Ünlü Amerikalı şair Robert Frost’un bir şiiri vardır. Önümüzde çatallanan iki yoldan bahseder. Hemen hepimize olmuştur hayatta, çatallanıverir karşımızda yollar. İlki hemen herkes tarafından seçilen bir yoldur. İkincisi ise tenhadır ve muhtemelen risklidir, riskli olduğu için ürkütücü.Frost, kalabalıklar tarafından tercih edilen yolu değil ötekisini seçer. Sonra der ki “Asıl farkı yaratan buydu.” Issız olanı “seçmesi”dir farkı kılan. Kısaca seçilmemiş olanı seçmek, daha önce gidilmemiş olanı, denenmemiş olanı göze almak.Frost’un bu şiiriyle ilk kez bir kütüphanede tanıştım! Beyazıt’ın solgun günlerinde kendimi atıp durduğum bir kütüphanede. Dışarda bir hırgür vardı. Bilinen ve tanıdık cümleleriyle insanı rahatlatan bir gerginlik, sorunlu ama aslında sorunsuz bir denklem ağı. İçerdeyse insanın kanını donduracak bir sonsuzluk.O sonsuzluk hâlâ beni büyüler. İtiraf: Benim kutsal sığınaklarımdır kütüphaneler.Bilmediğim bir ülkenin bilmediğim kentlerinde, hele zaman uzunsa, hele gündelik hayatın içersinde tutsak kılınmışsa saatler, akmıyorsa, , tanıdık yüzlerin rehavet salan mutluluğu yoksa etrafımda, bildik diyarların rüzgârı eksikse, ya da ben eksiksem o ara, ibadet etmek istercesine kendimi kütüphanelerin uhrevi dünyalarına bırakıveririm.Gerisi farklı bir iklim, bilinmez bir fantazi dünyası, şimdiye kadar belki de hiç duymadığım bir dil, hiç mırıldanmadığım bir dua, belki de hiç tanıyamayacağım artık yaşamayan bir insanın kulaklarımda çınlayan kahkahasıdır. Duvarlar kalkar, zemin çatlar, uzay ve sonsuzluk “buradadır”. Binlerce harfin ruhu sarar zihninizi. Kelimeler bayrak olur, cümleler insanlara dönüşür, söylenmemiş deyimler henüz bulunmamış bir gezegenin sırrını ele verir. İnsanın küçüklüğü, yeryüzünün enginine karışır. Nadir de olsa tersi olduğu da görülmüştür. Durmanın sorun teşkil etmediği, anlamanız için bilmenizin gerekmediği, bilmeniz içinse bedel ödemek durumunda kalmadığınız bir “zamandır” burası. Bir kere “seçmişsinizdir”. Ve sonsuzluk sizindir!ABD’de yaşayan bir arkadaşım “Bu ülkenin sadece kütüphanelerini seviyorum” demişti bir seferinde. O bunu söyler söylemez kendimi o büyük ülkede mahalle kütüphanelerine nasıl sakladığımı hatırlamıştım. Sabahın dokuzundan geceyarılarına kadar açık olan, hafta içi, hafta sonu tanımayan o mekânlarda birbirinden farklı dünyaları ararken aslında kendimizi aradığımız o tedirgin mutluluğu düşünmüştüm. Ardından Beyazıt Kütüphanesi’ne sakladığım tıfıl günlerim, orada benim gibi öğrencilerin mırıldanmalarına karışan sayıklamalarım aklıma düşmüştü. Evet, bunun bambaşka bir vatandaşlık olduğunu fark etmiştim: Kütüphane cumhuriyeti vatandaşlığı! Bu vatandaşlığın din, dil, ırk, cinsiyet tanımazlığını, sınırları sınırsızlık olan yanını.***Bu hafta (26 Mart-1 Nisan) Kütüphane Haftası. Bu işe gönül vermiş kişilerden biri olan Recai Şeyhoğlu’nun sözleriyle bitireyim yazımı: “Beyler, paşalar, holdingler, çok para kazananlar her türlü yatırım yapıyorlar ama kütüphane açmıyorlar.”Rasime-Recai Şeyhoğlu Kütüphaneler Zinciri bu anlamda bizlere çok önemli mesajlar veriyor. Sadece Bergama’da tam on kütüphanenin bu zincir kapsamında açılmış olduğunu belirtelim ve ana-oğul Şeyhoğlu ailesine böylesi bir “seçim” yaptıkları için içtenlikle teşekkür edelim.Şeyhoğlu ailesinin yaptığı gibi köylere kütüphane açmak müthiş bir girişimcilik! Çünkü sadece merkez kütüphanelerine değil mahalle ve köy kütüphanelerine çok ihtiyacımız var. Asıl onlara ihtiyacımız var! Üstelik bunların günde 3-4 saat açık olanlarına değil, günde 10-12 saat açık olanlarına ihtiyacımız var. Ülkemizin kitap okuyan bir ülke haline gelebilmesi ve belki bu sayede kitapları bomba olarak görmemesi için!twitter: @mgeipliki
