1980’li yılların feminist hareketinin içinde yer alan İstanbul Üniversitesi’den Doç. Sevgi Uçan Çubukçu’ya göre yeni yasa kadına yönelik şiddeti önleyici tedbirlere dair önemli düzenlemeler getirse de büyük eksiklikleri var: Yasanın ruhuna sinmiş olan yaklaşımın aile merkezli olması bana göre, en sorunlu noktalardan biri..İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırmaları ve Uygulamaları Merkezi Müdür Yardımcısı Doç Dr. Sevgi Uçan Çubukçu ile 8 Mart’ı konuştuk, 2012 yılında 8 Mart’ın Türkiye’ye düşen izini.-2012 yılında Türkiye’yi kadın hakları bakımından nerede görüyorsun?Üniversite öğrenciliğimin sürdüğü 80’li yıllarda, Türkiye’de çoğunluğunu akademisyen, gazeteci, çeşitli mesleklerden kadınlar ve öğrencilerin oluşturduğu heyecan verici bir feminist hareket vardı. Ben de üniversite öğrencisi olarak bu hareketin bir parçasıydım. Ataerkil sisteme meydan okuyan bir hareketti bu. Bilinç yükseltme grupları, aile içi şiddete karşı kampanyalar, Mor Çatı, Kadın Kütüphanesi, Ceza Kanunu, Medeni Kanun, çeşitli yayın faaliyetleri, akademiye ve bilimsel bilgi üretim süreçlerine müdahale ve daha nice çaba, mücadele ve kazanım. 1987’yi hatırlıyorum örneğin; Kadıköy, Yoğurtçu Parkı’nda 2500 kadınla birlikte yürüdüğümüz “Dayağa Karşı Kampanya”nın gerçekleştiği o tarihten bugüne gelelim. Aynı konunun, yani şiddetin “marjinal bir grup kadın”ın karşı çıktığı bir mesele olmaktan çıkıp, hem toplumun hem de devletin gündemine yerleştiği bir tarihsel kesitteyiz artık.Kadınların sadece kadın olmaktan dolayı maruz kaldıkları ayrımcılık, dışlanma ve ezilmenin adının konduğu, en azından kadın sorunu diye bir meselenin varlığının kabul edildiği, çoğu durumda söylem düzeyinde kalsa bile meşruiyetinin sağlandığı, toplumsal duyarlılığın yaratıldığı bir süreci yaşıyoruz. Eh bu durum da gökten zembille inmedi tabii ki. 80’li yıllardan bu yana inatla mücadele eden, takipçi olan feminist kadınlarla oldu bu kazanımlar. Şunu söylemek abartılı olmayacaktır: Türkiye’nin demokrasi tarihinde eşitlik, adalet, katılım gibi en temel toplumsal taleplerin hayata geçirilmesi mücadelesinde feminist hareketin çok büyük katkısı vardır. Demem o ki, Türkiye’de bugün öyle ya da böyle toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama yönünde yaşanan gelişmelerin arkasında çok ciddi bir bağımsız kadın mücadelesi var. Devlet kendiliğinden yapmıyor bu düzenlemeleri. Halen de devam etmekte olan bir mücadele bu. Örneğin, Kadına Yönelik Şiddet’le ilgili yasa tasarısının Meclis gündeminde olduğu şu günlerde feminist kadınlar (Şiddete Son Platformu mesela) her noktada takip ediyor, görüş bildiriyor, öneriler getiriyor, taslak hazırlıyorlar.Tam da burada 4320’ye gelelim. Kanunun yenilenmesinde birçok sorun mevcut.Haklısın. Kadının ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı 8 Mart’a yetiştirilmeye çalışılıyor belli ki... Çok önemli bir yasa tasarısı bu elbette. Oldukça önemli düzenlemeler getiriyor kadına yönelik şiddeti önleyici tedbirlere dair. Ancak önemli eksiklikleri olduğunu da söylemek gerekir: Öncelikle taslağın ruhuna sinmiş olan yaklaşımın aile merkezli olması bana göre, en sorunlu noktalardan biri. Zira, kadını özerk ve somut bir birey olarak görmekten çok, annelik, eşlik, kız çocuk roller üzerinden tanımlandığı bir zihniyet sürüyor ne yazık ki hâlâ... Oysa, kadına yönelik şiddeti yeniden üreten zihniyet tam da, kadının varoluşunu bu rollerle sınırlayan ataerkil sistem. Dolayısıyla kadını özerk bir birey olarak gören bir yaklaşımla yapılacak düzenlemeler, yasalar kadın-erkek arası fiili eşitliği ya da toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme potansiyeli taşır. Aksi takdirde, eşitsiz güç ilişkilerinden doğan şiddeti ortadan kaldıramayacağınız gibi, tam da niyetlenilen şeyin tersine, şiddetin yeniden üretimine katkıda bulunmuş olursunuz.Üniversite yıllarından beri birbirimizi tanımanın rahatlığıyla sorayım bu soruyu. 