‘Güvercinin barışı mıdır barış?’ diye sorar Pablo Neruda.
Sonra şiir akar gider:
‘Leopar mı sürdürür savaşı?
Niçin öğretir öğretmen ölümün coğrafyasını?
Okula geç gelen kırlangıçlara ne olur acaba?
Doğru mudur gökyüzü boyunca Berrak mektuplar taşıdıkları?’
Barışı ararken yaya kalmayalım diye bir kez, bir kez daha okudum Neruda’nın satırlarını. Okudukça içimdeki o endişe büyüdü. Barışı isterken istediği barışın arka planını dolduramayan zihinler geldi aklıma. Örneğin sokaklarda barışı isterken evdeki karısını, sevgilisini döven, dövmese bile sözlerle taciz eden, sözlerle taciz etmese bile onları yok sayan erkekleri düşündüm. Demokrasi savunucusu öğretmenlerin okulda estirebilecekleri zehir zemberek havayı, en büyük hiyerarşiyi öğrencilerinin üzerinde kurdukları zaman bunu ‘eğitimin gereği olarak’ soluduklarını hatırladım. Eşitlik sözcüğünü sarf edip duran insanların, diyelim ki sıradan bir anda, örneğin trafikte önüne geçen bir arabanın sürücüsüne olmadık küfürler edişini, hak arayışını kendine şiar edindiğini söyleyen bir entellektüelin en ufak bir çıkar çatışmasında kendi alanına hırsla abanmasını, samimiyet diye ısrar eden zihinlerin yaşamlarını kibir yumakları ile örmelerini, adalet arayan bir düşünürün adaleti kendi egosunda bulma gayretkeşliğini, gücü protesto eden bir tavrın aslında arka planda aradığının kendi iktidar gücü olması ‘gerçeğini’, özgünlük arıyorum diyen bir sesin aslında sadece kendi içindeki sesi seslendiren düşüncelere yatkın durmasını, kısacası insanların söylediklerindeki kadar söylemediklerinde yatan sözcüklerin anlamını düşündüm. O anlam ki bazen sesli cümlelerden, sözcüklerden çok daha ötede farklı şeyler fısıldar bizlere.
Onlara dikkat kesilmeli.
Neden mi?
İnsanlar söyledikleri kadar söylemediklerinde de samimi olduklarında birbirleriyle gerçekten buluşma şansları artar, belki bu yüzden. Bana öyle geliyor ki insanlar asıl söylemediklerinde istemelidirler barışı, kardeşliği, dostluğu ve iyiliği. Asıl oralardaki önyargılardan, hoşgörüsüzlüklerden, tahammülsüzlüklerden arınabilmelidirler. Kıskançlık, haset, nefret ve çıkar kavgası, sessizliğin ardına saklandığında, farklı kılıflara sokulup cümlelere, sese ve toplumlara taşındığında, leoparlar hep suçlanan olacaktır kırlangıçlarsa hep masum.
Sadece söz mü? Söz kadar eylemde de geçerlidir bu. İnsanların atfettikleri ya da insanlığın genelgeçer biçimde atfettiği anlamdan çok, tek tek bireylerin samimiyetle ne yaptığıdır önemli olan. Elbette bu yapılanların nelere yol açabileceğini fark edebilmek de. İyilik istiyorum derken cehennem yolunun taşları döşenmemelidir yollara.
Neruda’nın ‘güvercinin barışı barış mıdır’ diye sorarken bana düşündürdükleri bunlar oldu işte. Sadece güvercinin temsil ettiği yetim barışın barışa yetmeyeceğini, berraklığın ne olduğunu bir kez daha hatırlayalım ve mümkünse unutmayalım diye... Barış gelecekse böylesi bir berraklığın içinden, içtenlikle gelsin bulsun bizi diye.
Toktamış Ateş’i kaybettiğimiz bir haftadan geçiyoruz. Yıllar önce bir edebiyat öğrencisiyken İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler’de okuyan arkadaşlarımın ısrarıyla bir iki dersine girmiş ve onu dinlemiştim. Öğrencileri tarafından sevilen ve sayılan bir hocaydı. Bilgi Üniversitesi’nde aynı çatı altında da çalıştık onunla. Engin bilgisi bir yana farklı düşüncelere duyduğu hoşgörüsü hep aklımızda olacak.