Bazı meslekler idealizmle daha çok anılır. Örneğin, milletvekilliği böylesi bir idealizmle anılmaz da (milletvekilleri daha çok kavga etmek ve tuhaf tuhaf demeçler vermek için Ankara’dırlar sanki) öğretmenlik, doktorluk gibi meslekler idealizm timsalleridir. Onlardan aldıkları maaşların karşılığı kat be kat istenir ve ülkenin “neyim doğru ki” mantığında işleyen bürokrasisinde ışıldayan meleklere dönüşmeleri umulur. Bir doktorun günde elli hastaya bakıp aynı zamanda onlara yaşam koçluğu yapması, bir öğretmenin aldığı maaşla var olmaya çalışırken öğrencilerine yüzyılın deneyi “cern”i varoluş felsefesinin ışığında anlatması gibi...Son olarak Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in eş durumu atamalarında il-ilçe emrinin kaldırıldığını açıklamasının ardından öğretmenlerden gelen mektuplar bana bunları çağrıştırdı. Bakanın bu açıklamasının ardından gelen iletilerin çoğunda denilen şu: “Eşlerimizden, ailemizden ayrı kalacağız.”İl-ilçe emri uygulaması, eşi farklı yerlerde çalıştığı için “eş” durumundan atama isteyen öğretmenler için geçerliydi. Öğretmenler, hizmet puanı yetmediği takdirde eşlerinin yanına gidebilmek için il ya da ilçe milli eğitim müdürlüğü emrine atanıyordu. Şimdi bu uygulama kaldırılacak ve öğretmenler artık eşlerinin bulunduğu yere gidemeyecek! İlle eşinin yanına gitmek istiyorlarsa 3 yıl (dile kolay 3 yıl!) ücretsiz izin almak durumundalar! Öğretmenler bulundukları yerlerde çalışmaya devam kararı alırlarsa tayinleri ne zaman çıkarsa o zaman eşlerinin yanına gidebilecekler.“Ne zaman tayin çıkarsa o zaman gitmek!”Kimi öğretmen bunun yıllarca sürebilecek bir belirsizlik olduğu görüşünde...Gelen mektuplardan birinde bu belirsizlikler yüzünden kendi hayatlarına dair plan yapamaz hale geldiklerini söylüyor bir öğretmenimiz. Yeni evlenenler ya da evlenecek olanların perişan olduğunu belirtiyor. Bir diğer endişe yaratan husus ise şu: Bakan, atanmaya hak kazanan kişileri 31 Ağustos’ta işe başlayanlarla sınırlı tutacaklarını belirtiyor. Yani Haziran, Temmuz ve Ağustos 2011’de Türkiye’nin çeşitli illerinde öğretmenliğe atanıp, bayramın araya girmesi ile 5-15 Eylül 2011’de göreve başlayabilen öğretmenler için bu atanma durumu geçersiz sayılacak. Kısacası 31 Ağustos değil de 5 Eylül’de işe başlayanlar atanma hakkını kaçırmış olacak. Bu ise öğretmenlerin yaşamlarında bir sene daha ailelerinden, eş ve çocuklarından uzak kalmaları anlamına geliyor.Bir yıl!Bir yıl nedir ki diyebilirsiniz.Bakan da böyle söylüyor zaten. “İmkansız denilen şeyin en uzun vadesi bir yıldır” diyor. Dahasını da söylüyor: “Şimdi ben soruyorum bu ülkenin bütün insanlarına ve vatandaşlarına. Bir öğretmen atadınız ve o öğretmeniniz tam eğitimin ortasında hangi gerekçeyle olursa olsun bir başka yere gönderildi, orada en az 30 tane çocuğunuz sınıfta öğretmensiz kalacak. İstiyor musunuz böyle bir uygulamayı?”30 tane çocuğun sınıfta öğretmensiz kalması çok önemli bir sorun elbette. Bu yüzden işe en başından başlanılabilir. Örneğin öğretmenlerin atanma tarihi 31 Ağustos’tan 15 Eylül’e kaydırılabilir. Bu sayede herkes okul başmadan yerini yurdunu bilir. Dahası “hiç yoktan iyidir” mantığıyla kotarılan kurallar bir yıl boyunca 30 çocuğa mutsuzca seslenen bir öğretmenin, hem kendisi hem de çocuklar için bir mutsuzluk örneği teşkil edeceğini düşünmekten neden bu kadar uzaktır? Herkesten Reşat Nuri Güntekin’in ünlü romanı Çalıkuşu’nun Feride’si olmasını bekleyemezsiniz. Unutmayalım ki büyük aşkı Kâmran onu aldatmasa Feride’nin yaşam seyri ne olurdu acaba?Belki burada atlanmaması gereken en önemli husus öğretmenlerin sadece idealizm timsali “memurlar” değil aynı zamanda anayasal haklara sahip “bireyler” oldukları hususudur.