20-30 yıl öncesine göre bizim kuşağı nasıl değerlendiriyorsun?Bizler, 80’li yıllardaki feminist uyanış ve bilinçle aslında kendi kadınlığımızı ve kişiliklerimizi inşa ettik bir yandan. Bu nedenle bizim kuşak, öncü feministlere teşekkür borçlu kesinlikle... Bu farkındalık bizlere çok şey kattı. Buna rağmen tabii ki ataerkil sistemin ve kültürün içinde yaşıyoruz. Bunlardan azade değiliz hiçbirimiz. Ne özel alanımızda ne de kamusal varoluşlarımızda. Bu farkındalık kendi bünyemizde çok çelişkili durumlar da getirdi esasen. Farkındalığın verdiği bir güç, kimi zaman da bu farkındalığın getirdiği çatışmalar oldu, zaman zaman yaşanan mutsuzluklar gibi... Bütün bu çelişkili süreçleri birlikte yaşadık. Öğrencilik yıllarımdaki feminist bilinçlenme yaşamımı belirledi şüphesiz. Kadınlığıma dair, insanlığıma, anneliğime, mesleğimde varoluşuma dair... Ama benim için en önemlisi, hayatı ve kendimi anlama ve anlamlandırma süreçlerimde ‘bilgi’yle kurduğum ilişkide gerçekleşen müthiş bir aydınlanmadır feminizm. Halen de bu anlam ve ruh hali devam ediyor benim için. Kendi içinde bedelleri de olan farkındalıklar bunlar tabii ki. En nihayetinde özne olma/kendini gerçekleştirme mücadelesi bu... Ünlü siyaset bilimci Mouffe’un şu sözünü çok seviyorum: “Bitimsiz bir mücadele bu!”. Nihai hedefler önemli tabii ama daha önemli olan, bu çabanın bizahiti kendisi özgürleştirici ve mutluluk verici bir potansiyel taşıyor. Daha güçlenerek çıktığımızı düşünüyorum. Hele bir de iki kız çocuğu annesi olarak! Bu durumun feminist kimliğime ve anneliğime ayrıca bir sorumluluk yüklediğini hissediyorum.Sahi ne diyorsun onlara? “Kızlar haklarınızı bilin?”Özne olmaya çalışan bir anne modeli görmeleri benim için çok önemli. Zaten yapabildiğim de bu. Gerisi onların kuracağı bir şeydir. Kendi çelişkileri, kendi mutlulukları, mutsuzlukları, mücadeleleri, hayal kırıkları olacak; bambaşka kodları olacak muhtemelen.. Çok da öngörebildiğim şeyler değil. Ama bütün bunlarla baş etme yöntemleri, kendi seçimlerini yapabilmeleri ve kendilerini inşa edebilme kapasiteleri önemli diye düşünüyorum. Bu noktalarda gerçekleşecek devri miras, galiba bize düşen asıl sorumluluk..Kadın Araştırmaları Merkezi ve yüksek lisans programı nasıl gidiyor?Çok iyi... Açıkçası son 4-5 yıldır en mutlu olduğumuz programlardan biri. Farklı disiplinlerden gelen çok iyi bir öğrenci profilimiz var. Bu programı bitirdikten sonra bulundukları yerlerde farklılıklarını ve farkındalıklarını hayata geçiren öğrenciler çoğunlukla. Biz, çok çeşitli disiplinlerden gelen öğretim üyeleri ve öğrenciler olarak hep birlikte yeniden üretiyoruz feminist bilgiyi. Kimi öğrencimiz akademisyen oluyor, kimi belediyede çalışıyor, sosyal hizmet uzmanı ya da eğitimci olarak çalışıyor, çeşitli bakanlıklar ya da sivil toplum örgütleri gibi alanlarda istihdam ediliyorlar ya da doğrudan akvist oluyorlar. Doğrudan sonuçlarını gördüğümüz bir eğitim faaliyeti yürütüyoruz ki bu da az bulunur bir tatmin açıkçası.. Değerli bir kadroyla, değerli bir ekip yetiştiriyoruz. Doktora programı açmamız konusunda çok talep var. Erasmus programımız sürüyor. AB çerçevesinde Almanya ve Avusturya gibi ülkelerin üniversitelerinden ortak lisansüstü programları açma teklifleri alıyoruz..8 Mart’ta İstanbul Üniversitesi, Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi olarak düzenlediğiniz bir buluşma var. Bu buluşmada cinsiyetsiz bir anayasanın olabilirliğini tartışacaksınız. Böyle bir anayasa gerçekten mümkün mü?Kısa vadede mümkün diyemeyiz belki ama biz bunu dillendirmeli, tartışmaya açmalı ve talep etmeliyiz. Anayasanın katılımcı, özgürlükçü ve eşitlikçi olmasının istendiği bir noktada, onun cinsiyetinin ya da cinsiyetsizliğinin ne anlama geldiğini tartışmadan bir yerlere varamayız! Her anayasanın bir cinsiyeti vardır, yani erkek egemendir bu metinler... Öncelikle bunu kabul etmeli, tartışmaya açmalı ve eleştirmeliyiz ki, ardından cinsiyetsiz bir anayasanın hayal olup olmadığını tartışmak mümkün olabilsin...
