Takım tutmayı becerememiş biriyim. ‘Sen ne anlarsın!’ diyebilirsiniz şimdi. Ne derseniz haklısınız. Oysa futbolla çevrili bir evde büyüdüm. Geçmişin içine saklanmış tatil günleri hem radyodan hem de televizyondan yükselen maç sesleriyle hatırladığım anlardır.
Yazmıştım bunu galiba. Babam uzun yıllar futbol oynamış bir doktordur, dayımın amatör ligdeki kaleciliği meşhurdur. Ya şimdi? Farklı sayılmaz. Eşim Ruşen Çakır siyasetin içine gömülmüş bir gazeteciyken spor yorumları da yazmaya başladı. Gözümün bebeği oğlum hararetli bir Cimbom taraftarı. Cimbomlu öğrencilerimin bir kısmı Ruşen ve oğlum Ali Deniz’in stattaki hallerini benden daha iyi biliyorlar! O stat hallerini az çok bilirsiniz hepiniz. Bu sonraki günlerde sınıftaki dersleri hem kolaylaştıran hem de zorlaştıran bir yan.
Neyse efendim, Cumartesi günü kalkıp Kadıköy Yoğurtçu Parkı’na gittim. Amacım oradaki kitap şenliğini izlemekti. Yoğurtçu Parkı Kadıköy’ün en çok sevdiğim parklarından biridir. Bir kitap fuarına evsahipliği yapması ayrı bir heyecan verdi bana. Kozyatağı Rotary Kulübü ve Kadıköy Belediyesi’nin işbirliği ile gerçekleştirilen şenliğin bu yıl üçüncüsü düzenleniyordu? 30’dan fazla yayınevinin katılımcı olduğu şenliğe başka bir şenlik eklenmişti. Tahmin edeceğiniz gibi park sarı lacivert bir haldeydi. Bir sürü taraftar çimenlere yayılmış, akşama doğru başlayacak maçın heyecanını hafifletmeye çalışıyorlardı. Uzun zamandır parkı bu kadar kalabalık görmemiştim.
Bir anda tuhaf bir hisse kapıldım. Maç için duyulan bu heyecanın kitap standlarına doğru akabileceğini ve futbol ruhunun kitap okuma ruhuyla buluşabileceğini hayal ettim. Davul zurnalarla parka yayılan heyecanın kitaplara da sıçrayabileceğini. Ortam çok uygundu buna. Köfte ekmek, düdük sesleri, yaşam ve işte orada, üç metre ötede duruyordu kitaplar, başka bir yaşam kanıtı olarak!
Haydi gençler ve hep genç kalacaklar!
Hayır. Boş yere kapılmış olduğum bir hayaldi bu. Kimse kitapların olduğu yere doğru gitmiyordu. Satın almayı bıraktım, merak bile etmiyorlardı şenlikte olup bitenleri. Onlar için önemli olan derbi maçı öncesi ve sonrası yaşanacak olanlar, kupayı kimin eve götüreceği, maçta atılacak sloganlar ve o gece sokaklarda yaşanacak olan coşkuydu. Son derece insanca bir beklentiydi bu.
Ama ben yine de kitaplarla futbol arasına giren o derin yarığı düşündüm.
Sporla okumak arasındaki o derin çatlağı.
Aradaki tek fark bedendeki farklı kasları çalıştırıyor olmalarıydı ve ikisi de insan için gerekliydi.
Ardından fanatiklikle okur arasındaki farkı düşündüm.
Özellikle de Galatasaray kupayı kazandıktan sonra stadyumda yaşanan arbedeyi izlerken.
Havaya atılan minderleri, sahaya dolan insanları, biber gazını, dumanı, maskeleri.
Kitaplarla yaşam arasına giren o derin yarığı düşündüm. Bu yarık nasıl kapanabilir gibisinden sorular işte.
Sadece Galatasaray’ı değil bir seneden beri verdikleri mücadeleden dolayı Fenerbahçe’yi de kutluyorum ve sonraki senelerde bu büyük camiaların sadece taraftarlığa değil kitap okumaya, ırkçılık karşıtlığına ve oyunun centilmenliğine yönelik kampanyalara da imza atmalarını hayal ediyorum.
Bu hafta için birkaç kitap önerim var:
Ayşe Sayın’ın dilimize kazandırdığı Siegfried Lenz’in ‘Almanca Dersi’ (Everest), Sevin Okyay’ın çevirdiği Jonathan Franzen’in ‘Özgürlük’ü (Sel) , Fatmagül Berktay’ın Hannah Arendt’in politika anlayışını tartıştığı ‘Dünyayı Bugünde Sevmek’ (Metis) adlı kitapları.
Gençler içinse önerim otistik bir kardeşin yaşadıkları karşısında bunalan bir ablanın çarpıcı öyküsünü anlatan ‘Kardeşimm Benim’ (Günışığı Kitaplığı, Cynthia Lord, çev. Nazlı Tancı).
Futbolsuz gününüz olmadığı gibi kitapsız gününüz de olmasın.