Dünya Şiir Günü’nde şair Sennur Sezer’in kaleme aldığı metnin bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum:“Şiir, çağının seslerinin yankısını taşır: Kahkahalar, çığlıklar, ıslıklar... Aşk şarkılarına marşlar karışır, ağıtlara çocuk sesleri.Çok sesli bir korodur şiir, bir orkestra.Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı.Eskimeyen, yaşamaya övgüdür, adalete, aşka.Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca.Şairler söz ustasıdır. Anadildir ustalığın nedeni. Vay şairlere ana dilini yasaklayana. Vay insanlara şiiri yasaklayanlara!”***Umarım Sennur Sezer’in yazdıkları günümüzün hayali kıt yaşam pratiklerine merhem olur. Hemen gerçekleşmeyeceğini bilsem de bu hayali taşıyabildiğim müddetçe içimde taşımak istiyorum.Pazar günü olup bitenlerden sonra, elimizde insanlık adına ne kaldı diye düşünüp duruyorum.Arabalarının taşlandığını söyleyen insanlar, huzurlarının kaçtıklarını belirtenler, biber gazıyla soluksuz kalanlar...Öte yandan duygularını,bastırılmışlıklarını ifade edebilecekleri bir meydanın bile kendilerine çok görülmesinden ötürü isyan içindeki insanlar.Hep aynı. Hep aynı... Yıllardır h-e-p-a-y-n-ı.Yine de inatla şunu söylemeye devam edeceğim. Baskı baskıyı, yasak gerginliği, gerginlik yeni yasakları, yeni yasaklar isyanı getirir.İnsanları rahat bırakmak, onları suçun içine değil, yaşamın içine bırakmak demektir. Ki asıl ihtiyacımız olan budur. Kutuplaşmaları daha beter artırmak, hemen her şeyi kendi cephemize çekip kendimizce yontup durmak değil.Biber gazının kokusu ile taşın rengi arasındaki bambaşka bir yerden bahsediyorum. Devlet şiddetiyle örgüt şiddetinin dışındaki bir yerlerden. Reflekslerin öfke ve nefretten beslenmeyeceği bir yerden. Üstelik devletin polisinin, milletvekilinin sesinin onaylandığı bir yer de değildir burası. Büyük medyada olduğu gibi, olaylara körükle gidenlerin yeri hiç değil! Kısacası hükümdarlara övgü dolu şiirler yazıp “şiir yazdığını sanarak” günü kurtaranların! Tıpkı Sennur Sezer’in söylediği gibi: “Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı.”Bu olup bitenlerden sonra yinelemekten bıkmayacağım tek şey var: İnsanlara yaşamı yasaklayamazsınız. Yaşamın şiirini, o çok sesli koronun sesini yasaklayamadığınız gibi.O şiirin içindeki çoğulluğun sesini bulmak durumundayız. Aksi taktirde varlığımız bir diğerinin varlığına tehdit oluşturmaya devam edecek. İstenilen, kışkırtılan, pompalanan, ezberletilen, dayatılan bu olsa da buna izin vermemek ve şiddetin, küfrün, öfkenin, terörün ağına düşmeksizin karşı koymak gerekiyor. O şiddet karşıtı, vicdanla harmanlanan uzun soluklu mücadele dilini bulmak ve ondan ödün vermemek.