Eurovizyon’a gidecek olan Can Bonomo’ya ilişkin bir okurun işaret ettiği hususa değinmek istiyorum bugün. Bonomo ile ilgili Ekşi Sözlük notlarından birine göz attığınızda aramızda yaşama nasıl bakanların olduğunu daha net bir biçimde görüyorsunuz. Bir bölümünü sizlerle paylaşayım:“sırf yahudi olduğu için ülkenin yarısı tarafından sevilmeyen insan değil, sırf siyasi bir müzik turnuvasında türkiye’yi temsil edeceği için sevilmeyen bir insandır.?? bu memlekette yeri geldi ahmet kaya’nın şarkılarını ulusalcılar bile dinledi. ama mesele siyaset oldu mu iş değişir. ahmet kaya siyaset yaptı ve başına gelmeyen kalmadı. can bonomo da kendisine bu sebepten dolayı getirilecek eleştirilere katlanmak zorunda. çünkü kendisi sadece yahudi olduğu için orada. bu memleketin türkü, müslümanı orada değilken, o bir yahudi olarak orada. neymiş, can bonomo türkmüş. hadi yea? bi savaş çıksa katılır mı türkiye için savaşa peki? diyelim israil ile savaşıyoruz. bu siyasetle politikayla imkansız da böyle bişi, diyelim oldu işte. can bonomo kimin için savaşıcak? onu bırak, iran’la bile savaşsak can bonomo yine katılmaz savaşa.?? öyle bedava kimlik yok aga.”Ne kadar “güzel” bir yerde duruyoruz.Cümleleri açmak isterim: Sırf Yahudi olduğu için sevilmeyen insan. Buradaki “sırf”ın anlamı nedir? “Sırf” Müslüman olduğumuz için 11 Eylül’ün kefaretini bir biçimde ödemek durumunda kalan “bizler” değil miydik? Yüzlerce insan boş yere cezaevlerine düştü, işkenceler gördü. Dolayısıyla “gerektiğinde herkes herkese yapar” mantığı iyi bir mantık değil. Bunun ırkçı, önyargılı bir tavır olduğunu kabul etmek ve aynısını başkalarına yapmamak, yaptırmamak çok önemli. 11 Eylül’ün hemen ardından gelen bir dönemde ABD’de kendi halinde bir dükkâna girmiştim. “Sırf” kredi kartımın üzerindeki ismim ve İngilizcedeki aksanım ona yabancı geldiği için benden pasaport istemişti kasadaki gencecik kız. Çok net hatırlıyorum: “Kimliğim beni potansiyel bir suçlu yapmaz” demiştim ona. Ardından aldığım bütün malları dükkanda bırakıp çıkıp gitmiştim. Kimliğim üzerinden gerçekleşen bu üçüncü sınıf yabancılaştırma efekti acayip canımı sıkmıştı. Mesaj belliydi: “Bizden değilsin, o halde bir tehditsin!” Diyelim ki ben Türk kökenli Amerikalı bir vatandaş olsaydım, anadilimde konuşma hakkımı ifade etmem beni politik bir şahsiyet mi kılardı? Türkçe şarkılar söylemek istemem Amerikalıların gözünde beni vatan haini mi yapardı? Diyelim ki yaptı; bunun doğru olduğuna inanmamız mümkün olur muydu?Doğuştan kimliklerimizi seçemeyiz. Burada atlanılan esas bu. Seçebildiğimiz tek şey yaşam içindeki eylemlerimizdir, kısacası yaşam içindeki seçimlerimiz. İlle “bir kimlik” aranıyorsa bu seçimlerden oluşabilir kimlik. İnsanlara bu gözle bakmak hepimiz için en sağaltıcı olandır. Can Bonomo, Yahudi kimliğini seçme olasılığı olmadan dünyaya gelmiştir. Kimisinin Ermeni, kimisinin Azeri, kimisinin Türk kimliğini seçme olasılığı olmadığı gibi. Önemli olan bu halimizle ne kadar insan olabildiğimizdir. Bizi biz yapan bu kimlikler değil, yaşamımız boyunca irademizle yaptığımız seçimler. Buna inanmazsak, doğuştan bizim gibi olmayan, bize benzemeyen herkesi tehdit olarak görmeye devam ederiz. Kuşkusuz suçlamak da bir seçim! Ama yaşamın işleyiş biçimine uygun bir seçim değilÖ Kestirme, kolaycı bir yol; üstelik bunu hemen hepimiz arada bir yaparız. Malum beyindeki kodlamaların dibi yoktur! Önemli olansa bunu bir biçimde fark edebilmek galiba. Bu yolun insani bir yol olup olmadığını kafamızda ölçüp biçebilmek. Belki sonrasında özgür olabilmekÖ Gündüz Vassaf’ın bir yazısında dediği gibi yani: “Özgürlük beni ben yapan aitlik üniformalarımdan, dinden, bayraktan, anne-babamdan, coğrafyamdan, yüzyılımdan kurtulmam. Benden kurtularak ben olabilmem. Yıldız tozunun zerreciğinde küçülerek evrenle bütünleşebilmem.”Gelelim Eurovizyon’da yarışma fikrineÖ Eurovizyon. Şu ülkemizin bitmeyen prestij arayışının kilitlendiği isim! Neredeyse AB’ye girmekle eş tutulan o yarışmaÖ Yarışmanın bu halini bir yana bırakalım ve Türkiye’yi bu yıl temsil edecek Bonomo’nun seçimine bakalım. Hiç kuşku yok ki savaşa girmekten daha iyi bir seçim onunkisi! Sanatıyla ülkesini temsil etmek! Hatırlatalım: Can Bonomo orada bir şarkı söyleyecek. Dünyanın en evrensel diliyle, müzikle yapacak bunu.Aranılan bir seçim varsa budur. “Sırf” budur.Kendisine buradan bol şans diliyorum.***Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün etkinleri bu hafta boyunca devam ediyor. Bugün saat 17.30’da “Kadın Dilinden Barış Mücadelesi” adlı bir panel var. Güney Kampüs, Demir Demirgil Salonu’nda. Yarın ise Kürt kadınlarının zorunlu göç deneyimlerini anlatan “Ne Değişti” kitabınının yazarlarının katıldığı bir panel var (O kitabı sizlere tanıtmıştım. Okumanızı öneririm). Yine Güney Kampüs’te, bu kez Kırmızı Salon’da.
