“Uyku. En iyisi. Hiçbir şey hissetmiyor insan. Ölüyor. Ne bir acı. Ne bir keder. Hemen geçiyor zaman. Ölüler için de böyle mi acaba?” diye sormuş Yusuf Çopur ‘Bir Uzak Düş’ adlı yeni kitabında.Babalarını kaybettikten sonra anneleri de kendilerini terk eden ve ayrı ailelerin yanına verilen iki kardeşin buruk öyküsünü anlatıyor Çopur. Yitik kahramanlar olan bu iki genç insan ne yaparlarsa yapsınlar yaranamadıkları, sevemedikleri, karşılığında onları bir türlü bağrına basmayan bir dünyayı ‘yine de’ anlamaya çalışıyorlar. Yoksulluk ve yalnızlık yaşamlarının ana çizgisi olan bu iki kardeş savruldukları bir dünya içinde tutunacak bir yer, cılız da olsa bir dal arıyor.Düşler galiba, insanın bulunduğu yer, yetiştiği coğrafyaya göre şekil alıyor. Yoksulluğun içine karıştığı bir coğrafyada düşlerin azmanlaşıp bendini aşması da pek mümkün olamıyor sanırım.Kitabın kahramanları Hüseyin ve Ömer’in öyküsünü okurken Hatay’dan gelen haberlerle günün içine dağılıyorum. Ve yine aklıma ilk önce çocuklar ve kadınlar düşüveriyor.Sorumsuz cümlelerYetkililerin ‘ölenlere rahmet, yaralılara şifa’ dilediği televizyon ekranlarının suniliği, şimdilerde billboard’ları kaplayan ve ‘dinozoru dize getiren’ insanın yeni yaşam keşiflerine denk düşemiyor ne yazık ki. Çağımız insanının dize getirebilecekleri kadar dile getirmesi mümkün olamayan kimi gerçekleri üzerine doğru kayıyor düşüncelerim.Bu ülkede sorumsuzca sarf edilmiş cümlelerin eşliğinde hâlâ insanlar ölüyor. Ölmeye devam ediyor. O sorumsuz cümleler... Gelirim, gösteririm, ödetirim, yakarım, yıkarım cümleleri...Kefareti asla ödenmeyecekmiş gibi düşünülen, kimi kez dinozorları bile dize getirebileceğine inanan bir ‘güç’ hezeyanının cümleleri onlar... Zenginlik, bolluk ve güç sarhoşluğu esnasında savrulmuş cümleler topluluğu. O her sorumsuz cümleye düşüverense sadece kendi hâlinde bir insan canı...Söz bitmezYine de söz bitmez. O sorumsuz cümlelerin sahiplerine edilecek bir başka cümle olmalı. Gideni geri getiremese de yeni canları ölü canlara dönüştüremeyecek birkaç sözcük...Ekran diline alışmış zihinlerimizden süzülen birkaç sözcük örneğin; ‘kontrolsüz güç güç değildir,’ gibisinden bir cümle. Dahası da var, var olmasına ama yeri burası değil.Uzak düşlere zenginler kadar yoksulları, zengin düşleri kadar yoksunlukla yoğrulmuş düşleri de katabiliyorsanız... Güç budur işte.Ölülere rahmet diliyor yetkililer derin bir uykunun faziletinde gezinir gibi. Üstelik buna inanıyor ve dahası buna inanmamızı arzu ediyorlar. Ne yazık ki gerçek, ‘arzu etmeler’ ülkesini pek sevmiyor.Suriye’yi suçlamaya devam edelim şimdi... Sorumsuz cümlelerin sorumluluğunu soluksuz kalmış bir ülkenin üzerine atalım. Türkiye’nin böylesi bir arbedenin ülkesi olmadığını ise hiç düşünmeyelim, olur mu?Aynı yetkililer zamanında savaş çığlıklarına rahmet dileselerdi bugün bu hazin tabloyu yaşamayacaktık.