Hayykitap’tan çıkan ve bilgisayar oyunlarına meydan okumaya soyunan bir çocuk serisinin adı bu. Bu dizide çocuklar kendi yollarını seçiyor ve kendi seçimleriyle maceraların kahramanları oluyorlar. Şartlar zorlayıcı! Bu şartlar altında doğru karar vermek pek de mümkün olmayabilir. Bu yüzden yayınevi çocuklara şöyle sesleniyor: “Sayfadan sayfaya atlarken çok dikkatli ol, mantık yürüt, başına neler gelebileceğini iyice düşün. Yanlış yola mı saptın, pes etme, hemen geriye dönüp durumu toparlamaya çalış.”Dizinin en yeni kitabı “Taş Devrinde Tehlike”, mamutlar, aslanlar, yabani atlar, gri kurtlar ve hiçbir dilden anlamayan taş devri insanları arasında ilginç bir bulmaca sunuyor genç okura. Hiç kuşku yok ki geleceğimizin yetişkinleri olacak çocuklara, kendi iradeleriyle yaşamlarını seçebileceklerini anlatmak için iyi bir yöntem bu. Keşke birileri de biz büyükler için böyle bir yöntem geliştirebilse! Örneğin basın bunu yapabilse. Bizi itip kakmadan, devlet dilini meşru kılmadan kendi seçimlerimizle baş başa bırakabilse. Kısaca gerçek işlevini yerine getirebilse!***Bir bayramın toplumsal bir nevroza dönüşmesine tanıklık ettik, ediyoruz yine. Newroz yasaklanıyor. Karşılıklı ithamlarla zaten gergin olan ortam biraz daha geriliyor.Gerçeği (!) anlayabilmek için televizyonlardaki haberlere bakıyorum: Eskiden haber kanalı olan bir kanalda yemek tarifleri silsilesi. Biraz daha hallicelerinde kıyıdan köşeden bir şeyler. Bir gün öncesindekileri de hatırlıyorum. En fazla şu haber: 21 Mart’ta kutlanması gereken Newroz pazar günü kutlanamaz-mış. Diğer gerekçe daha da ilginç: Ateş, duman içersinde panzerleri taşlayan çocuklar ve arkada spikerlerin canlı sesiyle onaylananlar. “Yasaklanmasaydı büyük bir infial yaşanacaktı” gibi sözler, iktidar diliyle uzayıp giden cümleler. Bunu seyredenlerin de başıyla verdikleri onayları seçer gibi oluyorum: “İnfial bu infial! Bu durumda yasaklanması iyi olmuş.”Büyük medyanın toplumsal sorumluluktan anladığı bu mu?Bu.Yasaklara onay verdirmek mi?Evet.Hani biz demokratik bir toplum istiyorduk? “Mektepler olmasa şu Maarifi ne güzel yönetirdim” diyen eski bir milli eğitim bakanının sözlerini çağrıştıran bir duruma nasıl onay verir medya?Veriyor.Vermekle kalmıyor onay da istiyor. Kürtler dışarı çıkmasın, hatta mümkünse soluk alıp vermesinler diyen devlet görüşünü meşru kılarak yapıyor bunu. Kimi kez suya sabuna hiç dokunmaksızın, dokunduğunda da iktidarın parti merkezinden seslenircesine.Kısaca bir haberin tartışılmasında aranılması gereken nesnelliği, kısaca basını basın yapan en önemli özelliği dışlıyor basın. Doğru, güvenilir ve denge unsurlarını gözeten bir araç olduğunu umursamıyor bile. Bir toplumdaki bütün kesimlerin resmini yansıtan bir alan olduğunu unutmuş ve bunu “doğrulatmak” niyetinde. Halkın kapsamlı bir biçimde haber almasını sağlayan bir araç olmayı önemsemiyor, önemsemediği gibi bunun gerçekliğini dayatıyor.“Newroz yasaklandı” haberini TMK (Terörle Mücadele Kanunu) mağduru çocukları panzerlere taş atarken göstererek yapmak ne demektir? O panzerlerin o çocuklara uyguladığı şiddeti neredeyse yok sayarak? O çocukların cezaevinde neler yaşadıklarını bilmiyor muyuz? Daha dün neydi Pozantı’da olanlar? TMK mağduru olarak zamanında serbest bırakılanlarının çoğunun yeniden tutuklanmaya başladığını ve bir cadı avının hüküm sürdüğünü, bunun insanlıkdışı bir faaliyet olduğunu kamuoyuna anlatmayı neden erteliyor basın? Varılacak hiçbir karar noktası yok izleniminin altına neden imza atıyor? “Karar mekanizmaları merkezden çözülür”e niçin onay veriyor ve bunu sürekli onaylatmaya çalışıyor?Öte yandan BDP’li milletvekillerinin sert mi sert açıklamaları da aynı seçimsizliği hatırlatması bakımından zihinlerimizin kar fırtısındaki bulanıklığını berraklaştırmıyor. Amaç, yaşamı seçme özgürlüğüyse daha da fırtınaların içine itiyor insanı.Bir halkın bayramını kutlaması bu kadar zor mu olmalı?Ne yazık ki bu ülkede insanların yaşamlarının kahramanları olmasına izin yok! Kendi yaşamlarının izini takip etmelerine izin yok... Yasaklarla değil ifade özgürlüğüyle, sloganlarla değil konuşarak, savrularak değil seçerek, ezberleyerek değil keşfederek yaşamı takip etmelerine.Hayır, izin yok.
