Bundan asırlarca önce bugün Robinson Crusoe ilk baskısıyla okurlarla buluştu. Bir çocuk kitabı gibi okunabilirliği, içinde taşıdığı mesajları zaman zaman gizlemiş olsa da Robinson’un öyküsü, hemen her tür okura ulaşabilmesi anlamında kayda değerdi. Aslında yazarı Daniel Defoe’nun özellikle Cuma’sını takip ederek 18. yüzyıldaki İngiliz toplumunu ve kendine benzemeyen bu ‘insanı’ nasıl ‘eğittiğini’ görmek açısından da çok kıymetli bir kitaptı Robinson Crusoe.
20. yüzyılda ünlü Fransız yazar Michel Tournier, Robinson Crusoe’u tümden başaşağı çevirerek modernizmin yalnız insanını ve bu yalnızlık içerisindeki hâlini gözler önüne serdi (Cuma ya da Pasifik Arafı adlı kitaba bir ara bakın derim). Elbette Cuma’nın konumu da değişmişti. 18. yüzyıldaki efendisi Robinson Crusoe’la bu efendi arasında dağlar kadar fark vardı. Dahası Cuma’nın kendisi de değişmişti. Dile kolay 200 yıl boyunca kendisine ne söylendiyse yapmış ve ‘medeniyeti’ öğrenmişti! Gelin görün ki 20. yüzyılın asap bozan yanı gerçeğin kaygan anlamı karşısında Robinson kadar onu da eğretileştirmişti. Bilen ama yalnız bir çift, tuhaf bir ‘efendiyle kölesi’ efsanesiydiler artık. Üstelik Cuma’ya tam manasıyla köle de denemezdi, siyasi doğruluk adına başka başka isimlerle anılıyordu. Tournier’nin kitabı, Robinson’un hazin sonunu aktarırken Cuma’nın yaşama direnişinin seri üretime nasıl dönüştürülebileceğinin ve bu dönüşümün sermayeye nasıl katılabileceğinin de ipuçlarını taşıyordu.
Sakin hoyratlık
Robinson’u düşünürken zihnim beni yine İngiliz edebiyatının görkemine götürdü elbette. Sonrasında ise fuarı hatırladım! Geçen hafta Londra Kitap Fuarı’nın standları arasında dolanırken bizim TÜYAP’ta (ve TÜYAP’ın illere yayılmış kitap fuarlarında) şimdilik hissetmediğim bir duyguya kapıldım. Her şey çok ama çok sakindi. Ortalıkta kitap alma telaşı içinde olan kimse yoktu. Yayınevlerinin ferah masalarında yazarlarla sözleşmeler yapılıyor, uğultu adına en ufak bir işaret ortada dolaşmıyordu. Kısacası 21. yüzyılın kitapla kurduğu ilişki de, diğer birçok ilişkide olduğu gibi pazar ilişkisinin gözle görülebilen ‘sakin, makul, anlaşılabilir, hoş ve olabildiğince yüzeysel’ yanını temsil ediyordu.
Dahası bu ilginç pazarın içine girebilmek için İngiliz vb. yayıncıların yurt dışında baktıkları en temel özelliğin kitabın edebi yanından çok kendi ülkesinde ‘ne kadar sattığı’ olduğunu hatırlayınca da biraz hüzünlendim. 21. yüzyıl Robinson’unun ve elbette Cuma’sının, adalarını çoktan terk etmiş, o ya da bu şekilde paraya endeksli karasal iklimli yaşamlarını düşündüm. Böylesi bir ‘sakin’ hoyratlığı devreye sokabilmek için ‘anlamı’ nasıl bu kadar dışarda bırakmış olduklarını, dahası bunu ‘anlamak’ için bile para dökmek gerektiğini mırıldanıp durdum kendi kendime.
Adasız
Haberin Devamı