Kadının şiddete maruz kalmaması için hazırlanan yasa taslağı hayal kırıklığı yaratmaya devam ediyor.En belirgin dönüşüm, kadının değil ailenin korunması üzerinde odaklaşıyor. Bu odaklanma ise şiddetin yarattığı arbedeyi farklı göstermek için bire bir! Kısaca söylemek gerekirse 4320 sayılı Kanun’un eski halini arar durumdayız...Yasa taslağının 8 Mart’ta hayata geçmesi planlanıyor. Planlanıyor planlanmasına da, içerikteki saptırmalar bir yana, daha birçok şeyin beyhude olduğunu, bu yasanın değiştirilen adında görmeniz bile mümkün! Daha önceden “kadın”ın ilk başta zikredildiği yasa taslağında (Kadının ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Yasa Tasarısı), şimdi başta “aile” (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Tasarısı) var!Aman canım ne önemi var ki diyebilirsiniz!Ne yazık ki çok önemi var!Hemen hepimizin bildiği gibi bu yasa aileyi korumak için oluşturulmadı.Aileyi korumanın nesi var ki diyebilirsiniz.Doğrudur, kimilerine göre aile çok önemlidir, kimilerine göre daha az önemlidir, kısaca tartışılabilir. Ancak bu yasayla değil. Hayır bu yasa bunun için değildi! Kadına uygulanan en büyük şiddetin aile içinde görüldüğünden yola çıkacak olursak, bu yasanın “erkeklerden” yana çıkartılan bir yasa olduğunu bile söyleyebiliriz rahatlıkla.Peki erkeklerin korunmaya hakkı yok mu?Elbette var. Ama bu yasa çerçevesi içinde değil.Çünkü bu yasa bu toplumda kadını korumak adına çıkartılması planlanan bir yasa-ydı. Onu erkeğin şiddetinden, dolayısıyla aile baskısından, mümkün olduğunca en donanımlı bir biçimde korumak adına oluşturulmuş bir tasarı-ydı.En azından ben ve benim gibi çok kişi öyle olmasını umuyordu. Bu nedenle baştan sona Bakanlığın bu girişimini destekledim ve yapılanları çok önemsedim. Ancak görebildiğim kadarıyla Bakanlık erkek egemen yapıya ve yapının manipülasyona dayalı diline yenilmiş durumda! Eşitlik fikri bu yasada kadının “insanca yaşaması”na vize verir bir amaç taşımak durumundaydı. Nihai hedef buydu ve bu yasa o noktaya varılması için kadından yana aileden yana değil- olması gereken koşulları barındıran bir yasa şeklinde kafalarımızda belirmişti.Sayısız kadın örgütünün, bu işe ömür vermiş aktivistleri, akademisyenleri ve hukukçularıyla Bakanlığa destek sağladığı bu yasa tasarısının bugün bambaşka bir noktada olduğunu görüyoruz. Bakanlık arka plandaki bu emeği görmezden gelmiştir. Kadın örgütlerinin, mağdur kadınların deneyimlerinden yola çıkarak katkı sağladıkları düşünceleri yok sayılmıştır. Sonuç: Tasarının bu haliyle, üstelik 8 Mart’ta çıkartılmasını içler acısı buluyorum.Tasarının içeriğindeki oynamaları hukuk dilinden size anlatmaya çalışmayacağım. Ama bir edebiyatçı dilinden söylemek gerekirse:“Kadınları dört duvar arasında çaresizliğe bir kez daha mahkum etmek yerine bu işe hiç bulaşmamak en iyisiydi.”“Dostlar alışverişte görsün” mantığıyla bu ülkede ölen kadınları kurtarmak mümkün değil. Kimse kimseyi kandırmasın.
“İki yıl önce Pozantı Cezaevi’nde bir çocuğun ölü bulunması bugün gelinen noktanın habercisiydi. Olayın ardından inceleme yapan komisyon, cinayetle ilgili bir rapor tutmamış, olayın neden ve nasıl olduğuna dair bir görüş bildirmemişti. Bugün yaşananların en büyük vebali bu komisyonun üyelerindedir.” Zeynep Ünal, BİA Haber MerkeziPozantı’da yeni bir şey yok.Tutuklu çocuklar var. Bu çocuklara yapılan cinsel işkence. Bir de iki yıl önce aynı cezaevinde öldürülmüş bir başka çocuk.Pozantı’da göçe zorlanmış ailelerin çocukları ve onların ellerinden çalınmış hayalleri var.O hayallerin taşa bulanmışlığı ve koca koca