Yaşı çok genç. Nicedir okumak istediğim kitabını nihayet bitiriyorum Aytuğ Akdoğan’ın. “Ağladı ve Gözyaşlarını Öptüm”, 2012 yılının Türkiyesi’nde kimlikleri usulca sorgulayan bir mercekle bizlere genç bir insanın yaşamından ara kesitler veriyor. Onun satırlarını modernizmin bireye getirdiği özgürlük vaadiyle birlikte, bu vaadin peşisıra gelen yalnızlığın izini takip ederek okuyorum. Bakın ne diyor kitabında:“Ben bir Alman, Yahudi, Hristiyan, İtalyan değil, dünya vatandaşıyım diyen Wilhelm Reich gibi beni de ben yapan değerler ırkım, cinsiyetim, tenim ya da göz rengim değil. Ben bütün dünyanın taşra ve kırsalını seviyorum ama bana ihtiyacı oldukları dolayısıyla değil, vicdan yani belli bir inanç sahibi olduğum için seviyorum. Yatırımın en güzeli insana yapılan değil midir? Ve dünya çok yönlü bir mucizedir.”Genç meslektaşım haklı. Kuşkusuz yatırımın en güzellerinden biri insana yapılanı ve elbette bunun ardından gelecek olan mucize. Ancak burada yatırımdan ne anladığımız da çok önemli. Modern toplumdaki bir bireyin, sistemin ve bürokrasinin kilitleriyle bir tutsağa dönüştürülmesiyse yatırım, o zaman her şeyi yeniden düşünmek gerekiyor. Yatırım, iktidarların bir toplumdaki insanların yaşamı ve yaşamı sürdürmeleri hakkında verdikleri kararlarsa, bir kez, bir kez daha düşünmek. Dahası, bu kararlar beş yılda bir oy pusulalarına mühür basma şansı olan bir kitleye yönelikse, iyice anlamalı bu yatırım denilen şeyin ne olduğunu.Örneğin 4+4+4’ün komisyondan mal kaçırırcasına geçmesi bu ülkenin gençleri üzerine nasıl bir yatırım yapılmakta olduğu konusunda hepimizin kafasını karıştırdı! Geleceğimizi ilgilendiren bir kararın ışık hızıyla kendine yol bulmuş olması insanı bir kez daha çaresizliğe ve yalnızlığa itiyor. Toplumun hemen her kesimini ilgilendiren bir kararın bu biçimde “akması” birilerini mutlu etmiş olabilir. Ancak o birileri “herkes” değil, bunun anlaşılmasında yarar var! Sonuç olarak bu hızın verdiği tek mesaj vardır: “En iyisini biz biliriz.” Tüyler ürpertici!Bu arada yalnızlığa terkedilen bir genç nüfus olduğunu fark edebiliyor muyuz peki? Onları bir sınav tutsağı haline getirmiş olan sistemi düzeltmek konusunda neler yapılacak? Düşünmenin bir suç olmadığını ne zaman anlatacağız onlara? Eşitlik ve demokrasi fikrinin her anlamda müfredata girmesi mümkün olabilecek mi? Sıralar arasında uzayıp giden ırkçı söylem ne olacak? Kısacası ak ve karalardan değil, grilerden, katmanların arasına sıkışmış olanlardan haberdar mıyız?4+4+4! Bu gençlere insan olmanın erdemini verebilecek mi? Vicdan sahibi olmanın yolunu gösterebilecek mi? Kendi gibi olmayanı, farklı olanı sevmesine olanak sağlayabilecek mi? Kısa yoldan meslek sahibi olmak insanlara yaşamlarına sahip çıkabilme kudretini de verebilecek mi? Farklılığa, renge, çoğulluğa saygı duymak, insanları sevebilecek kadar cesur olmak 4+4+4’ün neresine denk düşecek? Doğrusu buradaki “insana olan” yatırımın bu yanını pek merak ediyorum. Bu kadar dayatıcı bir biçimde başlayan bu yenileşmenin, şimdiden eskimeye başlayan yüzündeki asıl gerçeği görmek istiyorum.Gençler...Bakmayın siz şu hedefi önceden saptanmış anketlerin sonuçlarına. Toplumu olduğu gibi gençleri de bir güruh şeklinde göstermeye meyilli, genç insanı güce ve iktidara tapan bir model biçiminde göstermeye çalışan şu anketlere. İşin rengi daha farklı!Üniversitedeki öğrencilerimden biri bakın ne diyor? Onun bu sözünü Meclis’teki sağduyulu milletvekillerine ithaf ediyorum:“Yapısı gereği modern toplumda her zaman bir öteki, her zaman bir farklı ve her zaman dışa itelenen biri olacaktır. Sağduyu, erdem ve bilinç, devlet ve benzeri kurumların yapısına zarar verecek etkenler oldukları için bir sürü kurum yaratılmıştır. Bu sayede devlet, bireyi sistemin içinde tutmayı ve sürüleştirmeyi hedefler.”Türkiye’deki eğitim öncelikle insanlara sürü psikolojisini dayatmaktan vazgeçmelidir artık.