Kuşdili Çayırı inatla alışveriş merkezine dönüştürülmek isteniyor.Bunu isteyenler haksız sayılmaz!Büyük rant var o işte.Ama bir gerçek daha var: Rantın mı var derdin var...Bu bir ‘olmak’ ya da ‘olmamak’ sorunu! Bilen bilir... Bir kere, herkese haklı olduğunuzu anlatıp duracaksınız. Bunu yaparken halkın yararını gözetmenin en temel gerçeğiniz olduğunu söyleyeceksiniz. Dahası, her şeyin halk için olduğunu, kendiniz için bir şey istiyorsanız namert olduğunuzu, kendinizden öncekilerin halkı hiç düşünmediğini, çağı yakalamanın çok önemli olduğunu, çağı yakalamak içinse, artık o noktaya nasıl geliyorsunuz pek belli değil, bu iş için bir an önce eyleme geçmenin zaruri olduğunu ifade edeceksiniz. Bu işi aksatanların, o anki sinirinizin derecelerine bağlı olarak, ilgisiz, düşüncesiz, sorumsuz, çapulcu ve evet efendim, bal gibi vatan haini olduklarını ima edeceksiniz. İcraatın her şey olduğunu; ‘bir dakika’ demenin ise öyle herkesin harcı olmadığını, gelecek seçimlere yatırım yapar bir edayla kimi kez gerdan kırarak, kimi kez göz süzerek tekrarlayıp duracaksınız. İşinizin çok zor ama heyhat vatan aşkıyla ve ne olursa olsun tek derdinizin karşılıksız hizmet vermek olduğunu sözlerinize eklerken halkınızı saygı ve sevgiyle selamlayacaksınız.Ne mutlu sana!Rantın mı var derdin var kardeşim. Bu ise dünyanın yükünü sırtında taşıyorsun demektir. Etrafındaki avukat kadrosu senin için bitap düşse de bir gün adaletin gerçek sesi seni ve senin gibileri bütün içtenliğiyle bağrına basacak, bir alışveriş merkezinin içinde gezinen o ruhani hava bu milletin damarlarında gezinen 0, A, B ve AB Rh negatif kana doping etkisi yapacaktır. İnsanlar satın aldıkça pozitifleşip daha çok mutluluğu tatmaya başlayacaktır. Bedenlerinde gezinen bu alışveriş damgalı pozitif ruhla köfteciden, hemen yanı başındaki muhallebiciye, oradan spor merkezine, oradan helvacıya, oradan Allah ne verdiyse’ye, oradansa patlamış mısırlı gişe patlatan bir filme dalanlar herhangi bir reflü krizi geçirmeksizin günü marka mağazaların indirimli ürünleriyle tamamlarken hafif bir tebessüm ederlerse ne mutlu sana! Ne mutlu sana kalabalıkların içinde, kalabalıkların yararını düşünen yalnız insan.Rantın mı var derdin var kardeşim. Kim olursan ol, hangi politik görüşe sahip olursan ol, ister geçmiş, ister şimdi, ister gelecek... Ne kadar zor işin, işiniz...Ah sizin gibiler, ah siz! Vallahi âlemsiniz.***Kadıköy İskele Meydanı‘nda bugün 15.00’te bir yürüyüş gerçekleşiyor, Kadıköylüler Kuşdili Çayırı AVM olmasın diyorlar.Kuşdili Çayırı AVM olmamalı, oraya sahip çıkmalı.Denklem basit: AVM’miz çok, rant hikâyemiz bol, buna karşın yeşilimiz azdır. Kuşdili Çayırı sadece ‘Doğal SİT’ değil aynı zamanda ‘Tarihi SİT’ alanı olarak yaşatılmalıdır.