insanlara anlatamadığı “duy sesimi” yalnızlığı var.O koca koca insanların bu derin ve çaresiz yalnızlığa bulduğu koca koca kulplar, kendi cüsselerine sığdıramadıkları yalanları var.Meraklanmaya mahal yok:Pozantı’da yeni bir şey yok.Pozantı’da her şey aynı. Bir öncekilerin, benzerlerinin aynı. İnsanı insanlıktan çıkaran ne varsa var, yok sayma var, hor görme var, cinsel istismar, işkence, tecavüz var.Pozantı bu ülkede farklı olmanın öde öde bitmeyen bedellerinin adreslerinden biri olarak var. Çocuklar cezaevinde tecavüze uğruyorlar (Bu cümlenin ne kadar dehşet verici bir cümle olduğunu düşünüp duruyorum. Çocuklar hem cezaevinde hem de tecavüze uğruyorlar.)Kimilerinin bu ülkede pek de tahammül edemediği, etnik farklılığa duyduğu öfkeyi önemli saydığı, o önemsediklerini sekter milliyetçilikle sıvadığı, bu uğurda yüreği güp güp attığı için kendini insan addettiği bir gündemde Pozantı yeni bir yer, yeni bir zaman değil. En fazla “bu nedir” sorusu olarak var; var olmasına var ama ötesi yok. Ötesi yok işte!Olsaydı kendi çocuklarına bu kadar hoyratça davranan bir ülkenin ruhları yok eden M Tipi Cezaevi’nin koğuşu değil de okulu, bahçesi, cenneti olurdu Pozantı.Yeni ve vesile; yeni ve başlangıç olurdu Pozantı bugün. Bu yaşananlar karşısında yerin dibine geçişimiz değil de yeni bir şeyler işte.Bir çocuğun suçu... Dağları delmeye niyetlense bile nihayetinde bir çocuk değil midir o? Cezasına cezalar katarak, en sert iklimleri sürekli ona yaşatarak, mümkünse bu dünyaya geldiğine onu bin kez pişman ederek yaratılmak istenen nedir?***Gelelim “Hepiniz Ermeni Hepiniz Piçsiniz” sloganına.Dünyadaki bütün katliamları, şiddeti reddetme gücümüz olabildiği müddetçe insan kalırız. Elbette aradığımız payda insanlıksa! Aranan faşizmse al eline sloganı bitsin her şey. Kendinden olmayanı karala, lekele, küfürlerle beze. Atış serbest nasılsa!Yeri geldi şair ve yazar arkadaşımız Onur Caymaz’ın Radikal’de çıkan yazısına da bir gönderme yapalım. Şöyle diyor Caymaz: “Piç demişler! Bir Violette Leduc kitabıdır Piç. Lezbiyen literatürün ağır toplarından. Önsözünü Simone de Beauvoir yazmıştır. Orada şöyle bir cümle geçer: Şeytandan korkmam! Tanrı varsa rakibi yoktur... Bir de ne var bak! Piç, ağacın dibinden bitiveren sürgündür. Yıllarca sürgünlerde çürüyenlerden bahsetmiyorum canım; bu, budandıkça doğanın sunduğu bir varoluş biçimidir. Her baharda yeniden çoğalır.” (yazıya ulaşmak için: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1080058&CategoryID=77)Budandıkça, kırpıldıkça daha da insanlığa inanmak istiyorum. Öyle bir tutku düşüyor içime. “Kimlik politikalarıyla bu iş yürümez arkadaşım” diyesim geliyor. “Mağdurun yanında olmak başka, nefretine nefret katıp kendi zehrine yol açmak başka” diyesim. “Hepimiz Ermeniyiz” ile “Hepiniz Ermenisiniz Hepiniz Piçsiniz” arasındaki anlam yarığına düşmemek için.Benim zihnimde ilki bir kimlik sınavını değil, bir mağduriyete sahip çıkabilmenin yaratabileceği çoğulluğu anlatıyor. Aradığımız insanlık paydasıysa dünyadaki bütün katliamlara, soykırımlara karşı çıkabilme gücünü. Hocalı’ya, 1915’de yaşananlara ve nicesine. Ama yeni katliamlara eşik açacak bir söylem yaratmadan.Gelelim ikincisine... O ise ırkçılıktan, benmerkezcilikten, iktidardan sağlanan bir güçten feyz alabilen bir çoğunluğu anlatıyor bana. Nefretin nefreti üretip durduğu bir mayayı. Bu nefret ha bire, tornadan çıkan nur topu nefretler doğuruyor!Ama bereket yaşam, nefreti seven, nefretle soluk alıp veren bir çoğunluk fikrinden değil sevgiye inanan bir çoğulluktan ürüyor. Her şeye karşın.