Tahsin Yücel’in Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkan yeni kitabının adı “İnsan Yazdığı Şeydir” birbirinden anlamlı denemeleri içeriyor. “Yazarın yazdıklarına nasıl bakabiliriz?” sorusunu derinlemesine inceleyen denemelerden oluşuyor kitap. Beni en çok çarpan Dreyfus Olayı’nı bana yeniden hatırlatan satırlarıydı Tahsin Yücel’in. 19. yüzyıl sonlarında, Fransa’da, Yahudi kökenli bir subayın, Albert Dreyfus’un haksız yere casuslukla suçlanarak zindana gönderilmesiyle başlayan olaylar yargı ve yargıya ilişkin soruşturmalarla devam eder. Büyük yazar Emile Zola’nın bu konuda yazdığı metni hatırlatmış bize Yücel. 13 Ocak 1898 yılında L’Aurore gazetesinde yayımlanan o metni. “Suçluyorum! Cumhurbaşkanına Mektup” adlı bu yazının gerçek bir aydın başkaldırısı olduğunu da sözlerine eklemiş.Aydın başkaldırısı!Ekranlardan geçip giden yüzlere bakıyorum, bu yüzlerin yazdığı yazıları takip etmeye çalışıyorum tarafsız olmaya çalışan bir gözle. Sırf Nedim Şener ve Ahmet Şık tahliye olduktan sonra yazılan yazıları tahlil etmek bile Türkiye’de “aydın başkaldırısı” denilen olgunun ne kadar hazin bir tablo çizdiğini göstermesi bakımından ilginç bir tablo sergiliyor. Yanlış anlaşılmasın. Bunu kendimi dışarda tutarak söylemiyorum. İçimize salınan bu korkunun kaynağını düşünüyorum nicedir. “Neden korkuyoruz?” diye soruyorum. “Sahip olduklarımız bir kalemle kağıttan ibaret değil mi? Zaten böyle yola çıkmamış mıydık?” Aydın başkaldırısı! Keşke tahliye sonrası olaya gösterilen duyarlılık bu insanlar içerdeyken de gösterilebilseydi!Ahmet Şık’la geçen gün telefonda konuşma şansını yakaladım. Uzun zamandır bir insanın sesini bu kadar coşkulu duymamıştım telefonda. Ona çok teşekkür ettim sadece. “Bize öğrettikleriniz için sağolun!” dedim.Gerçekten de onlardan öğrenecek çok şeyimiz var. Öncelikli olarak da kitapların bomba olmadığına ilk başta bizler, yazarlar inanmak durumundayız. Ki bunun mücadelesini ortak bir vicdanla sonuna kadar verebilelim. Zaaf göstermeksizin. Savrulmadan. Yazdıklarımıza öncelikle bizler inanarak. İnsan yazdığı şeydir fikriyle hareket ederek, yalpalamaksızın, yazdıklarımıza sahip çıkarak. Birbirimize sahip çıkarak. Düşünmenin, yazmanın, gerçekleri tartışabilmenin, sağduyuyla eleştirebilmenin, vicdanın sesini dinlemenin “bomba” olmadığına inanarak.***“Ben Bir Taşım” kitabının yazarı Müge Tuzcuoğlu’nun tutuklandığını yazmıştım bu köşede. Onun hüzünle dolu ama insana güç veren bir mektubu var. Bir bölümünü sizlerle paylaşmak isterim:“Pozantı Cezaevi’ndeki çocukların sorunlarını düzeltmeye uğraşırken tutuklanmak...‘Taş atan çocukların’ cezaevinden sonraki yaşamlarını hep beraber örmeye çalışırken tutuklanmak...Yoksulluk ve yoksulluğu aşmaya çalışırken tutuklanmak...Kadınlara özgür bir kapı aralamaya çalışırken tutuklanmak...İnsan cezaevine giderken en çok arkada bıraktıklarını düşünüyormuş. Canla başla uğraştığı çalışmaların ne olacağını... Yalnız bırakmayın çocuklarımı... Pozantı’yı... Yoksulları... Kadınları...”***Ülkemiz giderek bir cezaevine dönüşüyor değerli okurlar. Bunun için ille demir parmaklıklara da gerek yok.Peki sizce asıl gardiyan kim? Korkularımızın başgardiyanı kim?