Değerli okurlar, biraz kafamız dağılsın istedim bugün. Bana ‘nasıl gidiyor?’ diye soran arkadaşlarıma ısrarla ‘fena gitmiyor’ demek için verilmiş bir söz olarak da kabul edebilirsiniz bu kedili yazıyı.Tutarlı bir biçimde bana gönderilen dergilerden birisi de Yasakmeyve. Değerli dostum Enver Ercan ve Don Kişot ekibinin yıllardır gözlerini karartarak çıkarttıkları bu şiir ve edebiyat dergisi son sayısını Şükrü Erbaş’a ayırmış... Yasakmeyve’nin bu sayısını alın okuyun derim. Ancak dergiyle birlikte elime ulaşan ve bugünkü yazımın konusu hâline gelen bir ek var ki... Yasakmeyve tamam, ama o eki mutlaka okumalısınız!Altay Ömer Erdoğan’ın ‘kedili yazılardan’ derlediği ve Picasso’nun kedi eskizleriyle sizi karşılayan bu ekte kedilerin insanlarla açtıkları ‘pati’ka kadar edebiyatta açtıkları patika da önemlidir diyor Erdoğan ve kedinin en çok yalnızlığa seslendiğini söylüyor.Aslında ‘sahip’ kim?Salah Birsel, ‘Kediler’ adlı 28 sayfalık meşhur denemesinde kedi adlarına, kedi sahiplerinin yaşadığı maceralara atıfta bulunurken, aslında kimin ‘sahip’ olduğu sorusunu da bir biçimde dile getiriyor. Kedileri olan ressamların tablolarında ‘kediler çok gelir çok gider’ diyor Birsel. Öte yandan yazarların da kedilerden insanlar gibi konuşan yaratıklar diye söz ettiğine değiniyor. Dahasını da söylüyor: Suares’e göre Sokrates, Voltaire, Proust, Melville ve Shakespeare kedilerin karşılaştırmalı edebiyat okumuş ve felsefe öğrenimi görmüş yaratıklar olduklarına inanırmış. Colette ise sıradan bir kedi olmadığını, bahtsız, ikiyüzlülük yapmak zorunda kalmış, iyi anlaşılmamış kediler olduğunu düşünürmüş.Haydar Ergülen ‘Bana Bir Kedi Yaz’da kediler üzerine yazmanın aşk üstüne yazmaktan daha zor olduğunu söylüyor. İnsanları ve belediyeleri duyarlılığa çağırdığı ‘Kuşüzümüdür Kediler’ yazısına ithafta bulunarak diyor ki: ‘Küçücük bir kediyi elinize aldığınızda, yalnızca onun kuşüzümü yüreğini değil, korkusunu da hissedersiniz. Kedilerin korkusu insandan, kuşların, köpeklerin korkusu insandan, insanın korkusu insandan...’Bilge Karasu ise Göçmüş Kediler Bahçesi adlı kitabında ‘Kedilere benzeyebilseydik keşke’ diyor. ‘Öyle diyesim geliyor sık sık bu son yıllarda. Yaşadıkları anın iyice farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa bir deliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç... Uykularının hangi katındalarsa, o katın uykusunu yaşarlar. Bizlerse, uydurduğumuz bir zamanla övünürken, her işimizi, her sözümüzü o zamanın akışı içinde ötede, ileride, gelecekte varılacak bir noktaya varmak üzere yapılıyor ya da söyleniyor görürken, yapmakta, söylemekte olduğumuz şeyi unutuveriyoruz.’Erişilmez kişilik!Ya ‘Kedi Mektupları’nda Oya Baydar’ın şu cümlesine ne dersiniz:‘Kedilerle insanlar arasındaki en büyük fark bu işte: Biz yaşıyoruz, onlar hayatlarıyla dövüşüyor.’Enis Batur, ‘Kediler Krallara Bakabilir’de ‘Her şey iyi de diyeceksiniz, kedi sevmek nedir?’ diye soruyor. ‘Sahip olmayı yadsıyarak, ya da, sahip olmamayı göze alarak sevmek insanoğluna pek güç gelir’ diyor sonrasında. Ardından bir cümle daha geliyor: ‘Sevdiği kişinin bağımsızlığına da, kendi bağımsızlığına da kolay kolay katlanamaz!’ insan.Turgut Uyar ‘Terziler Geldiler’ şiirinde ‘Kedinin varlığı erişilmez kişilik’ diyor.Zülfü Livaneli, Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm’de: ‘Oysa şimdi bir kediyim ben’ dedirtiyor kahramanına. ‘Uzak, denetimli, soğukkanlı ve güçlü bir kedi.’Bülent Ortaçgil ise o çok bildiğimiz şarkısında ‘Hangi kedileri seversiniz’ diye soruyor.‘Hangi kediler gibiYaşamak istersiniz?Sevimli, uslu, sesli, hırslıHangi kedilerdensiniz?’Bugün kedilerin gözlerine bir bakın olur mu?