Bu sene onuncusu gerçekleşen İzmir Öykü Günleri’nin insanı ferahlatan güneşli bir hafta sonuna denk düşmesi ayrı bir lütuftu. Öykü günlerinin mimarlarından olan toplantı moderatörümüz Namık Kuyumcu’nun eşliğinde Latife Tekin, Mine Söğüt ve Yeşim Dorman ile birlikte dolu bir salonda “sansür” üzerine konuşma şansını yakaladık. Salonun katılımı sayesinde ilginç sonuçlara vardık. Elbette hemen herkes bu ülkeye sansürün yakışmadığı konusunda hemfikirdi, ancak ötesine de değinebildiğimize inanıyorum. Mine Söğüt bir insanın başına gelebilecek en büyük dertlerden biri olan otosansüre vurgu yaparken, Yeşim Dorman masallardan rüyalara uzanan yolda bilinçaltımıza kazınan kağıt kesiği sansürlerden bahsetti. Latife Tekin’in her türlü iktidar diline karşı geliştirilebilecek yaratıcı dil önerisi, tam da edebiyat için bir araya gelmiş olan bizlerin edebiyat ve sanatın açabileceği yolları yeniden düşünebilmesi için verimli bir ortam yarattı.Edebiyat ve sanatın yaratabileceği çoğulluğu işaret eden dilin, içine düşülen açmazlar için eşsiz bir anahtar olduğunu bir kez daha hatırlamak... Açıkçası İzmir buluşması benim açımdan bunu yeniden anlamak için iyi bir kesişmenin de adresi oldu. Daha önceki konuşmacılardan biri olan Aydın Şimşek’in son derece ilginç denemeleri içeren kitabının (Yaratıcı Yazarlık ve Deneysel Düşünme-Kanguru Yayınları) “Hız Bir İdeolojidir; Metin Hıza Karşıttır” başlıklı bölümünde tartıştığı gibi: “Hayatı yavaşlatmak (hangi amaçla olursa olsun) yazarın amaçlarından birisi olmalıdır... Hızı yavaşlatmak tarih bilincine ve tarihselciliğe sahip çıkmak demektir ki, bu da düşünce evrimimizin, kültürel ekinimizin anımsatılması ve yaşatılması anlamına gelir. Hız, sosyal hayatımızın içerisine de girerek tüketimi destekleyecek yeni ve ilginç kavramlar üretti. Malı götürmek, yırtmak, köşeyi dönmek, vakit nakittir vs. Bu ahlaktan beslenen yazar tipi de, sanat yapıtını tüketicinin ve pazarın beklentilerine göre işlemeye başladı.” Şimşek’in yazdıklarını okuduktan sonra yazarın günümüzde durduğu yeri hüzünle karışık bir gülümsemeyle düşünmek de farz oldu: Yaratıcılık yerine bambaşka hususların onay gördüğü şu yazar tipini...Ancak inanıyorum ki edebiyatın işaret ettiği o çoğulluk dili kişi ve kişiselciliği ön plana çıkarmaya eğimli bu kargaşayı zamanla bir yere oturtmaya kadir! Tıpkı salonda tekrar edip durduğum gibi: “Önce şu nefret dilinden sıyrılalım hele bir! Önce birbirimizi dinlemeye gayret edelim.” Kısacası yaşamın hızını yavaşlatalım. Yavaşlatabildiğimiz kadar... Bu yavaşlatma olup bitenleri daha serinkanlı görmemize, anlamıza yardımcı olabilir. Bugün değilse bile bir zaman sonra.Toplantının ardından iki okurla konuşma şansını elde ettim. İlki benden “daha çok edebiyatla ilgili konularda yazmamı” rica etti. Kendisine kültür sayfası bile olmayan bir gazetede yazdığımı söylemedim (ki bu benim özellikle Vatan Gazetesi için en çok dertlendiğim hususlardan birisi, çünkü sanatın dili herkese iyi gelir!) ama elimden geldiğince edebiyata daha çok yer vereceğime dair söz de verdim. Diğeri ise “yazar olmanın öncelikle içten olmak” demek olduğunu söyleyen Yaşar Bey’di. Bir kültür abidesi olan Bulgaristan göçmeni, iki üniversite mezunu ve dört dil bilen 79 yaşındaki Yaşar Dalgıç’a buradan selamlarımı göndermek isterim. Bana, herhangi bir yazarın herhangi bir yapıtına yönelik bir okurun sunabileceği yapıcı, sonsuzluğa açık yaratıcı gücünü bir kez daha hatırlattığı için!Ne diyeyim: İzmir’de gün güzel bitti. Nargileler eşliğindeki akşamüstü, Körfez akşamına kavuşurken bu seneki İzmir Öykü Günleri Buluşması’nın onur konuğu, değerli ustalarımızdan biri olan Leyla Erbil’i düşündüm. Onu ve yazdıklarını. Hâlâ okumadıysanız son kitabını, “Kalan”ı okumanızı öneririm.
Kapıdaki görevli kadınla sohbet ediyoruz. Bir yandan da cüzdanımın içersinde günümü kurtaracak bir kimlik arıyorum. Türkiye’nin ilk empresyonist ressamlarından olan Nazmi Ziya Güran’ın Rezan Has Müzesi’ndeki sergisinin girişindeyim... Biraz debelendikten sonra İstanbul’un puslu ve ayaza kesen havasını tamamen geride bırakıp giriveriyorum içeri. Ve “ışığın ressamı” karşımda! Ona neden böyle dediklerini tablolara yürümüş o aydınlığı, o aydınlıktan yaşama akseden renkleri gördükten sonra çok daha net anlıyorsunuz.1914 kuşağı ressamlarından olan sanatçı, İstanbul’un çehresini bıkıp usanmadan tuvaline taşımış. Aksaray Horhor’daki baba evinden, Çamlıca’ya, Boğaz’a, Salacak’a, Şile’ye uzanan bu yolculukta onunla farklı bir geçmişe doğru kayıveriyorsunuz. Bahçe ve parklar arasında gezinirken, tuvallerin önünde dakikalarca durup, sanatçının fırça esinine kafa patlatan resim tutkunlarıyla selamlaşıyor, zamanı ve mekanı farklı bir ortaklıkta kullanmanın keyfini çıkarıyorsunuz. İki öğrenci hararetle tartışıyor bir resmi. Biri yaşlı, diğeri genç iki kadın tabloların kiminde eksik olan “resmediliş tarihini” bulamadığına dert yanıyor. Benim gibiler içinse resim teknik bir olay değil, bir an demek. O an ne hissettirdiği, zihnimde açtığı kapılar, eşikler... İyi mi, kötü mü bilmiyorum ama böyle.O “anı” izliyorum. Doğanın katmanlılığı, sanatçının ışık vurgunu fırçasında yaşanılan kenti hayallerdeki şehre taşıyor. Onun bostanlarında, kırlarında, sokak aralarında gezineni takip etmeye çalışıyorum. Az önce tanık olduğum Eminönü Meydanı’ndaki ses ve ışıktan daha farklı bir İstanbul bu. Kuşkusuz böyle. Ancak ruh bakımından kentin heyecanı, yaşama gayreti, şiiri sanki hiç değişmemiş. Sadece ışıklı bir tüle dolanmış. Tüle dolanırken gerçekle hayal arasına inen o parlak “sis” insanı büyülüyor. Sanatçının denizini, teknelerini, yelkenlilerini, cami ve kiliselerini, türbelerini, çeşme ve kahvelerini bu tülün içinden seyrediyorum. Kulağımda kentin gerçek sesini o tüle dolayarak; farklı bir gerçek, dolayısıyla farklı bir hayal yaratmaya çalışarak.