Geçen Beşiktaş’tan arabasına bindiğim bir taksi şoförü, dininde imanında olduğunu ama malum, şu erkeklik dediğimiz hallerin onun da başına zaman zaman işler açtığını, yine de kolay yolu bulduğunu, sabah evden abdestini alıp çıktıktan sonra mini etekli, şortlu kadınların bacaklarına bakmadığını, dekolte ve havalı giyinenleri kesmediğini ve böylece günaha da girmediğini içtenlikle anlatıyordu bana.Konumuz Türkiye idi ama bu konuları tartışmamıza yol açan FEMEN grubunun Sultanahmet Meydanı’nda yaptıkları gösteriydi. Bu tür taksicilere rastlarım bazen. Sayaçlarının ibrelerinde rakam değil muhabbet akar. Tuhaf, insanı etkileyen bir aşinalıkları vardır yaşama. Öyle bir halde konuşup duruyorduk.Gündemimiz belliydi: 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, kadınlara yönelik şiddeti protesto eden Ukraynalı kadınların çıplak bedenleriyle yaptıkları gösterileri. Ardından kadınların sınırdışı edilmelerini. Dahası, farklı ortamlar aracılığıyla bu kadınların eylemlerinde asıl neyi protesto ettiklerini değil de milletçe çıplaklıklarını konuşuyor olmamızı. Bununla yetinmeyip işi daha da dallandırıp budaklandıranları. Bu uğurda yapılan çatık kaşlı siyasi açıklamaları, medyanın bazı kanallarının olaya acayip bir biçimde yaklaşmasını, vb.“Sen sevdin mi onların bu halini gerçekten abla?” diye sordu.“Valla sevdim” dedim.İşi daha da ileri götürüp, ben bu FEMEN gösterisine bayıldım demek üzereydim! Şiddeti protesto etmeleri bir yana, bunu Sultanahmet Meydanı gibi bir yerde bu biçimde dile getirişlerine. Şu herkesi yan yan dikizleme huyuna sahip, bu hakkı erkeklikleriyle tescilleyen ve böylesi bir tescilleme işini pek meşru sayan Sultanahmet erkekliğini mindere yapıştırmalarına. Oyunun kuralını, sistemin diliyle yerle bir etmeye girişmelerine. Twitterda soyunarak kendisine baktıran ve maçoluğu bir kez daha üretenlerden değil, soyunarak çarkın içine bir güzel ot tıkayanlardan olmalarına. İkisi arasındaki “bedeni” çok net bir biçimde ayrıştırmamız gerektiğini bizlere hatırlatmalarına.“Çıplak çıplaktır!” dedi bizim taksici. Bir yandan da aynadan bana bakıyordu ne diyeceğim diye.Dayanamayıp “Bu kadınların çıplaklığı farklıydı” dedim. Ardından heyecanlı heyecanlı, hızlı hızlı konuşmaya başladım. “Kadına uygulanan şiddeti protesto ediyorlardı, bunu unutmamak gerekiyor. Asıl bu önemli. Öyle olmasa sistem onlara daha farklı bir yanıt verirdi. Sınırdışı ediliş biçimleri, haklarında siyasilerin verdiği demeçler yerine başka şeylerden konuşuyor olurduk. Bu ülkede kadına uygulanan şiddetin dozu arttı ve bunun protesto edilmesi gerekiyor.”“Aa, bak o konuda haklısın” dedi.Levent’in trafiğine takıldığımız sırada “AKP’li olduğumu senden saklayacak değilim oğluma başbakanımızın adını koydum” diyen taksiciye, arabaların içindeki dalgın sürücülere bakarak “Sence Türkiye demokrasi sınavını tam manasıyla verebiliyor mu AKP ile?” diye sordum.Malum sayaç ilerliyordu.“Abla bak seninle açık konuşayım” dedi. “Bugün seçim olsa yine alır AKP. Ama demokrasi sınavı dediğinde orada durmak gerekir. Yanlışlar yapıyorlar” dedi. “Bu milletin gözünden kaçmıyor bunlar. Kaçırdıklarını sanıyorlar ama herkes neyin ne olduğunu biliyor aslında.Bunun için gazeteci, yazar, çizer olmaya gerek yok. Her şey ortada” diye de devam etti.(4+4+4 sisteminin son derece “demokratik bir ortamda” görüşülmesine ve jet hızıyla kabul edilmesine1-2 gün daha vardı!)Her şey bütün çıplaklığıyla ortadaydı, evet! Evet de bakmasını bilmek, bakmakla görmek arasındaki ayrımı seçmek gerekiyordu galiba.***1500 Metre Finali’nde bronz madalya olan Aslı Çakır Alptekin’i içtenlikle kutluyorum. Onun bu başarısı bana başka bir konuda, Türkiye’de yaşayan kadınların yaşam koşullarını ve bu zorlu etaptaki engelleri anımsattı. Elbette Süreyya Ayhan’ı da!