‘İleri Demokrasi ve Özgürlüklerimiz’ başlığı taşıyan bir önceki yazıma sizlerden ilginç mektuplar geldi. Bunlardan biri, doğru noktalara işaret etsem de tek taraflı bir bakış açısına sahip olmaktan kurtulamadığım biçimindeydi. Okurumuza buradan cevap vermek istedim. Belki bu sayede daha net bir biçimde bir yerlere varma şansımız olur.O yazıda, özgürlük diye bir sorunumuz varsa (ki kesinlikle var) bunun iktidardakilerin oluşturduğu bir zeminde değil özgürlüğün anlamını yeniden düşünebileceğimiz bir platformda değerlendirilmesinin önemini vurgulamıştım. Görüşüm, özgürlüğün ilk etapta kendi sorumluluğunu üstlenebilmek olduğu yönündeydi, hâlâ öyle. Hakkını vererek yaşandığında en büyük sorumluluklardan birisidir bu. Yani birçok toplumda istediğini yapmak olarak algılanan özgürlük aslında tam da ‘istediğini yapmamak’tır. Aklına eseni yapmama sorumluluğu!Yasaklamak...Gencecik yaşında yurt dışında tek başına yaşamak zorunda kalan bir arkadaşımın ‘meğer bir insanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi kadar zor bir şey yokmuş’ sözlerini de burada anmak isterim. Sanırım asıl ayağımıza dolanan hususlardan birisidir bu: Gerçek anlamda özgürleşemeyişimiz... Özgürlüğümüzün devasa sorumluluğunu üstlenmek, kendimizden ve davranışlarımızdan sorumlu olmak ve sonuçlarına katlanmak yerine başkalarının özgürlüğünü kısıtlar, hep onları suçlar, topu sürekli taca atar, bu biçimde ferahlar ve günü kurtarırız!Dolayısıyla 1 Mayıs gerçeğinde yaşadıklarımızı bu anlamda da okumak mümkündür. Ancak okurumuzun tek yanlı olarak değerlendirdiği, benimse eleştirmekte hâlâ ısrarcı olduğum konu baki.Bir valilik 1 Mayıs gibi özel bir günü ve o günün anlamını ifade eden bir alanı yasaklamamalıdır. Yasakladığında, yaşanacaklardan ve sonuçlardan ilk elde sorumlu olan yine bu birimdir. Okurumuzun hassasiyet gösterdiği noktadaysa, yani yasaklamalara rağmen meydanlara çıkmak isteyenlere ise söyleyecek sözüm belli. Etrafı tahrip ederek elde edilen sonuç valiliğin mantıksız kararına verilen mantıklı, şah-mat bir cevap değildir. Gönül isterdi ki valiliğin özgürlükler konusunda yaşadığı tereddüde ve sorumlu gibi gözüken, ancak her türlü sorumsuzluğu ortaya saçan tavrına sendika ve diğer grup yöneticilerinden daha sorumluluk sahibi bir yanıt verilebilsin, içimizi kahreden o görüntüler yaşanmasın, gencecik insanların hayatı yok sayılmasın... Sonuçta o gün yaşananlar ülke olarak hepimizi bir kez daha tuş etmiş, toplumsal özgürlük anlayışımız tuhaf bir inatlaşma adına, yine ayaklar altına alınmıştır.Naiflik!..Bir başka okurumuz ise asıl sorunumuzun ‘mutluluğu hak etmiyor muyuz?’ sorusunda değil ‘mutluluğun bir süreç olarak hedeflendiği bir kültürü nasıl oluştururuz’ sorusunda sabitlenebileceğini söylüyor. ‘Naif belki ama, keşke muhalefetini değerler, duygular üzerinden, kişisel gelişim ve yaşam sevinci üzerinden yapabilen bir siyasal parti de olsaydı.’Benim buna yanıtım ise belli: ‘Keşke olabilseydi. Keşke bunun naiflik olarak algılanmayacağı bir düzen kurulabilmiş olsaydı dünya üzerinde!’Bir diğer okurumuz da ifade özgürlüğü konusunda bu kadar ısrarcıysam kendi gazetemin web sayfasına bakmamı önermiş ve oradaki kadın bedenlerinin kullanılmasının ifade özgürlüğüne girip girmediğini sormuş.Burada yeniden hatırlamamız gereken husus, özgürlüğün ‘önüne gelen her şeyi’ yapıp yapmamak olduğu, bence. Kadın bedeninin kullanılmasının ifade özgürlüğüyle bir ilişkisi yok. Daha önce de yinelediğim gibi, özellikle kadın bedeninin bu biçimde kullanılmasına kesinlikle karşıyım.