Çocukluğumun bahçeleri, denizi ve bostanlarının da böyle olduğunu hatırlıyorum. Geçmişin içinde sabitlenmiş anlar vardır. Tablolardaki güneş ve o güneşten yayılan ışık seli “o mühürlü zamanların” da resmi oluyor. Bir Salacak var, bir Şile, bir Haliç. Çocukluğun o hiç bitmeyen ışığı, belki de güneşi Nazmi Ziya’nın tablolarına saklanmış meğerse!Bedri Rahmi Eyüboğlu güzel demiş: “Resimlerin bende bıraktığı ilk intiba Nazmi Ziya’nın güneşin, güneşli günlerin, güneşli toprakların ve güneşli göklerin ressamı oluşu idi.”Ruhunuz şu ara biraz ürperiyor ve hayalinizde kalakalmış ince bir battaniyeyi duygularınızın üzerine hafifçe örtmek gibi bir özlem yaşıyorsanız 18 Şubat’ta açılan ve 17 Nisan’a kadar devam edecek bu “yaz sıcaklığını”, o yaz sıcaklığından kalma çocukluğunuzun “bu eskimeyen güneşini” tereddütsüz bir biçimde size öneririm. Şu sıra ruhu ürpermeyenler için de önerim geçerli elbette!Ha bu arada Haliç’e kadar uzanmışken karşı kıyıda, Santralatölye’deki başka bir sergiyi de kaçırmayın derim! Bu kez daha gölgeli, daha hüzünlü bir sohbete hazır olun. Remzi Raşa’nın “Yalnızlığı Seçmek” sergisi de çok güzel!
O cümleyi eski Yeşilçam filmlerinden biliriz. Arkasındaki ışıklı panoya çivilenmiş üç-beş röntgene aldırmamaya çalışan doktor ecelin borusunu öttürmek üzere olduğu kahramanımıza döner ve der ki: “Metin olunuz efendim, tıp her gün ilerliyor...” Şaka maka, ortak vicdan duygusu diye bir şey sürekli azalsa da tıp gerçekten ilerliyor. Daha dün müthiş bir operasyonla yüz nakli gerçekleşen bir hastaya el atan medyanın halini (yüzsüzce demek istemiyorum ama maalesef öyle) gördüğünüz zaman bir kez daha bunu anlıyorsunuz ve başlıyorsunuz mırıldanmaya: “Ey medya! Sana müdahale edecek tıbbı kimler yaratsın!”Ama tıbbın ilerlediği, insan ruhunun gerilediğine dair eşzamanlı gelişen bambaşka bir örnek daha var ki, bu olayı solda sıfır bırakıyor. Bu kez kendini fena halde eğitimci gören bir müdürümüz (eğitimcilikten anladığının ne olduğunu çözebilmiş değilim) suç geni taşıyan çocuklarımızı ilerleyen tıp sayesinde “önceden keşfedip imha etmemizi” öneriyor!Bu eğitimcimiz, yani elinden binlerce çocuğun geçtiği yetkili kişi, kısaca ailelerin çocuklarını emanet ettiği zat, suçun genlerle geçtiğini söylüyor ve özellikle yoksul ailelerde büyüyen çocukların suça eğiliminin çok yüksek olduğunu saptadığına dair laflar ediyor. Kısaca bu çocuklar yok edilmeli sonucuna varmış ve bu “yuvarlamadan” çok emin.Dikkat kesilmemiz gereken bir durum bu: Karşımızdaki bir eğitimci! Yani karşısına gelen insanı elindeki en büyük araç olan eğitimle nasıl değiştirebileceğini, dönüştürebileceğini düşünmeyi umut ettiğimiz biri. Kısaca insanların hangi koşullarda, nasıl yola çıktıkları ile değil, seçimleriyle “insan” olabileceklerini tahlil etmesini umduğumuz biri. Bu çocuklara eğitimin neler neler sunabileceğini keşfetmiş olduğuna inanabileceğimiz biri.Bu kişi bir müdür. Diyor ki “Vatana millete zarar ziyan vermeden bu çocukları gen tahliline sokalım ve kimde suç geni varsa daha bebekken onları hakkın rahmetine kavuşturalım!” Ooo... Bence müdürüm dahasını da yapalım. Suç geniyle falan kesmez bizi bu iş. Onlardan kafa ölçülerini alalım kafa ölçülerini. Ama bu da yetmez. Kartona örnek bir burun çizip -artık Orta Asya’dan gelen bir dedenin burnu mu olur yoksa Muhteşem Süleyman’ınki gibi bir burun mu olur, bunu dikkatlice düşünmek lazım!- onu güzelce keselim ve ülkemizin resmi kurumlarına dağıtalım. Çoluk çocuk o burun örneğine yaslayıp dursun burnunu. O burna uymayanın zaten aramızda ne işi var, kim bilir neyin nesi kimin fesidir efendim! Atalım onları zındanlara müdürüm. Görsünler Hanya’yı Konya’yı.Demek çocukları imha etmek!Vay vay vay... Bunu söyleyen bir eğitimci!Burada da diyecek sözümüz belli:“Ey eğitim sistemi! Ey bu sistem içersinde kendine marazi bir biçimde yer açmış olanlar! Sizlere müdahale edecek tıbbı kimler yaratsın!”Şimdilerde görevden uzaklaştırılan bu kişiyi çok kısa bir zaman sonra farklı bir yerde, belki biraz daha uslanmış ama çok daha iyi bir mevkide görecek olmamıza aranızda şaşıracak olan var mı? Var mı? Kangren olmuş bu atıl bürokrasinin işleyiş biçimini tedavi edecek olan nedir, bilen?***Müdürün akıllara ziyan önerisiyle zihnimden buharlar yükselirken Şırnak’ın Silopi ilçesinden bir öğretmenin çağrısını sizlerle paylaşayım.Adem Çakmak diyor ki: ‘’Arkadaşlar okulumuzda kütüphane açtık hikaye, roman, ansiklopedi, SBS test kitabı gibi 1-8 ilköğretim sınıfları için her türlü dokümana ihtiyacımız var. Elinizde kitap adına ne varsa gönderip yardımcı olursanız seviniriz. Çocuklarımızın gerçekten ihtiyacı var, çorbada sizin de tuzunuz olsun.’’Adres: Silopi İpekyolu İlköğretim Okulu Şırnak(PTT aracılığıyla göndermeniz tercih ediliyor.)
