığını anlattı. O zaman kalkıp o yılların Ankara’sına uzandık. Erdal Öz’ün meşhur Sergi Kitapevi’ne. Derken onun İstanbul’a, Can Yayınları’na varan serüvenine.
Can Yayınları’ndan ayrılırken çok istediğim halde bir türlü veda edememiştim Erdal Öz’e. Onu yitirdiğimizi öğrendiğimde de en çok buna üzülmüş ve yaşamın ertelenemeyecek kadar kısa olduğuna kanaat getirmiştim. Sanırım Perşembe akşamı onunla içtenlikle vedalaştım. Duyduğunu biliyorum, o öyle bir insandı! TRT’nin bir zamanlarki en önemli kültür programı olan Okudukça’sını (yoksa Okudukça’nın TRT’si mi desem) kısa da olsa yeniden seyredebilme şansını elde ettiğimiz buluşmada Öz, o gözlerinin içi gülen adam, o çok sevdiği Şile’sinden seslendi bize. Yaralısın, Kanayan, Gülünün Solduğu Akşam adlı kitaplarıyla. Deniz Gezmiş’i ve onun gibi devrimcileri birer insan olarak anlatmayı tercih ettiği Gülünün Solduğu Akşam’a gelen siyasi tepkilerden bahsetti. Kitap çıktığı zaman cezaevlerinden gelen protesto mektuplarından. O mektuplardan sonra yazmaya küsmesinden. “Ben bir yazardım” diyordu Öz, “Siyasetçi değildim”.
O tuhaf geçmiş, salonda bulunan bizleri nazikçe yanına çekip farklı bir şimdi yaratırken Türkiye’nin bugünkü haletiruhiyesini de hatırladık elbette. Yanımda edebiyatımızın bir başka çınarı Oya Baydar’la ülkemizin son hallerini konuştuk biraz. Baydar Türkiye’nin yaşadıkları konusunda endişeliydi. Onun gibi bu ülkenin tarihine bu denli muktedir bir kalemin bu endişesini ciddiye almak gerekiyor diye düşündüm. Hemen hepimizi saran o karamsarlığın yerine başka bir şey koymak gerekiyor diye.
İyi de neydi bu?
Ne?
Sanırım Murathan Mungan haklıydı. Esas olan yaptığımız işti. Ve ne olursa olsun işimizi hakkını vererek yapmaya devam etmeliydik.
Yazmalıydık.
Erdal Öz Edebiyat Ödülü
Haberin Devamı