3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü‘ydü. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun bildirdiğine göre Türkiye tutuklu ve hükümlü gazeteciler bakımından dünya birinciliğini kimseye kaptıracağa benzemiyor! Platforma göre ağırlıklı olarak Kürt basını ve sosyalist basından olmak üzere 67 gazeteci ‘ileri demokrasi’ ülkesinde cezaevlerine tıkılmış durumda!Bazı yetkililerimizden yükselebilecek itirazları duyar gibi oluyorum: ‘Hak ediyorlar kardeşim!’Benim de sorum hazır: ‘Neyi hak ediyorlar?’Basın dediğiniz iktidara ve iktidarın yaptıklarına tümüyle pozitif anlamda odaklanmış bir yapı değildir. Kaldı ki ileri demokrasi fikrinde ısrarcı bir hâldeyseniz hemen her görüşün ifade edilebildiği bir ülkede yaşıyorsunuz demektir.Eğer her şeye karşın özgürlük tanımında bir sorun yaşanıyorsa, bunu iktidarın ya da erk sahiplerinin özgürlük tanımıyla değil, yaşamın özgürlük tanımıyla yeniden düşünmek gerekebilir. O da olsa olsa, hemen her türlü eylemde şiddete başvurmaksızın kendine ve yaşama karşı sorumlu olmak demektir. Bu eksiği kapatmanın yoluysa yeni şiddet ağları yaratmak değildir. Bugüne kadar olmadığı gibi!Eski refleksler!En yakın örneği 1 Mayıs’ta gördük. Kurulan her şiddet kapanı bu ülkenin demokrasiyle ve çoğulluktan beslenen yaşam fikriyle kurduğu ilişkiye yönelik dev bir bubi tuzağıdır. Ve bilmem ne kadar farkındayız, gencecik bir çocuğun kafasına atılan bombanın etrafa saçtığı soyut ‘şarapnel parçaları’ hepimizin hayatına yönelik birer tehdittir. ‘Sakın ha!’ tehdidi...İleri demokrasi ülkesinde bir valilik, 1 Mayıs gibi halka mal olmuş, kimileri için çok özel anlamı olan bir günü ve o günü temsil eden bir meydanı insanlara yasaklamaz. Halkın yaşam alanlarının damarlarını durdurmaz, günü tekeli altına almaz. Diyelim ki böylesi garip bir durum hasıl oldu, bir gaz bombasının kapsülünün lise çağındaki bir çocuğu başından yaralamasından sonra hâlâ açıklamalar yapmaya çalışmaz, kendini aklamaya yeltenmez, insana saç baş yoldurtacak cümleler sarf etmez. Diyelim etti, ona gereken kişiler gereken hatırlatmaları yapar ve ‘gözünü seveyim yapma etme, artık frene bas, bu eski refleksleri bırak, el insaf,’ der.Demokrasilerde...İleri demokrasi ülkelerinde insanlar, aynı fikirleri, dünya görüşlerini paylaşmasalar bile birlikte yaşayabilir. Kimsenin kimseyi korkutmaya gerek duymadığı bir özgürlük prensibi çerçevesinde, ‘burada benim düdüğüm öter’ sapkınlığını çoktan geride bırakmış bir çoğulluk fikriyle YAŞAYABİLİR.İleri demokrasi ülkelerinde basın sansürlenemez.İnsanların yürüyüş ve protesto etme hakları ellerinden alınamaz.İlerisinden vazgeçtim, demokrasinin ön koşulu düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Düşünce ve ifade özgürlüğü.