Bazen bütün değerlerin birbirinin içine girdiğini hissedersiniz. Zaman öyle bir zaman.Uludere’de olup bitenlerden sonra TBMM İnsan Hakları İzleme Komisyonu, Heron görüntülerini izledi. Komisyondaki BDP’li ve CHP’li milletvekillerinden bazıları yaşananların son derece net olduğunu, Heron görüntülerinin hemen her şeyi anlattığını söylüyorlar. Milletvekilleri köylülerin çıplak gözle bile çok net görüldüğünü ve göz göre göre öldürüldüklerini belirtiyor. AKP’li komisyon başkanı ise bu görüntülerin yeterli olmadığını, büyük resmi görmek gerektiğini vurguluyor.İşin aslı, Türkiye ne zamandır bu büyük resmi görememenin sancısını çekiyor. Ancak büyük resim, bazılarının umduğu gibi parçaları bir araya getirilerek oluşturulabilecek bir resim değil artık. Şizofrenik bir algı atlaması içersinde savrulup duruyoruz. Büyük resmi görmeyi bir yana bırakalım, elinize hasbelkader tutuşturulmuş parçanın bile bir süre sonra tarumar olmayacağından emin olamıyorsunuz. Bu arada sözcükler, sözcüklerin yarattığı çağrışımlar, kendi karşıtlarıyla ifade edilir hale geliyor: “Özgürlük diyorsam tutsaklık, barış diyorsam savaş, düzen diyorsam kargaşa demek istiyorum be kardeşim, neden anlamıyorsun!”Büyük resim. Var mı böyle bir resim?Hukuk alıp başını gitmiş durumda, MİT kargaşası akıl almaz boyutlarda. Bu arada masum insanların (pardon onlar her türlü muameleyi hak eden kaçakçılardı değil mi?) üzerine yığılan bombalara yapbozun bir parçası gibi bakmamız isteniyor bizlerden ve deniliyor ki “halkımız, bize inananlar, sizi tenzih ederiz ki büyük resmi görmeniz gerekiyor, işler bildiğiniz gibi değil!”Buradaki vicdan boyutundan vazgeçtim (ki aslında vazgeçemiyorum ve vazgeçmeyeceğim), onca insanın katledilmesinin büyük resimdeki anlamı ve karşılığı nedir? “Büyük resim” diye diye aslında herkesin kendi kafasında hayali bir resim yaratmak ve sonra bu resmin gerçekliğine insanları inandırmak mıdır hedeflenen? Büyük resim bu mudur, yoksa? Ya da “uzun ve meşakkatli” Meclis taramalarından sonra yetkililerin hassas mikrofonların önünde yaptıkları, ne şiş yansın ne kebap açıklamaları mı: “Kazayla oldu!”Komisyona, komisyonun vicdanına, özellikle verilerle konuşmayı tercih ettiğini belirten ve şu an basına açıklama yapmayan AKP’li milletvekillerine buradan sormak isterim: Uludere’nin, şu haliyle göründüğü biçimiyle “Dersimvari” silueti, bu resmin neresine saklanacak? İsterseniz dünyadaki her savrulma için oluşturulabilecek ve bir tabloya eklemlenebilecek bir “ton”, “gölge” ya da “fırça darbesi” mevcuttur ya, o hesap... Siz de öyle mi yapacaksınız? “Gerekliydi” gibisinden resmi açıklamalarda mı bulunacaksınız? Diyelim veriler toplandı ve en iyimser tahminle ortaya çıktı ki bir istihbarat hatasıydı olup bitenler (ki bu çağda pek de kabul edilecek bir şey değildir ya hadi neyse) bunun için bile sarf edilecek sözcükleri insani boyutta yeniden düşünmek gerekmez mi? Mesela bir özür, bir af dileme? Bir ışık? Bir ışık. Ki kısa bir süreliğine olsa da demokrasiyle yönetilen bir ülke tuvalinde yer aldığımızı düşleyelim!