2011 yılında Evrensel Basım Yayın’dan bir kitap çıktı. Müge Tuzcuoğlu’nun Diyarbakır’da on üç çocukla yaptığı söyleşiden yola çıkarak ortaya koyduğu ve tarihe not düşen kitabın adı “Ben Bir Taşım”. Çocukların dünyasını, çocukların dilinden anlatıyor. Onları çevreleyen sert iklimi aracısız, talansız bir sorumlulukla.Biz yetişkinlere bazı önyargılarımızı yıkabilmemiz konusunda önemli ipuçları sunabilecek bir çalışma bu. Dahası, “Ben Bir Taşım”daki çocukların gözlerine, yüzlerine bakabildiğimiz zaman seçebileceklerimizin, ezbere sarılan cümleleri boşa çıkartması da mümkün. Bu yüzden kitabın okurla kuracağı ilişkisine dikkat kesilmeli. Vicdanlara seslenebilecek yanına. Ortak bir vicdana. Neden derseniz çağımızın hakikatle kurabileceği bağ, küfür sözcükleriyle değil, vicdan sözcükleriyle, üstelik tek bir insanın vicdanıyla da değil, güruhlaşmadan, grup olmayı başarabilen ve o grubun içinde ortak bir vicdan yaratabilecek insanlıkta saklı.Belki bu sayede, kamuoyunda bilinen adıyla taş atan çocukları birbirlerine benzer acıların ve yalnızlıkların işaret ettiği “bu coğrafyadan birileri” olarak keşfetmek mümkün olabilir.Belki bu sayede “ama” ile başlayan cümleler bir kenara bırakılır. Yoksulluk ve yoksunluğa karılmış politikaların altında ezilen ve suça sürüklenen bu çocukların gerçeğini çıplak gerçeğini-keşfetmeye çalışmak mümkün olur. Merkezden beslenen bir iktidar söylemiyle değil, çoğulcu bir demokrasinin fısıldayabilecekleriyle.Çıplak gerçek dedim de. Şiddetin sarmaladığı çocuklardan şiddetten başka bir şey çıkmıyor ne yazık ki. Zorbalığın tek dil olduğu bir ortamda çokanlamlılık ve buradan yürüyebilecek hayaller, yaratıcılık ve ahengin kendine yol bulamaması gibi. Onlara karşı çekilen acımasız setler, önyargı dolu dikenli teller. O setlere ve tellere dolanan küfüre dolanmış ağdalı bir yaşam pratiği, nefretin gürültülü bir talana yanaştığı sahipsiz kıyılar, bu kıyıları döven hoyrat fırtınalar. Bu arada hızla büyüyen çocuklar.Bu satırları yazarken “Çocuklarımız bizim servetimizdir” diyor ekrandaki Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül.Haklı. Çocuklarımız bizim servetimiz.Bu cümleyi tekrarlayıp duruyorum.Pozantı’da yaşadıklarını kamuoyuyla paylaşan o genci düşünüyorum bir yandan da. Pozantı Çocuk Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’ndaki iddiayı ortaya atanlardan biri olan T.T.’yi. KCK davasından tutuklanan ve bu sayede “ödüllendirilen” gencimizi.Çocuklarımız bizim servetimiz ya, belli ki bu yüzden.Paha biçilmez taşlar onlar!Ha bir şey daha var. Bu “paha biçilmez” taşların öykülerini bizimle paylaşan Tuzcuoğlu, “Ben Bir Taşım”ın yazarı, şu hoyrat kıyının sahipsiz çocuklarının anlatıcısı, aktarıcısı Müge Tuzcuoğlu da KCK davasından tutuklandı.