Ne peygamber ne de can çiçekleriNe de buhurumeryem;Hep korku çiçekleriOldu saksımızı süsleyen.Ürkek bezgin baktığımız göklerdenYarınlara güvendi umduğumuz.Çocuklar, evler ve ekmek...Ama mutlu muyuz?Behçet Necatigil’in ‘Korku Çiçekleri’ adlı şiirini düşünerek yazıyorum yazımı; penceremden içeri dalan siren sesleriyle birlikte. Baharın taze kokularıyla ürküten siren sesleri hiç mi hiç yakışmıyor birbirine.Bir okurumuz 1 Mayıs’ta yaşadıklarımızı hatırlatarak eski bir yazımın başlığına referans vererek sormuş:“Neden yahu?”Gerçekten de İstanbul Valiliği’nin inşaatı bahane ederek Taksim alanındaki 1 Mayıs’ı engelleme girişimini, bu bahaneyle oluşturulan yasakları, çalışmayan otobüsleri, metroları, vapurları düşündüğümde ben de okurumuz gibi aynı cümleyi isyan ederek yinelemekten kendimi alamıyorum: Neden yahu!Yazık değil mi!Korkuyla demlendirilen temcit pilavı yine sahnede. Halkına güvenmeyen bir devlet; aynı devlet, bakıyoruz yine ilk etapta karşımıza o muazzam ikiliyle çıkıyor: Tazyikli su ve biber gazının dayanılmaz iksiri!Orası yasak, burası yasak, hayat durmuş; ne o, Taksim’e çıkılmayacak. Meydana çıkmaya çalışanlaraysa biber gazı sıkılacak.Yahu bize yazık değil mi?Yahu hepimize yazık değil mi?Kaybettiğimiz enerjinin, zamanın farkında değil miyiz?Yasakların yarattığı arbededen usanmadık mı?Yasaktan doğan şiddetin yeni şiddetler yaratacağını anlamadık mı? Öğrenmedik mi bunu o köhne, yaralı, kahır dolu geçmiş deneyimlerimizden?Böyle mi gidecek?21. yüzyılın Türkiyesi yine bu ezberlerin ülkesi mi olacak? Birileri yasaklayacak, birileri isyan edecek, birileri korkup sinecek... Yine şartlar tarafından biçimlendirilenlerden mi olacağız? Yasaklara karşı argümanlar geliştirmekten yorgun düşmüş insanların ülkesi olarak devam mı edeceğiz, böyle? Bundan nemalananları aval aval seyredip kaderine isyan edenler topluluğunun adı olmaya devam mı edecek bu ülke?Hiç değilse bundan sonrasında yaşadıkları şartları biçimlendiren insanların soluk aldığı bir ülke olma şansını zorlamak neden bu kadar zor?Neden yahu? Yazık değil mi bu ülkeye?Yoksa mutlu olmayı ve kıt kanaat yaşamanın ötesine geçmeyi hâlâ hak etmiyor muyuz?
İzmir Kitap Fuarı’nda geçirdiğim tek bir gün bile, İzmir’i ne kadar çok sevdiğimi bana yeniden hatırlatmaya yetti. İzmirliler Başbakan’ın kendileri için biçtiği o tanımlamadan hiç hoşnut değil. Yaşamı işaret eden anlarda ‘Biz hem yaşamın hem de Müslümanlığın gereklerini yapmayı bilen insanlarız’ diyorlar. O tanımlama hem ayrımcılığı körüklüyor hem de İzmir halkına yapılmış bir haksızlık. Dilin kemiği yok diyerek sarf edilen sözcüklerin nasıl derin yarıklar açabileceğine hep birlikte çok dikkat etmemiz gerekiyor. Aksi takdirde aklar ve karalar şeklindeki kutuplarda gezinen duygularla sürekli ağaca çıkan bir toplum olmaya yazgılı kalacağız. Bu ise toplumsal potansiyelimizi hep aşağı çeken kırgınlıklar, küskünlükler ve çaresizlikler silsilesine yeni halkalar eklemekten öteye geçmeyecek bir pratik demek.Çocuk ve gençlik kitaplarımı gönül rahatlığıyla emanet ettiğim, ülkemizin bu alandaki en kıymetli yayınevlerinden biri olan Günışığı Kitaplığı’nın davetlisi olarak katıldığım fuarda genç okurları beklerken orta yaşlı bir izleyici kitlesiyle karşılaştım ve yeri gelmişken biraz bu kırgınlığı aşabilmenin yollarından bahsetmeye çalıştım. Konuşmamın sonuna doğru salondaki izleyicilerden biri görüşlerime katılmadığını, ülke olarak uçurumdan aşağı yuvarlanmak üzere olduğumuzu söyledi. Bunu söylerken son derece içtendi; ben de aynı içtenlikle bu ülkenin böylesi bir potansiyelle uçurumdan aşağı asla yuvarlanmayacağını, çünkü bunu asla hak etmediğini yineledim. Toplantıdan sonra çaresizliği içinden atmaya çalışsa da bunu başaramayan, başarmaması içinse etrafındaki herkesin neredeyse işbirliği yaptığını söyleyen bir başka okurumla daha uzun sohbet etme şansım oldu. Ona göre aslında ülke çaresiz değildi, olsa olsa bizim inançlarımız çaresizlik merkezliydi ve bu, ülkenin çaresiz olmasından daha beter bir durumdu.Çaresizlik kültürüOnun söyledikleri geçen hafta okuduğum bir kitabı hatırlattı bana. Mümin Sekman ‘Her Şey Seninle Başlar’ adlı yeni kitabında buna ‘öğrenilmiş çaresizlik’ diyordu. Hatta bunları ‘kamyon arkası’ cümleleriyle destekleyerek kaybetmeyi kabullenişin ağıtlarına dair çok canlı bir tablo çiziyordu karşımızda:Çaresizlik kültüründe vazgeçmişlik duygusu yüksekti (Bu âlemin insanları bana müsaade!); çaresizlik kültüründe kişi başarısızlık şaşkınıydı (Hayat sen ne çabuk harcadın beni!); çaresizlik kültürünü içselleştirmiş olanlar hayatları üzerinde denetimleri olmadığına inandıklarından kendilerini havada savrulan yaprak gibi metaforlarla ifade ediyorlardı (Yaprak dalından kopmuş bir kere rüzgâra gerek yok!); çaresizlik kültüründe hayata küsme ve boşvermişlik yaygındı, (Yaşamak buysa eğer, bırak üstü kalsın!) gibi...Sekman’a göre ‘hayat okulunda nihai yenilgi‘ deneme cesaretini kaybetmekle başlıyordu. Yani şu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkanlar takımı. Şu hayat okulundaki yenilgiyi ‘genellikle başkalarının da cesaretini kırmaya çalışmakla çözmeye çalışanlar’ ekibi. Kısacası ‘öğrenilmiş çaresizlik’ bir salgına da dönüşebilir ve önce insanları, ardından bir toplumu alt edebilirdi.‘Ayrıntısını iyi bilmediğiniz bir şeyi tam anlayamazsınız, anlamadığınız şeyi kontrol edemezsiniz, kontrol edemediğiniz şeyi yönetemezsiniz, yönetemediğiniz şey ise sizi yönetir!’ diyordu Sekman.Haklıydı. Bugün içinde yaşadığımız birçok açmazın da cevabını içeren bir denklemdi bu. Elbette çaresizlikten vazgeçebilirsek!* İzmir’deki günün sonu İzmirli yazar arkadaşımız Hacer Kılcıoğlu ve eşi Hulusi Kılcıoğlu’nun Kordon’u seyre dalmış balkonlarında geldi. Çiftin müthiş konukseverliği eşliğinde Günışığı Kitaplığı Yayın Yönetmeni arkadaşım Müren Beykan ’la bu güzel kenti neredeyse 24 saat dolu dolu yaşamanın keyfini çıkardık. Bu kente palmiyeler, Ege ve pattadanak bastırıveren sıcak kadar kitap fuarı ve bisiklet yarışı da çok yakışmıştı.
“Baht-i Ar kasabasının doğusunu batısından ayıran Acı Irmak, yüzyıllardır durmadan akan, adı kutsal kitaplarda geçen, kurumasına kıyametin alameti gözüyle bakılan efsanevi bir akarsuydu. Yoksul balıkçılara, kibrit ekicilerine, kendir üreticilerine ekmek tekneliği etmesinin yanında; kıyısına yakın köylerde tarımla uğraşan, bedenleri yorgun, alınları terli köylülerin can sularıyla, belde insanının içme suyunakaynaklık etmesi, Baht-i Arlıların onu bir nevi ab-ı hayat olarak algılamalarına yetiyordu.”Şanlıurfa-Birecik doğumlu yazar Ahmet Karacan’ın kitabından bu satırlar. Karacan’ın öykülerindeki gezinen sessizlikten almış kitap adını: Kırlangıç İncinince.Bu incinmişliğin içinde gezinirken geçen hafta 3 Kürt arkadaşımın özel bir toplantıda anlattıkları düştü zihnime. Hemen hepsi de annesinin babasının, ninesinin dedesinin, komşusunun yaşadıklarından değil de sarıldıkları sessizlikten bahsetti.Ortak kaderO kuşanılmış sessizliğin içine düşüverdim. Çok derin bir sessizlikti o. Ve sonra o derin sessizlikte bir parçanın da bana ait olduğunu hissettim. Tam ortamızdan geçen 30 yıllık başka bir Acı Irmak’ın öyküsüydü bu. Adı Acı’ydı acı olmasına ama belki de tam da bu yüzden ‘ab-ı hayat’ı bulmak mümkündü! O huzura ulaşabilmenin en önemli adımınınsa şimdilik bu sessizliği anlamak olduğunu düşündüm.Türk insanının, PKK’nın geri çekilmesi ile başlayan süreçte, belki de en önemli yapıcılığının bu sessizlikle kuşanmış kendi hâlindeki insanların,korkuların ya da çaresizliklerin karşısında sarındıkları bu sessizliği anlaması olduğunu...Dahası, çığlık çığlığa ‘vatan elden gidiyor, bölünüyoruz’ diye çırpınanları, belki de bu yüzden benzeri bir sessizliğe davet etmek istedim. Bu korkularının arkasında yatanı keşfederlerse hepimizin rahatlayacağını.O sessizlikte eminim hepimizin bulabileceği ortak bir payda vardı çünkü. Kürt insanının 30 yıl ya da çok daha ötesine sakladığı suskunluğunda biraz da Türk insanı vardı çünkü. Kısaca, birbirimize harmanlanmış olan bölünmüşlüğümüz; buna karşın bu bölünmüşlükte yatan ve özünde bizleri bize bağlayan ortak bir kader.Ab-ı hayatı bulmakHayır, kardeşlikten, ortak coğrafyadan bahsetmiyorum. Belki öyleyiz, belki değiliz. Bu sözcükler kullanıla kullanıla o kadar çok eskitildiler ki anlamlarını yitirir gibi oldular ne yazık ki.Başka bir ortaklık bu! O sessizlikte çok ortak acı var. Yitirilenler, kaçırılanlar, unutulanlar... Ama çok daha önemlisi, bugün birbirimizi anlama şansı ve olasılığı da orada mevcut.O Acı Irmağı’nın bizlere karşılıklı olarak anlattıklarını dinlersek belki böylece sakin bir ikindinin bizleri bulması gibi huzura da kavuşabiliriz bu topraklarda diye düşündüm. Neleri neleri görmüş bu diyarlarda bu kadar da zor olmamalıydı ab-ı hayatı bulmak. Acılardan ders çıkarmak, bahtiyar olmayı denemek, hatta başarmak!n Bugün 18. İzmir Kitap Fuarı‘nda ‘Yazarken Büyümek‘ adlı bir söyleşim var. Herkesin katılımına açık söyleşi saat 13.15 - 14.15 arasında Konferans Salonu II‘de yapılacak.İzmir’deki dostlara duyurulur...